Mutfak Kapısı
Yerleri latalarla kaplı ince uzunca bir koridor. Koridorun tam karşısında oda kapısı, sol tarafta ona hemen dikey bitişik mutfak kapısı. Her ikisi de açık. Sağ tarata geniş oturma odası salon diyelim olsun bitsin ama onun kapısı kapalı.
O adılı kullandım çünkü hepsi canlı.
“Git onu getir!”
Bilmiyorum bu buyurduğu kaçıncı kez aynı emirdi. Her seferinde usanmadan aynı hareketi yapmak bende bezginlik oluşturmamıştı nedense. Biliyorum, benden bir soru bekliyordu ama direncimin kırılacağı noktaya kadar ulaşmam gerekiyordu kendim için. Sonunda beklediği soruyu sordum.
“Onu oraya kim koydu?”
“Ben nerden bileyim, kendimi bildim bileli oradaydı. Varlığını hissettiğimden beri orada duruyordu. İnceleyeceğim başka bir yoktu. Benim için tek doğru o idi. Bu yüzden ha bire sana onu getir diyorum. Sen getir komutuna itaat etmiyorsun. Hissettiğimiz şeye itaat ediyorsun. Hissettiğimiz dünyanın dışına çıkış var mı ki?”
Yok mu? Varlığın bireyselleşmesi…varlığın tutsak edildiği yerdir. Dolaysıyla bilgi de varlıkla sınırlıdır gibi bir mantıksal genellemeye götürür. Aşkın nitelikli her şey yoktur hükmü, adaletsiz bir hükümdür.
Bu yanlıştır… her şeyin gölgesi olduğu gibi sureti, özü, cevheri ve her şeyi birbirinden farklı kılan niteliksel özellikleri vardır. Ne yani sizin ürettiğiniz terminoloji de boğulup kalalım mı?
Peh!...
(Ulan gir şu öyküye, çık şu merdivenleri!)
“Yani özü itibariyle aklımızı sınırlandırıyorsun ve sınırlandırdığın aklı, akıldan çıkan alt düşüncelere hizmet ettirmenin yollarını açıyorsun.”
Cevap da soru kadar anlamsızlaşmıştı beynimde. Beklediğim bu değildi, hiçbir şeye uymak istemediğimi belirten bir sonlama olmuştu, sorduğum soruyla başlayan.
Hiçbir şey tesadüf değildir, her şeyin bir nedeni vardır. Önemli olan bu nedeni fark etmek ve bu nedene uygun davranış geliştirmektir. Bunun dışındakiler ilkesizliktir. Bu çok iddialı üstenci bir düşünce gibi gözükse de bu; gerçek ne ise onun ilkesidir. Dışında olanlar ilke özelliği kazanamaz bu yüzden ilkesizliktir, diyoruz. Gerçeğe uyumu olmayan, aykırı bilgi cahil bir bilgidir.
“ O zaman bunca zamandır neden bana eziyet ediyorsun boşu boşuna?”
“ Sana kendi önemini anlatmak için.” Dedi ve ekledi.
“Yaşam, sorgulamadan bir taşı getirip götürmek kadar anlamsız mıdır?”
“Evet, dedi. Sen sadece başka taşlar hayal edebilirsin, sanrılayabilirsin ve hatta onlara özellikler de katabilirsin ama bu sana sürekli sorunlar üretir.”
“Ama ben bir cennet aramıyorum ki ve zihnimde ürettiklerim neden benim cehennemime dönüşsün?”
Yani demem o ki;
Yaşamı haz merkezli zaman geçirmek olarak görüp aklı bireyselleştirirsen, dolap beygiri gibi dönüp duran bedenin, temcid pilavına mahkum olmuş beyni taşır. Anladın mı ağustos böceği? Cırcır.
I…ıııh vallahi anlamadın.
Gıcırdayan Tahtalar ve mutfak kapısı
Taş merdivenin son basamağına geldiğinde, temizlenmekten lifleri ortaya çıkmış, yarı çürümüş doku parçalanmasına yaklaşmış, eskimiş tahta yer döşemesinin hangisine basacağına karar vermek bir kez daha zor gelmişti. Ya gıcırdarsa…
Zihninde belirlediği işarete baktı, gıcırdamayan tahta budaklı olandı ayağını hafifçe üstüne dokundurmasıyla birlikte tiz bir gıcırdama sesi yayıldı üst katın uzun koridorunda. Koridorun sonunda yatak odası vardı, odanın kapısı açıktı. Eşinin başı yastıktan hafifçe aşağıya sarkmıştı, mordan siyaha dönmüş buruşuk göz kapaklarının açılmaya mecali kalmamışlığını haykıran, hafifçe oynayışını gördü.
“Ah! Ne kadar aptalım, beynimde defalarca tekrar ettiğim ama her seferinde ve yıllar yılı tanıdığım anılarıma gizlenmiş, oynayan tahtaların arasına sıkışan tahta ısırığı ayak acısını her seferinde unutup aynı hataya düşmek ne kadar aptalca.” diye iç geçirdi.
Lanet bir huzursuzluk duygusu içini kapladı… çaresizlik çağrısıydı içine oturan duyguyu çağıran.
Koridorun hemen yanı başındaki mutfak kapısı da açıktı hoş…orası her zaman açıktı, yıllarca babası kapatmak için çok uğraşmış ama köhnemiş çürük kapı onarılmaya direnerek istediğini almış gibi ayakta kalmayı başarmıştı ve hala ayakta aynı direnci gösteriyordu. Babası sonunda pes etmişti o günden beri tahta mutfak kapısı hiç kapanmamıştı. Aslında bu kapanmayış çocukluğunun bir parçasına dönüşmüş en güzel anılarını biriktirdiği anların objesi olmuştu.
Kendisine şekil veren insanların yasasına karşı gelmeyi öğrenmişti o kapıdan.
Mutfaktan inatla yayılan gaz yağı kokusuna karışmış hoş kokulu leziz yemeklerin buhurlu büyüsünün, tüm evi sarmasına zemin hazırlardı bu kapı. Yerdeki haberci tahtanın haber vermesiyle annesinin kendisine baktığını gördü.
Buzlu sisli bir camın arkasından annesi kendisini izliyordu, üşüdüğünü hissetti hemen arkasından gelen bunaltıyla boncuk boncuk terlediğinin bile farkında değildi.
“ Yine mi aynı tahtaya bastın. Kaç kez söyleyeceğim budaklı olanına basma.” Nefesini tuttu, boğulma hissine aldırmadan uzun süre annesine baktı, “an”ın dağılmasını istemiyordu, çünkü.
Her zamankinden daha çok ihtiyacı vardı annesine…
Tutmak için zorladığı gözyaşları titreyen elmacık kemiklerinin üzerindeki deriden ısrarla aşağılara indi, içini acıtarak yanaklarına süzülürken “perde kapandı… “ annesinin silüeti kayboldu zihninde. Yatak odasına girdiğinde hanımın her seferinde biraz daha uzayan iniltili “dalma”larının birine daha büyük bir ızdırapla tanıklık ediyordu. Bu dayanılmaz acıyı “canlı varlık olma” anlamının bir yerlerine sıkıştırmak istiyordu uzun süredir çaresizlikle çabalayan beyni.
Yer yoktu…
Göz kapaklarının buruşmuş morumsu derileri, göz yuvarlaklarının belirgin olmasına ürkütücü görüntü almasına neden olacak kadar üzerine yapışmış gibi yayılmıştı ve kaşlarının hemen altında dibi seçilemeyen bir çukur oluşturmuşlardı. Her sancı nöbetinden sonra biraz daha büzülüyordu göz kapağının derileri. Buruşukların çokça oluşturduğu kıvrımların uç taraflarında parlak bir hal alıyordu morluklar. Gözaltları kazazedelerin morluğundan çoktan çıkmış çürümüşlük rengine dönüşmüştü. Sarı (bronz) borulardan yapılma karyola başlığına tutunarak yanına diz çöktü, her zamanki gibi hanımını seyre daldı, kararmış ruhu daha titrek daha karamsar, daha isyankardı ve daha çaresizdi…
“Ah! Tanrım” dedi.
Canın çoktan çekilmiş olduğu kemiklerinin iyice belirginleştiği zayıf ellerine dudaklarını değdirirken yeniden can vermek istercesine soluğundan akan buhurla ellerini nemlendiriyordu.
Hadi gel dans edelim!
Anadolu Lokali’ne kabul edilmeyle ulaştıkları “vals salonu”nda ettikleri dansa davet edişindeki karşılığa uzanan o zarif elden hiç bir iz kalmamıştı.
Taşra kökenli olmanın getirdiği umuda saldırma hırsı ve önüne çıkan fırsatları değerlendirmenin sahiplenişi, onu ekonomik ve sosyal gelişmenin “idealist beynin”de oluşturduğu tehlikeli düşüncelerini yok etmiş, istenilen kalıpta toplumsal rolünü oynamaktan haz alır hale dönüştürmüştü.
Mutfak kapısı onarılmıştı sanki. Restorasyonun ihtişamını yaşıyordu ama nasıl. Ara toplumun ara insanı olmak…Hurdalık ortasında onarılmış bir kapı olmak nasıl bir duygu.
Ah özgürlük…kavramlara anlamlar yükleyerek bir şey olma, bir işe yarama güdüsünü kurgulayıp dürtükleyenler, sosyal statü gereği dedikleri meslek edinmeye yönelik emek ve çabaların hatta ödenen bedellerin, yaşam denilen en değerli hazineden bolca tüketerek, kısıtlı imkanlarını daha da kısarak “meslek” edinme köleliğine sürükleyenler hep zihninin bir köşesinde ütopik düşmanlar olarak kaldılar. İnsanlığımı yok ettiklerini biliyordum ama sustum sustum sustum.
Onarılmanın bedeli…
Bu; Onlar adına sürekli zaferin önemsenmeyecek kadar küçük bir parçasıydı.
Her şey o kadar güzel gözüküyordu ki ama közleşip içten içe yanan yıkılma duygusuna son ekleme, sonun da başlangıcı olmuştu. Dönemin ansiklopedi çılgınlığı bilgiye aç ve kolay ulaşılır olma durumuna getirmesiyle “umut göçerliği” yapma hezeyanından kaynaklanıyordu. Bu dönem; önüne fırsatlar sunmuştu bu fırsattan gereği kadar yararlanmış olması ekonomik ve sosyal hayatlarına hayal bile edemeyecekleri göz kamaştırıcı bir şekilde yansımıştı.
Öyle ki şu an içinde bulundukları taşradaki ata yadigarı bu bağ evini bile unutmuşlar, her hatıranı üzerine toz katmanları da katarak zamanın raflarında beklemeye koyulmuş iken yöreden sıradan bir taliplisi çıkınca satmaya “zaman ayırma külfeti”ne bile katlanacak durumda değildi ama yine de hanımın.
“ Belli mi olur belki bir gün restore ettirir birkaç günlüğüne nostalji uğraması yapabiliriz” isteğine karşılık unutulmuş gitmişti. Varlığı bir kenara atılmış kendi haline terk edilmişti yeniden fark edilmeyi bekleyene kadar.
Yaşam; bizim onun üzerine yaptığımız planlardan ziyade kendi planlarını daha çok önemsiyordu.
Şimdi ise duyduğu pişmanlıklar arasında bu baba yadigarının elden geçirilmemiş olması da bulunuyordu. Yeniden buraya sürüklenişten asla öykünmüyordu. Bazen acıların yaşanmasının keyfini de çıkartmak gereğine inanıyordu.
Tanrı bile acıların arkasına keyifler gizlememiş miydi? Öyleyse sorun yoktu lakin bu sefer kantarın topuzunun biraz fazla kaçmış olduğunu düşünüyordu. Daha öncede çok derin izler bırakan acılar yaşamıştı, her dokunuşunda canını yakan sızlayan “iz”ler…
İki çocuğundan küçük olanı kızdı, ağabeyinden beş yaş küçüktü lakin onun babasına olan düşkünlüğü gizli bir düşmanlık duygularını kabarttığının farkına varamayacak kadar küçük ve saftı. Hele ki bu düşmanca duygular kendi kadar saf kendisi kadar yakın birinden gelecekse…
Ağabeyinin taktığı çelmeyle yola yuvarlanmış gelmekte olan aracın altında can vermişti. Babasının “kardeşini özlüyor musun?” sorusuna “Senin yüzünden oldu” diyecek kadar nefretini gizlemiyordu baş başa kalınca.
Bu olay ailede derin izler bırakmış izlerin derinliği hep saklanmaya çalışılmıştı… Kendisinden nefret edilişine bir türlü anlam verememişti. Sıradan bir aile anlayışına sahipti onca imkanlarına rağmen. Çocuklarına daha bebek yaşlarından itibaren iyi bir eğitim almaları için çabalamış ve bunu başarmamın daima gururunu taşımıştı.
Tanrı inancı ve sosyal bağlara önem vermenin, sağlıklı birey yetiştirmenin temel kurallarından olduğuna inanan düşünceyle hareket etmiş, kuşak ya da birey açılmalarına, kopmalarına izin vermemişti. Gerektiğinde pedagoglardan da profesyonel yardım almayı da ihmal etmemişti.
Ama baş başa kaldıklarında oğlunun bakışlarında, her seferinde gittikçe kabaran gizlenmiş nefreti görmek, içindeki en büyük yıkıma neden olmanın başında geliyordu.
Nerde hata yapmıştı bulamıyordu… Kız kardeşinin ölümü ile ilgili hiç pişmanlık duymamış olmasını aldığı psikolojik yardıma bağlamanın hata olduğunu oğlunun kin ve nefretle büyüyen her bakışında görüyordu.
Buna rağmen iyi bir üniversite eğitimi almış iyi bir yuva kurması babasını ümitlendirmiş her şeye yeniden başlamanın sevincini yaşatmış ve babasının “ben bir devletçik kurdum bunu sen imparatorluğa dönüştürebilirsin “ teklifini her defasında büyük bir haz alarak defalarca reddetmiş ve kendi isteği alanda çalışmaya başlamıştı.
Mutlu bir evliliği vardı bu evliliğin ürünü olan çocukla birlikte her şey bir anda değişmiş torununun yüzünü dahi babasına göstermemişti. Aynı şehirde nefes almak düşüncesi bile onu yoruyordu.
Kanada’ya yerleşeceğini söylemişti. Babasının karşısına son kez çıktığında bir soru sordu.
Baba, dedi. Ben Tanrı’nın sana olan eksikliği miyim?...
Bunun oğlunun bir veda sorusu olduğunu tahmin etmesi zor olmamıştı.
Bu soruya hangi cevabı verirse versin olumlu bir karşılık bulmayacağını düşündü.
Algımız ve duylarımız sınırlıdır. Ötesinin var olduğunu biliyoruz ama ne ve nasıl olduğunu bilmiyoruz. Bu sorunun cevabını da ancak Tanrı bilir…
Bildiğim, insanlar zor durumda kaldıkları zaman inanmasalar bile beyinlerinde bir Tanrı yaratıp öfkelerini ondan çıkarırlar. İnananlarsa cennet avcılığına devam ederler ben burada sadece Tanrı’nın masum olduğunu düşünüyorum.
İnsanların yasaları kendi Tanrılarını üretmek ihtiyacından ortaya çıkar. Yasaların kendilerine adil bir şekilde hizmet etmesini isterler aslında ortaya merkezine koydukları insan “hüman”değildir. Yasaları esir alma biçimidir.
Yani kendi ürettiğimiz Tanrı’yı esir alırız.
Oğlunun bir kez olsun mutlu olacağını düşündü ama gözlerinde her seferindekinden daha keskin daha katı nefretin ne kadar büyüdüğünü gördü bu soruda. Ama bu “görüş” yıllar yılı beynini kemiren o nefretin kökenini de ortaya koymuştu.
“ Aşamamak…”
Bu gidişin ya da kaçışın hemen arkasından hanımı hastalanmış ve hastalığı yaşamlarının merkezine dönüşmüştü. Sonuçsuz tedavi için yurt dışına gidiş gelişler ve özlemi gidermek uğruna bulmak için oğlunun peşine düşüşler peş peşe ekonomik sarsıntıları da beraberinde getirmişti. Bunu hep gizlemek zorunda kaldı, bir diğer gizlediği de bozulan sağlığıydı.
Eşi için yapacağı bir şey kalmamıştı acısız bir sonu dilemekten başka… mekan ve zaman kavramı da kaybolmadan hemen önce bu son kaleye sığınmışlardı. Anılar bile kendisine soğuk davranıyordu. Bir zamanlar parçası olduğu bu mekanın manzarasından kesilip atılmıştı.
“Yemek hazır” diye seslenişini duydu annesinin.
“ Tamam! Geliyorum!” diyen haykırışı hanımını uyandırmıştı. Elini yüzünde gezdirmiş öptükten sonra başının üzerine koymuştu, eli öylece orada kalakalmıştı. Eşi elini çekme gücünü bulamıştı, kayan eli kocasının buz kesmiş teninde kayarken.
“ Oturma burada üşütürsün demedim mi…”diye inlerken koridorun başından yayılan tahta gıcırtısını duydu, başını çevirmenin acısına aldırmadı.
Banyonun uzun ve dar penceresinden koridora sızan yoğun ışık hüzmesi iri bir bedeni aura gibi çevrelerken ortasında tanıdık bir silüet oluşturuyordu. Serin bir esinti hissetti, bu esinti mutfağın kapanmamakta direnen tahta kapısını kapatmıştı. Ağzından iniltiyle karışık mecalsiz sözcük öbeği duyuldu.
“Sen mi geldin oğlum…”
Adam bu seslenişle birlikte başını uzun koridora çevirdi. Hiç kimse yoktu.Mutfağın kapısının kapalı olduğunu görünce içinde büyük bir merak uyandı. Bu nasıl olur? Karısının başını hafifçe kaldırıp yastığa koydu.
“Bak Mehmet, dedi kadın ikinci kez. Oğlumuz gelmiş, hadi karşılayalım onu.”
Kanada’da bir bilgisayar ekranının açık sayfasında bir haber duruyordu.
“Terk edilmiş bir evde yaşlı bir çiftin cansız bedenleri aylar sonra bulundu.”
Mükemmel bir anlatıydı duygusu ve kurgusuyla Sayın Kına Öykü ve deneme türü yazımlarınız çok başarılı ve ders nitelikli içtenlikle kutlarım Saygı ile