Nanköristan Prensesi
Bir varmış, hep varmış, çok azmış; evvelden önceki zaman diliminin çaresizliğince nanköristan diye bir ülke varmış. Bu ülkenin güzel mi güzel, akıllı mı akıllı, yetenekli mi yetenekli ama bir o kadar da bardağın hep boş tarafını gören yalnız bir prensesi varmış. Ailesi onu çok sever, bir dediğini iki etmez, ne olursa olsun ondan taraf olurlarmış. Nitekim nanköristan burası; prensesimiz ne bulsa ne alsa ne etse yine de bir türlü mutlu olmazmış. Hep elinde olmayanlar için şikayet eder, onları düşünür, varlığında yanında olanların kıymetini yokluklarında bile bilmezmiş. Hâl böyle olunca bu işe dur demek için pişmanistan ülkesinin prensini nanköristan ülkesine getirtip prensesi hayat dolu ve umutlarla mutlu olabilmeyi seçen biri hâline getirmeyi düşünmüşler.
"Prensin beni etkileyeceğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Aşk defterim hiçbir zaman açılmadı Ki; kapanmaya da açılmaya da yüz tutsun. Neden ısrarla o geliyormuş hem? Diğer ülkenin sıradan erkeklerinin suyu mu çıkmış?"
"Prensesimiz, sizi kendinize getirebilecek olan tek kişinin pişmanistan ülkesinin yakışıklı ve yaşadıklarından dolayı pişman olup hayatı her ne yaşarsa yaşasın sevmek yetisiyle dolduran prens olduğunu düşünüyorlar kralımız."
"Beni prenses olmama rağmen bugüne kadar platonik aşklar faytonuna bindiren asilzade sevicileri sevmemiş, pişmanistan ülkesinin prensi mi sevecek?"
"Haddimize değil ama; bakın yine aynı şeyi yapıyorsunuz. Şikayet, umutsuzluk ve sitem. Bu kadar kör olmayınız prensesim, elbet bir yerlerde umut saklıdır. Siz aslında..."
"Tamam, tamam, kes akılverenoğlu, şimdi hemen dışarı çık!"
"Diprensesim, özürlerimi kabul ediniz."
"Çık dışarı, yalnız bırak beni!"
Diprenses odasında yalnızlığına şarkılar söylemeyi yeğlerken pişmanistan ülkesinin yakışıklı prensi nanköristana ayak basmak için kollarını çoktan sıvamış bile...
"Prensim, eğer gitmek istemiyorsanız..."
"Ben, hayatımda bir kez pişman oldum izbükücüoğlu, bilirsin; bir kere oldum mu da, bir daha olmam. Prensesi iyileştirip ona hayat vermek için yola koyulmalıyım."
"Çok nankörmüş, elinde olanların kıymetini hiç bilmezmiş, sizin de kıymetinizi bilmezse?"
"Kıymet, kıymet verenin yanında değerlidir izbükücüoğlu, ben kıymetimi ona sunayım da; o nankörce beni istemeyecekse güneş onu yakar; beni ısıtır, hepsi bu..."
Diprenses geçmişte yaşadıklarına takılmayı müzik dinlemeyi sevdiği kadar çok severmiş. Mandalla tutturduğu çocukluk mektubu onu ıskalamak niyetini üstüne döktükçe istediği hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğini düşünür dururmuş. Aslında o mandalla tutturduğu çocukluk mektubu rüzgarın yellenmiş esintisinde çoktan geçmişe koşarak gitmiş amma velakin prenses bunu neden hazmetsin, öyle değil mi? Sonuçta o bir prenses... prenses olmak hakkı kendince kendisinde var olurken sıradan kız güneş gözlüğüyle hayata bakıp şanssız olduğunu düşünürmüş. Prenses, prensesliğinin bile değerini bilmiyorsa Tanrı onun için ne yapsın? Onun kendince tapılacak bir sürü yalnızlığı var...
Pişmanistan ülkesinin prensi nanköristan prensesinin ülkesine geldiğinde ülkenin kendisinde öz yolculuğu gibi misafir edilecek yollanmak istenince yollanamayacak temelli kalınmasından korkulacak bir koku olduğunu hemencecik fark etmiş.
"Bu koku..."
"Prensim, hoş geldiniz. Bu koku, prensesimizin nankörlük kokusudur. Yıllardan beri hiç geçmedi ne yazık Ki."
"Anlıyorum. Geçmesi için benim buralara gelişim yeterli olmayacaksa derhal prensesi görmek isterim."
Prenses odasında siyah ojelerine bakıp siyah nevresimi ve siyah çoraplarıyla ojelerinin karanlık uyumlarına gülümsüyordu. Tam o sırada prensesin odasının kapısı çalındı.
"Kimsiniz? Rahatsız etmeyin demedim mi?"
"Ben, umprensi; pişmanistan ülkesinden geldim prensesim."
Prenses tam çık dışarı diyecekken prens bir cüretle kapıyı açmak gafletinde bulundu. Diprenses yeşil gözlerinin, kıymete binmemiş kumral saçlarının ve aslında ruh güzelliğinin farkında olmayarak umprensine bakıyordu. Umprensi diprensesini görür görmez kalbinde çalınan aşk şarkıları solfej derslerinden kalmış bir talebenin çaresizliğini anımsatıyordu.
"Gözleriniz... gözleriniz prensesim..."
"Bu ne cüret!"
Diprenses de umprensinden hoşlanmıştı aslında fakat kalbinde aşılmaz nankörlük duvarları saklı gibiydi. O hayatını kazanmak istiyordu, o mesleğini icra etmek istiyordu ama hayatın türlü fedakarlıkları onun için dönüp dursa da korkularının esiri bir hayatı kendisine reva gördüğü ve yerinde saymayı seçtiği için kaderini suçluyordu. Umprensi o yeşil gözlerine mi vurulacaktı sanki, ya giderse? Ya platonik aşk serçesi muhabbet kuşunun kanadını yaralamayı seçerse diye düşünerek o ânın güzelliğini yaşamak dururken bir kez daha nankörlük perdesini kendince aralıyordu.
"Gidin buradan! Kalbim virandır benim; ördüğüm yalnızlık duvarlarından atlamak hiçbir kul için mümkün değildir bu siz bile olsanız..."
Umprensi prensesin söylediklerini umursamayarak prensesin odasına adım attı. Kahverengi gözlerinde uçurtmalar uçuyor gibiydi; prenses çocukluk hayali olan uçurtmayı hiçbir zaman gerçek anlamda uçuramamıştı ve şimdi birinin gözlerinde uçurtmasını görüyor gibiydi. Gökyüzü alacalı bulacalı kanrevan gençliği trenin peşine takılıp yetişemeden kaybolan küçük bir kız çocuğu gibi...
"Gidiniz prensim. Benim ülkem ve benim kirli düşüncelerim size göre değil."
"Siz dediğiniz ben, size gönül bağlarsam ve yaralarınızı tahammül savaşımla yenersem beni sever misiniz?"
"Kalbim sevmek için çok yaşlı; bedenime aldanmayın. Kalbim kırık müptelalığımın kırık sazının kopmuş gün yüzü görmeyen teli... gidiniz prensim."
"Ben de pişman oldum çoğu zaman, sevmekten korktum, yaşatmaktan korktum yaşamaktan korktuğum kadar ama yaralar sarılabilir bir el uzanırsa, tutun elimi..."
Prensesin gözleri dolmuştu... bir otobüse binip tek başına yaşadığı şehirden uzaklara başka bir şehire sevdalı bir genç kız gibi gidip umutlarını orada yaşatmak gayesiyle dolmuştu içi; bu mümkün olabilir miydi? Yollar uzun olsa da izbe dünyasının karanlık seçimleri aydınlık yolların hışmına uğrayabilir miydi?
Bir umut dolmuştu birdenbire içi; etrafına bakmak ve etrafını yaşamak isteğiyle dolup taşmıştı. Etrafına baktığında etrafında uyuyanoğulları, prensesin kulağında ecnebi diller fısıltısı gibi çalan ecnebice şarkılar ve otobüsün ıssızlığıyla koşuşturan giz dolu ardında bıraktığı asfaltlar vardı; yollara gark etmişti prenses... dinliyordu ecnebi diller fısıltısını hiç uyumayıp ardında bıraktığı yolları seyrederek... gidiyordu prenses nanköristanını terk etmeyi düşleyerek, sağına döndüğünde yanında uyuyan genç bir kadın vardı, prensesin yenikdüşensavaşıkazanır isimli ablasıydı. Gidiyordu prenses, prensin Yok olup aslında hiç olmayışına aldırmadan oturduğu koltuğun numarasını unutmuş bir halde yepyeni bir şehrin içine karışmak umuduyla gidiyordu. Gittiği gibi kalıyordu prenses, yazarın gözünde bir damla yaş olmaya kıyamayıp yazarın kendisi olduğunu itiraf ederek...
Günün öyküsünü ve yazarımızı kutlarız👑
Teşekkürler efendim 👍