Öğretmenin Vurduğu Yerde Gül Bitmez

Öğretmenlik çok zor ve özel bir meslek. Öğretmen olabilmek için üniversite sınavında puan tutturmak yetmez, yetmemeli.

Yıl 1970. Artık ortaokulluyuz. Okulun daha ilk haftası. Öğretmenler geliyor, tanışıyoruz, hangi kitabı okuyacağımızı ve nasıl bir defter istediklerini söylüyorlar. Kimi üç ortalı istiyor, kimi beş ortalı, kimi çizgili, kimi kareli. İlk dersten konu işlemeye başlayan hocamız yok gibi. Beş sene boyunca kullandığımız "öğretmenim" hitap şeklinin "hocam" şeklini alması pek hoşuma gidiyor.

O gün ilk dersimiz Matematik. Blok ders yapacağız, iki ders üstüste yani. Boyum uzun diye en arkadan ikinci sıraya oturtulmuşum. Arkamdaki sırada iki tane "iki senelik" arkadaş var (O zamanlar şimdiki gibi haybeye sınıf geçmek yoktu. Daha doğrusu "sınıfta kalmak" diye birşey vardı. Bir dersten bile başarısız olsanız o seneniz heba olur, bütün dersleri ertesi sene tekrardan okumak zorunda kalırdınız. Yine başarısız olursanız elinize tasdiknamenizi verirler ve öğrenim hayatınız son bulurdu. Yani, o "belge", "Bu çocuktan bir halt olmaz" anlamına geldiğinden, bir daha Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilindeki hiç bir okula kayıt yaptıramazdınız). Hocalar derse girdikçe "İyidir, kötüdür, notu boldur, kıttır" şeklinde yorumlar yapıyorlar. Kapı açıldı, içeri orta boylu, göbekli, düşük pantalonlu, kırk yaşlarında bir adam girdi. Girmesiyle birlikte iki senelik arkadaşların beti benzi soldu. "Yandık", "Belge alırız oğlum biz bu sene", "En iyisi sınıf değiştirmek" şeklinde fısıldaşmaya başladılar.

Adam sınıfa birşey söylemeden tahtaya yöneldi, eline tebeşiri alıp büyük harflerle, kocaman bir şekilde ismini yazdı. Sınıfa döndü, "Bu sene matematik derslerini birlikte işleyeceğiz" dedi ve ani bir hareketle elindeki tebeşiri bizim olduğumuz tarafa doğru fırlattı. Ne olduğunun farkına bile varamamıştım ki, tebeşir büyük bir hızla alnımda patladı. "Benim dersimde konuşulmaz, bunu öğrenin!" dedi. Ben şaşkın, ürkek, "Ama hocam, ben ağzımı bile açmadım ki" dedim. "Sana ne oluyor? Arkanda oturan tembel tenekelere söyledim ben" diye karşılık verdi. Çekinerek, "Tebeşir bana geldi de" dedim. "Sen de kafanı eğseydin" dedi.

Lisemizin meşhur Matematik hocası Cahit beyle tanışmamız bu şekilde oldu. Dersimize geldiği üç sene boyunca, tembel-çalışkan, kız-erkek, uslu-yaramaz hiç farketmedi, hepimiz Cahit beyin dayağından nasibimizi aldık. Dayak dediysem öyle hafiften bir fiske değil, resmen sille tokat girişirdi adam küçücük çocuklara. Sebep? Ona göre herşey bir sebepti. Yanınızdakinden silgi istersiniz döver, dersi anlamazsınız döver... Yahu dersi anlamadı diye öğrenci dövülür mü?

Daha ikinci dersi filandı. Konuyu anlattı, sonra sınıfa dönüp sordu, "Anlamayan var mı?" Birkaç kişi parmak kaldırdı. "Evladım, bu kadar kişi anlamış, siz niye anlamıyorsunuz? Gerizekalı mısınız siz? Niye dinlemiyorsunuz? Dinleseydiniz anlardınız!" diyerek kendisine en yakın olana iki tokat aşketti.

Ertesi ders yine "Anlamayan var mı?" diye sorunca korkudan kimse parmak kaldırmadı. Bu sefer de "Peki anlayanlar kaldırsın parmağını" dedi. Anlayanlar hemen kaldırdı. Anlamayanlar (ben dahil) dayak yememek için kaldırdık. Fakat tereddütlü davranmamdan durumu anlamış olacak ki beni işaret etti, "Madem anladın, anlat bakalım." İyi bir dayak yedim tabii, "Madem anlamadın niye anladım diyorsun" gerekçesiyle.

Daha ortabirinci sınıfta sıra dayağı denen şeyin ne menem birşey olduğunu Cahit bey sayesinde öğrendik.

Birgün, arkası sınıfa dönük, tahtada problem çözüyor. Bir arkadaşımız konuştu. Biz cam kenarındaki sıralarda oturuyoruz. Sınıfın sonuna kadar sekiz sıra filan var. En önünde oturan arkadaşa sordu, "Kim konuştu?" Çocuk "Bilmiyorum hocam" deyince tokatı yedi. Onun yanındakine sordu, "Kim konuştu?" "Bilmiyorum" Şaaakk... Arka sıraya geçti, "Kim konuştu?" "Görmedim" Şuuukk... Böyle böyle en arka sıralardaki bizlere kadar hepimizi tokattan geçirdi. Kız-erkek farketmedi, herkes nasibini aldı. Zil çaldı da orta sıra ve duvar kenarındakiler kurtuldular.

....................

Biliyorum, okuyanlardan bazıları bu yazıdan hiç hoşlanmayacak, hatta "Öğretmenler Gününde yazılacak yazı mı bu?" diyenler çıkacak.

Tahsil hayatım boyunca öğretmenlerimle aram her zaman iyi oldu. Bu yaşıma geldim, hala görüştüklerim, ziyaret ettiklerim var içlerinde. Üzerimdeki haklarını, emeklerini hiç bir zaman inkar edemem, etmedim de. Fakat beş parmağın beşi bir değil. Her meslek grubunun içinde olduğu gibi, ne yazık ki öğretmenler içinde de çürük elmalar çıkabiliyor. Öğretmenlik gibi kutsal, sosyal sorumluluğu büyük olan mesleklerde bu hasta ruhların verdiği zararlar diğer mesleklerdeki insanların verebileceğinden çok daha büyük olabiliyor. Kişilikleri oluşma safhasındaki gencecik dimağlar olumsuz etkilenip kendilerine ya da içinde bulundukları topluma zarar verecek bireyler haline dönüşebiliyorlar.

24 Kasım 2012 4-5 dakika 13 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)
  • 12 yıl önce

    Her ne kadar öğretmenlik kutsal bir meslekse de, öykü de anlatılan karakter ve tip de öğretmenlerde az sayıda olsa da var memleketimde. Sadece mesleki bilgiye sahip olmak yetmiyor iyi bir öğretmen olmaya, o yaşta ki çocukların psikolojisinden de iyi anlamak ve sevgi ile yaklaşmak lazım. Hani bir atasözü vardır ya ''Dayak ile adam olunsa eşekler alim olurdu.'' diye işte o hesap Mehmet bey. Hal böyle olunca o özel günde yani öğretmenler gününde kapısında kimseyi bulmayı bırakın telefon ile bile kimse hatırını dahi sormaz. İbretlik bir öykü idi tebrikler içtenlikle Mehmet bey...👍