Muzur Neşriyat / Çıplak Adam
Hayatımızın en güzel dönemiydi onlu yaşların başlangıcı ve biz dünya kavgalarından çok uzaktık, üstelik yaz mevsimiydi, her yer yemyeşil, ağaçlarda meyveler, bahçelerde envaye çeşit yiyecek ve biz bu zenginlik içinde kaybolmuş, sanki sarhoş olmuştuk.
Eskisi gibi yaramazlık da yapamıyorduk, sabahtan planını yapıyor ama öğleden sonra olmadan vaz geçiyorduk, mide fesadı artık günlük hastalığımız olmuştu, bizim fesatlığımızdan önce.
Yine böyle günlerin birinde sabahında en güzel planlarımızdan birini yapmıştık, diğer köylerin birinde, çilek ekili bahçe vardı ama hem köpek tarafından korunuyor hem de bahçe duvarları çok iyiydi. Biz bahçeyi son çileğine kadar talan edecek planı yapmıştık ama bugünde çıktığımız armut ağacından göbek önde ve artık su bile içemeyecek bir halde inmiştik. Hatta Yüksel inerken düşmüş, abim dalga geçiyordu,
-Oğlum çıkarsın armut ağacına, yersin hamını,..."
Artık amacımız, sadece kendimizi eve belki de şuralardaki ağaçların birinin gölgesine atıp biraz kestirmekti. İşte o ara yine en cin fikirli abimin gözü amcamın bahçeye yeni yaptığı fakat bir türlü bitmeyen havuza ilişti ve dönüp bize.
-Fatih, Yüksel oğlum ne diyonuz, havuza girelim mi?
Biz tedirgindik, havuz hem eve çok yakındı, hem de annem çok kızıyordu, üzerimiz başımız çamur oluyor diye, bu tedirginliğin korkusu da, dayak sancısıyla birleşince, olmaz dedik haliyle,
-Oğlum git işine, yatarız şurada işte, hem suda az zaten.
-Korkuyonuz oğlum, su filan bahane, desenize yemiyo..
Bu ne demekti, bizi yumuşak karnımızdan yakalamış, tarihin yazmadığı şeyi söylüyordu, korkmak ne demek, artık ne kadar yasak da olsa, suç da olsa o havuza girilmeliydi. Bizim bir onurumuz ve gururumuz vardı.
-Tamam len, hadi girelim ama demedi deme, annemden iyi bir dayak yiyecez herhalde, bu sefer,
Ve işte karşımızda o Lut Çukuru gibi duran büyük havuz, dibi toprak, belki de bataklık, ama oyunlarımızın vazgeçilmezi çamur. Kenarına bütün elbiselerimizi çıkarttıktan sonra anadan üryan bir halde, kıyısından aşağı inmeye çalışırken, Yüksel seslendi;
-Oğlum bana bakın, şimdi buradan havuza atlayacağım, hem de tam ortasına.
Bahsettiği yer yaklaşık iki metre ilerisi ve iki metrede deriniydi, durduğu yerden. Oysa biz atlama taraftarı değildik ve korkuyorduk. Yüksel'i uyardık ama bu atlayışın kahramanı olma fırsatını kimseye kaptırmamak için büyük bir aceleyle koşarak atladı havuza. Ve beklenmedik bir son; yarım metre suya atlamıştı ama şimdi omuzlarına kadar suyun içinde duruyordu, anlamamıştık ne olduğunu, ama O anlamıştı.
-Lan beni çıkarın buradan battım, dibi çamurmuş, çıkarın çabuk
Oysa biz gülmek için verilen bu fırsatı sonuna kadar kullanmak için hiç acele etmiyorduk. Karnımız katılana kadar gülerken bile hareket edemeyen garibime eziyet etmekten de geri kalmıyorduk. O bize fütursuz küfürler savuruyordu. Hepimizde kardeş olduğumuz için umursamıyorduk hiç, gülüyorduk. Çıkarttık sonun da, Yüksel hiç kin gütmezdi ve hemen unuttu yaptıklarımızı, kendimizi bu çılgın ve kirli eğlencenin içine verdikten sonra, dünya ile bağımız kopmuştu. Birden evin demir kapısının sesi ile irkildik, kapı örtülmüştü, yavaşça başımızı uzatıp, erkete pozisyonuna geçince korku tüm yüreğimizi sarıverdi. Evet, gelen annemdi, abimle ben yıldırım hızıyla havuzun çamur deryası duvarına çıkmaya çalışırken, birden Yüksel'in kaybolduğunu fark ettik. Ne ara çıkıp ta kaçmıştı bu serseri.
Biz kendi canımız derdine düşmüş, düşe kalka duvarı aşmış ve elbiselerimizi almıştık, annem arkamızdan öfkeyle bağırıyordu;
-Gelin buraya ermeyesiceler, kaçmayın, sizin zeyninizi patlatacam...
Tabi ki bu onun öfkesi geçene kadar kaçma uyarısıydı. Biz anadan üryan, elimizde elbiseler, koşarak çalılıklara ulaşmıştık. Abim;
-Lan, elbiselerin yanında Yüksel'in elbiseleri duruyordu, o salak havuzda da yoktu nereye gitti, gördün mü?
-Yok be, nerden görecem, Yüksel oğlum bu, kendini ele vermez, sen bizi düşün eve nasıl gireceğiz.
Tabi ki annem bizi yakalama ümidini kaybedince, havuz yönelmiş bizde çalıların arasından gizlice O'nu setrediyorduk. Dikkatli, dikkatli havuza bakıyordu, sanki havuzda bir şey var ve onu gözlüyordu, sonra birden her ne olduysa birden yerden bir taş alıp bütün hıncıyla havuza fırlattı ve bir feryat koptu,
-Ahhhhh...
Bu Yüksel'in sesiydi, şimdi her şey karışmıştı, tam bu sırada Yüksel can havli ile havuzdan çıkarak köyün altına doğru koşmaya başladı. Annem elbiselerinin yanında olduğu için elbiselerini de alamamıştı yani çırılçıplaktı.
Sonradan anladık ki; bizim salak, kendini havuza gömme yöntemiyle annemden saklanmayı düşünmüş, uyanık ya, annem elbiselerini kenarda görünce zaten işkillenmiş, bizim esas oğlanın da sırtı havuzda görününce annem, başlamış beklemeye, nasıl olsa çıkacak bu çocuk diye.
Kadın malını bilmez mi? Az bi bekleme ve hooop su üstü, Avını bekleyen avcı gibi taşı belinin orta yerine yerleştirmiş tabi, affeder mi, affedilir mi?
-Abi ne yapacaz şimdi, oğlum gördün mü Yüksel çıplak kaçtı, eve nasıl girecek ya biri görse dışarıda.
-Dur bakalım hele eve biz bir girelim de, Ona elbise götürürüz.
-Nerden bulacan da verecen elbiseyi?
-Lan salak dal, .... Adam nereye gider gündüz vakti, aşağılarda bir yerde bekler işte.
Kendimizi feda etme kararı almıştık, Yüksel için, normalde biz akşama filan eve gelirdik, annemin de kızgınlığı geçerdi, belki en fazla birer süpürge topuzu yerdik, oda dek getirebilirse. Ama şimdi eve gitmemiz lazımdı. Yüksel'e elbise lazımdı. Annem de sanırım anlamış ki, niyetimizi kapını yanında bekliyordu,
-Gelin hele gelin, gelinde ben gösterecem size, siz benim ömrümü mü yiyeceniz, ermeyesiceler,
Yapacak bir şey yoktu, gittik, önce temiz bir dayak, sonra banyo faslı, dayaktan beter, tas ve sabun, kaya gibi iniyordu kafamıza, biz ağladıkça annem kızıyor daha çok vuruyordu kafamıza.
O kadar dayağı yedik ve banyoda bitti, şimdi evden kaçma zamanıydı ve fırsat kolluyorduk, annem o asil kadın biz leb demeden yaramazlık kokusunu alırdı.
-Geçin bakalım şu odaya, buradan çıkmak yok, bi çıkın beyninizi ezerim.
-Anne ya biz gelecez şimdi, hadi on Dakka.
-Sus gidinin dölü, ömrümü yedin yetmedi mi? Ses çıkarma otur şurda.
Eyvahhhh... Allah Yüksel'e rahmet eyleye, şimdi o eve de gelmez, inatçıdır, eğer dayağı da yediyse ki, hakketten yedi, biz gitmeden gelmezdi, ama biz gidemiyorduk, elbisede yoktu.
Yüksel şimdi köyün etrafında anadan üryan ne yapıyordu acaba.
Aradan birkaç saat geçmişti ki, komşu köyün gençleri geldi, amcam yoktu evde yengemle ilçeye gitmişti. Annem kapıyı açtı.
-Yenge, köyün yakınında çobanlar çıplak bir adam görmüşler, duyduk Tahir abide yokmuş, siz kapıyı açmayın biz, köpekleri de getirdik, birazdan buluruz kimse o sapık herif. Annem anlamamıştı hiçbir şey yada anlamasına fırsat vermeden telaşla gitmişti gelen kişi.
-Lan oğlum, sapık diyorlar, çıplak adam diyorlar, lan vurmasınlar bizim salağı.
-Olur mu olur, şimdi bunda şans yok ya gelir kutup ayısı bulur bizim bedeviyi dedi ve anneme döndü abim.
-Ana, bak bunlar bizim Yüksel'den bahsediyorlar, valla gidip bakalım şuna.
Annem ise çok öfkeliydi,
-Bi bilem bakmam, ne hali varsa görsün, kim demiş ona kaç diye, çok biliyosanız gidin bakın ama elbise filan almak yok, ona göre, öyle çıplak gelsin ki, hırsım geçmeden bide onu alayım elime,
Fırtına gibi çıktık evden, bulacağımız yeri çok iyi biliyorduk, herkesten önce koşa, koşa Eğri Ahlat'ın üstünde, en cin tepesinde kalakalmıştı garibim, bizi görünce nasıl sevinmişti.
-Lan oğlum nerde kaldınız millet de gördü zaten iki saattir burada saklanıyom. Dondum ya.
-Geldik işte oğlum, biz senin için anamdan dayak yedik, gel hemen aşağı millet gelecek,
-Ne milleti ya..
-Seni arıyorlar sapık diye,
-Hay anasını ya ne şans var bizde şimdi eve giderim bide yengem döver, oğlum sordu mu beni?
-Bekliyo oğlum, o dayaktan kaçışın yok.
Annem akıllı kadındı, Yüksel'in eve öyle çıplak gelmesini istiyordu, öyle gelmeliydi ki, kızgınlığı tekrar gelsin ve dövebilsin. Ama bizde akıllıydık. Giyinirken ben üstüme ikişer üçer giymiştik, kazağı, atleti, abimde altına fazladan külot ile eşofman giymişti. Hemen tekrar çırılçıplak soyunup elbiseleri paylaştık aramızda. Yüksel candan bir tavırla;
-Lan oğlum varya bizi kimse alt edemez, anasını satarız dünyanın diyerek sarılmaya kalktı. Abim hiç sevmezdi böyle duygusal anları. Yüksel'i iterek;
-Lan git şurdan, salya sümük, beni mi yalayacan.
Ama gerçekte oda çok severdi sadece belli etmezdi. Artık havada kararmaya yüz tutmuştu. Hoplaya zıplaya eve vardık, amcamlarda gelmişti. Bu iyiydi, amcam kendisi hariç başkasının bizi dövmesine de müsaade etmezdi. Annem bize kızgın bakışlar atıp sanki ben bunun hesabını size sormaz mıyım edasıyla bakarken, kapı çaldı. Gelen yine komşu köyün gençleriydi, amcama;
-Tahir abi, aradık aradık bulamadık o çıplak adamı, ama sen yinede dikkatli ol. İstersen kalalım, ne dersin?
Amcam anlamadan,
-Yok gerek yok gidin siz dedi.
Bize dönerek sanki bizden bilirmişcesine baktı ama annem dahil kimseden ses çıkmayınca şaşırdı, annem bizi ele vermemişti ama biliyorduk bu hesapta daha kapanmamıştı. Yüksel'in alacak bir dayağı vardı, annemden.
Ama bizimde ona minnet borcu. Şimdi annem bize kızgın, biz ona minnetkar, amcam da bize şaşkın gözlerle bakıyordu. Çıplak adamda kendi evinde oturuyordu.