Öğretmen Okulu Yılları (b.ö.r. -11-)
Güneşli bir Trabzon sabahı, sahildeyiz. Geceyi bir kıraathanede geçirdik sandalyelerin üzerinde uyuyarak. Hepimizde aşırı yol yorgunluğu ve uykusuzluk hali. Gözlerimiz zor açılıyor. Karşımızda mavinin en koyu tonlarının cömertçe sergileyen Karadeniz. Güneş ufuktan hayli yükselmiş. Güneşle denizin buluşması ne hoş bir görüntü. Bu görüntüyü ilk kez görüyorum. Ufuk çizgisi ta ilerlerde. Birkaç balıkçı kayıkları yüzüyor karşımızda. Arkadaşlarla konuşuyoruz, 'Güneş hangi taraftan doğdu. Biz dün gece ne taraftan geldik...' Kolomb'un, yeni kıta topraklarına ayak basan adamları gibi şaşkınız. Yavaş yavaş ortama alışmaya başladık. Okulu bulduk. Büyük sınıflarda okuyan ilçemizin tanıdık ağabeylerle buluştuk. Büyük sınıflar derslere başlamışlar. Bizlerin önünde daha kat edeceğimiz merhaleler var. Sınav ve sağlık raporu. Bu aşamalardan sonra okul bizleri kabul edecek. Bir otel bulup sınavı beklememiz söylendi kılık kıyafetleri düzgün kravatlı ağabeylerimizce.
Çömlekçi mahallesinde bir otele yerleştik aynı ilçenin genç öğretmen adayları. Sınavı bekliyoruz. Napolyon'a atfedilen bir söz var. Bir zamanlar tüm Avrupa'yı titreten boyu kısa adam der ki, 'Benim için bir sınav, üç meydan savaşına girmekten daha zordur.' Bu sözün gerçek payı olsa gerek. Ülkemizde sınavlar insanımızı en çok yıpratan bir olgu olmuştur yıllarca. Lokantalarda yemek yemek yok bizler için. Harçlığımız çok az. Önümüzü tam göremiyoruz. Domates, üzüm, peynir ve ekmek alıp otelde besleniyoruz. Şehri dolaşıyoruz ikişer üçerli gruplar halinde. Tek masrafımız sinema. Hemen hemen her akşam sinemaya gidiyoruz. Trabzon'da sinema çok. Her matinede iki film gösteriliyor. Başrollerini Kartal Tibet, Selda Alkor ve Tanju Gürsü'nün oynadığı Elveda adlı bir film oynuyor. O filmin bazı sahneleri önceki yıl Trabzon'da çekilmiş. Arkadaş grubum ve ben müthiş sinema meraklısıyız. O filmin çekildiği yerleri geziyoruz ne hikmetse. Boztepe'ye çıkıyoruz. Bu tepeye çıkıp Trabzon'u kuş bakışı seyretmemek olmaz tabi. Doğudan batıya, şehrin tüm mahalleleri, limanı adeta kanatların altında. Ve Karadeniz, sahil açık mavi, daha ilerlerde mavinin biraz daha koyu tonu, nihayet masmavi sular. Doğa yemyeşil. Yeşille mavinin en eşsiz örneği hep gözler önünde. Her gün okula uğramayı da ihmal etmiyoruz.
Nihayet beklenen gün geldi. Artvin'den ve Trabzon'dan birinci sınavı kazanlarla yarışacağız. Klasik yazılı. Soruları oldukça başarılı cevapladım. Dikdörtgenle ilgili bir soru vardı. Alan soruluyor, ayrıca bir şekilde dikdörtgeni döndürürsek oluşacak cismin hacminin hesaplanması isteniyordu. Oluşan cismi ben prizma olarak düşündüm. Oysa silindir olarak düşünmek gerekiyordu. Sınavdan sonra anladım yanlışımı. Acelecilik, düşünmeye fazla zaman ayırmamak. Titiz olmanın yararı kadar zararı da oluyor elbet. Birkaç gün heyecanla sonuçları bekledik. Sınavı kazananlar içinde ben de vardım. Sınavlar hiç basit değildi. Orta okulda tüm sınıfları iftihar ile geçen bir arkadaşımız daha ilk sınavda elendi. İkinci sınavda da yine ilçemizden orta sonda iftihara geçmiş bir arkadaşımızda ikinci sınavı kaybetti.
Sonuçlar alınınca ilçemizin yolu göründü. Noter senedi alıp bir an önce geri dönmemiz gerekiyor. Apar topar köylerimize döndük. Yatılı okuyacaklar için noter senedi zorunluydu. İstenilenleri yaptık. Ailemle vedalaştım, bu defa gerçek bir gurbet başlıyordu benim için. Artık ortaokuldaki gibi hafta sonu baba ocağına gelip annemin çorbasını içmem için değil günleri ayları saymam gerekecekti. Kır evimize, evimizin karşısındaki yemyeşil çam ormanına, hemen yanı başımızda şırıl şırıl akan küçücük deremize veda ediyordum. Nişanlım olan kızı da hiç görememiştim. Şavşat'tan Artvin'e filmlerde gördüğümüz Afganistan'daki otobüsler örneği yaşlı bir otobüsle gidiyoruz. En arka koltuktayım. Çoruh Nehri boyunca ilerliyoruz. Daha sonra kayalıkların ortasından, yukarlardan yol devam ediyor. Ara ara ön camdan Karçal Dağların sivri doruklarını görüyorum. Sevinç uçtu gitti, hüzünlüyüm. Kaptan şoför müzik yapıyor. Aynur Gürkan. 'Gurbet acı geldi bana./ Buna nasıl can dayanır.' Sözleri olan bir türkü okuyor. Dönüş yok, ya köyde kalıp çiftçilik ve çobanlık yapacaksın ya da yaşamın okullarda, gurbetlerde geçecek.
Yeşille mavinin buluştuğu Trabzon'dayız yine. Aynı otel, aynı koşuşturmaca. Tam teşekküllü hastaneden sağlık raporu alma telaşındayız. Harçlıklar eriyor mayıs güneşine kalmış köyümün karları örneği. İşlerimiz bir türlü bitmiyor. Muayeneler bitti. Günlerden Cuma. Raporların çıkması için pazartesini bekleyeceğiz. Garip garip hastahanenin bahçesinde oturuyoruz. İki gün daha otelde kalırsak hiç paramız kalmayacak. Bir amca yanımıza yaklaşıyor:
'Hayırdır gençler niçin böyle üzgünsünüz, hastanız mı var?' Güler yüzlü, hoş bir adam bu amca. Bizimle ilgilenmesi mutlu ediyor hepimizi. Anlatıyoruz durumumuzu. Amcamız, başlıyor anlatmaya. Konuşmuyor sadece, ağzından bal akıyor:
'Çocuklar başhekim benim oğlum. Üzülmeyin, böyle mahcup mancup durmayın. Gidip, ondan, sizin okul müdürüne raporların verileceğine ait bir yazı getiririm. O yazıyla sizi müdürünüz hemen bu akşamdan itibaren okula kabul eder.' Ne çok sevinmiştik, bu sözler üzerine. Amcanın dediği gibi olaylar gelişti. Okula kabul edildik.
'Alnımızda bilgilerden bir çelenk,
Nura doğrucan atan Türk genciyiz.
Yeryüzünde yoktur olmaz Türk'e denk,
Korku bilmez soyumuz.
Şanlı yurdum her bucağın şanla dolsun
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun...'
Artık bu marşın, bizim marşımızın coşkusunu ömür boyu yaşatmaya ant içiyordum. Yatılı öğretmen okulu öğrencisi olmuştum. Her dersin ayrı sınıflarıyla güzel bir okuldu, okulumuz. Yatakhanesi, yemekhanesi, mütevazı kapalı spor salonu ve de kütüphanesiyle... k
Komple bir okulun genç bir öğretmen adayıydım. Yaz boyu yaşadığım heyecanlı günlerim sona ermişti böylece. Şimdi önümde aslında kısa sayılan bir öğrenci için uzun olan üç yıl vardı. Bahçesinde ıhlamur ağaçları olan bir eğitim yuvasında geçecekti günlerim.
Saat on yedi, birinci mütalaaya başladı. Yanımda okuyacak hiçbir şey yok. Doksan dakika sonra yemek zili çalacak. Aç susuz bekliyorum yemeği. Okula bir an önce yetişme telaşesinden yemek yemeğe vaktim kalmamış. Dakikalar geçmedi bir türlü. Derken kendimi bir anda dört yüz öğrencinin yemek yediği yemek hanede buldum. Çatal-kaşık sesleri, şakalar, konuşmalar birbirine karışıyor. Neşeli bir ortam. Aniden ışıklar gitti. Az sonra alkış sesleriyle salon aydınlandı. Bu şamatayı haliyle büyük sınıflar yapıyorlar. Bu ne biçim âlem? İlgi ve merakla olup biteni izliyorum. Yemek arası altmış dakika. Bu kez okulun bahçesindeyim. Az bir ışıkla aydınlatılmış bahçede şenlik, curcuna devam ediyor. Bir tarafta kemençe eşliğinde horonlar oynanıyor. Bir tarafta mandolin müziği ile halaylar çekiliyor.
Yavaş yavaş üzerimdeki acemiliği atıp neşeleniyorum. Önüm aydınlık. Güzel günler bekliyor beni. İçimdeki okuma-öğrenme hevesi yavaş yavaş tüm benliğimi sarmaya başladı. Köyümü, geçen günleri karşılaştığım yeni durumlar adeta unutturdu şimdilik. Gelecek hafta ders başı yapmam için çalacak ilk zil sesini beklemeye başladım...