Muzur Neşriyat - Goralı'nın Alağı 1
Çocuktum ve çocukluğumu doya doya yaşadım.
Memleketimin en güzel yeriydi köyüm, belki de altın kafesimdi. Babam yurtdışında çalıştığı için amcamların yanında köyde kalıyordum ve haliyle de okula köyde devam ediyordum. Yaşım gerçekte on bir olmasına rağmen annemin tabiriyle yaramazlık yaparken koca adam yaşındaydı.
Akşama kadar yaptığımız ve yapacağımız yaramazlıkların faaliyetleri ile geçerdi günümüz. O kadar sistemli yaramazlık yapardık ki; ertesi günün hınzırlıklarını bile planlardık. Günün bitimi, mahşerdeki hesap günü gibi, amcama anlatacağımız gün içinde yaptıklarımıza bağlıydı. Annem muzur neşriyat, amcam sacırak bacağı derdi bize, çok merak ederdik, niye bize böyle söylüyorlar diye. Yıllar sonra anladık, sacırakta bir bacağın olmaması söz konusu bile değilmiş. Muzur neşriyatta her türlü fikrin ve zararlı şeyin çıktığı kaynakmış. Bizde öyleydik. Gece bile üçümüz beraber yatardık. Her yaramazlığı beraber yapar, hatta tek kişilik yaramazlıksa bile üçümüzde elimizi değdirirdik. Çünkü amcam bizim ruh halimizi çok iyi bilir ve ayrılmamamızı da çok severdi belli etmeden, belki de onun için cezada da, ödülde de, dayakta da hiç ayırmazdı üçümüzü de.
İşte böyle hayallerimin peşinde akşam ettiğim günlerin daha en başlarındaydı.
Sabah erkenden ahırdan inekleri çıkarttık ve otlatmaya götürdük, amcaoğlum Yüksel, abim Ali ve ben. Hayvanları otlak da serbestçe saldıktan sonra sabah azığımızı açıp yerken bir yandan da bugünün planını konuşuyorduk;
-Abi, bak öğleden sonra Goralı'nın alağını yıkarken sende gelecen, geçen de kaçtın zaten, canımız çıktı Yüksel'le adamın ağacını kesene kadar,
-Lan oğlum dayağını beraber yemiyor muyuz akşam eve gidince? Amcam beni ayırdı mı döverken?
-Olsun, sabaha kadar her yanım ağrıdan koptu, ya Yüksel sende bir şey söylesene şuna,
-Oğlum Fatih doğru söylüyo, hep kaçıyon zaten, biz hem çalışıyoz hem dayak yiyoz, sen sadece dayak yiyon.
-Ya tamam anasını satayım, anladık hele siz deyin bakalım alağı nasıl yıkacaz, oğlum oranın çatısında en az beş yüz kiremit var, altında kalırız valla,
-O şerefsizi hiç sevmem, betondan yapsa yine kırarım, alt kısmı taş duvar ya oradan yıkarız herhalde, hadi inekleri yavaş, yavaş çevirelim yukarıya doğru da, öğleden sonra filan anca gideriz oraya,
Tabiî ki biz, bir yandan derelerden fındık topluyor, tarlalardaki meyvelere sarkıyor, ormanda mantar arıyorduk bir yandan, yaşımız küçüktü ama civar köylerle beraber bizden bıkmayan kalmamıştı, herkes sizi amcanız ıslah etsin diyordu, oda ne yapsın, her gün vukuat, her gün zarar, ama bizi de çok severdi, asla belli etmezdi sevdiğini, çok terbiyeli, çok çalışkan ve dürüsttük, asla yalan söylemezdik, annem siz adam olmazsınız derdi hep, aramızda da hep bunların münakaşalarını yapardık, ailemizle kimin arası iyi değilse yada kim aileden birini sevmiyorsa onun ocağına incir ağacı dikene kadar her şeyine zarar açardık, korkmazdık kimseden, koca koca adamlara meydan okurduk, bu Goralı denen adamı da hiç sevmezdik, suratı meymenetsizin biri olduğunu hemen belli ediyordu. Kangal köpeğimiz vardı, gözümüz gibi bakardık ona, günlük azığımızı bile ona verirdik, evden ona yiyecek çalarken çok sopa yedik annemden ve yengemden, bu adam yalan söyleyip bizim köpeğin, kendi kazını yediğini söylemiş ve amcamla dalga geçmişti bu salahına köpeği besliyorsun diye, amcamda vurmuştu hayvanı.
İşte o gün, bu gündür planlarını yapıyorduk bu intikamın. Bugün maaş günüydü ve herkes ilçeye gitmişti maaş almak için, tam fırsatıydı. Kendi kendimize deli oluyorduk, kızıyorduk adama, 'Sen kimsin ki, bizle uğraşıyorsun diye.'
Ve öğleden sonra bizim günlük koşturmacılarımızla gelivermişti hemencecik, şimdi düşman topraklarındaki korkunç bir kale gibi karşımızda duruyordu bu alak, aslında alak denen bu yapı bahçelerde çalışırken dinlenmek, yemek ve yaz döneminde de geceleri bahçe beklemek için kullanılan küçük kulübelerdi.
Ama bu öyle değildi, memleketin en büyük alağı buydu, iki odalıydı ve devasa görünüyordu, şimdi hepimiz birer mimar olmuş ve bu kocaman düşman kalesini ele geçirip yerle bir etmenin yollarını arıyorduk, bu düşüncelerle kimse konuşmada öylece bakarken alağa, abim sessizliği bozarak;
-Lan oğlum şu alt köşedeki büyük taşı yerinden çıkarsak göçer herhalde, ne diyonuz?
Abim içimizde en kaytaranımızdı, eğer konu iş ise abim onu yapmamak için mutlaka bir bahane bulur ve satardı bizi, Yüksel'le bende hamal gibi çalışırdık. Oysa şimdi hem Yüksel hem de ben hayretler içindeydik. Abim çalışmayı göze almıştı. Hayret! Çünkü dediği taş belki bir tondan daha da ağırdı ve bizim elimizde bir küçük balta ve çakı bıçağımız vardı ve Ali çalışmayı göze almışsa konu çok ciddi demekti, Yüksel hayretle;
-Ali hayırdır, sen çalışalım diyon, noldu sana?
-Ya bu şerefsize gününü gösterelim de, ben bile çalışırım valla, siz ne diyonuz o taşı çıkartırsak göçer mi burası?
Ben kırk yıllık taş ustası edasıyla söze atıldım,
-Aslında yıkılır ama o taşı biz çıkaramayız ama eğer uzun bir ağaç kesip manivela gibi kullanırsak belki çıkartırız yerinden,
-Oğlum ağacı ne ile kesiyon, bu yumurta kadar balta ile mi? Hem buradan meyve ağaçlarından kesersek millet anlar bizim yaptığımızı, unutmayın bu iş için babamdan dayak yemiycez, dedi Yüksel.
(Goralı, köyümüzde Kore savaşında savaştığı için köylüler tarafından bir büyüğümüze Koreli diye takılan lakabın köy lehçesindeki söylenişidir.)