Öğretmenliğe Doğru (b.ö.r. -10-)
'Öğretmen olunmaz, öğretmen doğulur sözünün altını çiziyorsunuz adeta...Tebrik ederim sizi öğretmenim. Keşke bu işi sizin gibi isteyip öğretmenlik aşkıyla yanıp tutuşanlar yapsa. Çok yaşayın emi...'
Bu cümleleri, öğretmenlikte son sezonumu anlattığım yazı üzerine yazmıştı lise öğretmen bir arkadaşım. Evet, öğretmen olma yolundaki yolculuğumun öyküsünü anlatmak istiyorum... Galiba öğretmen doğmuşum... Bilir bunu köy ve kent okulları, yurt içinde ve dışında...
Ortaokulu iyi derece ile bitirerek köyüme döndüm. Mevsimlerden yaz, sıcak temmuz günlerini yaşıyorum tarlada-çayırda, bağda bahçede. Bir elimde tırpan bir elimde dirgen, kafamda kavak yelleri esiyor. Bazen serin ve sakin, bazen fırtınalar örneği. Bir yeni yetme. Henüz on beş bahar yaşamış. Bir taraftan öğretmen okulu sınav sonuçlarını bekliyorum. Diğer tarafta da Temmuz güneşi altında çalışıyorum, günlerce. Çalışmak ne çalışmak... Güneşin doğuşunu çayırlarda tırpan bilerken izliyorum. Kendime güvenim sonsuz. Sınavı kazanabileceğimi umuyorum. Ya kazanamazsam! İlkokul ve ortaokul yıllarımı başarıyla tamamlamışım. Köydeki başarıları parmakla gösterilen birkaç öğrenciden biri de benim. Ayrıca üzerimde nişanlılık denen bir ağırlık var. Çok erken yaşlarda sırtıma konan bu yük, bir kambur. Tüm özgürlüklerim kısıtlanmış. Arkadaşlarım düğünlerde eğleniyor, gülüyor. Gençlere özgü şakalar yapıyorlar. Kızlardan bahsediyorlar. Ben se o konulara giremiyorum. Nişanlıyım, olgun olmalıyım.
Biricik görevim, babamla zamanında iş başı yapmak. Uyku baldan tatlıdır derler. Gençlik dönemlerinde, uzun günler boyu fiziksel çalışanlar için uyku iki kere daha tatlı. Bu kural köylerde geçmez. Erkenden kalkıp işinin başında olacaksın. Çalışmak değil beni fazla yıpratan. Tarla-çayır, güneş altında olmak bir yerde güzel, düşünmeye zaman bulunmaz. Nişanlıma, onun ailesine karşıda sorumluluğum var. Onlar da ailem gibi benden başarı bekliyorlar. Köyümüzün ve bil umum köy kızlarımızın birincil kaygısı bir öğretmenle evlenmek o yıllarda. Annelerin çektiği çileli köy yaşamından azat olmanın tek çıkar yolu bir memurla evlenebilmek. Henüz, ilkokuldan sonra kızlarımızın okumasına fazla taraftar değil babalar. Çok az kız arkadaşımız ebe okullarına ve ortaokullara gidebiliyor. Şöyle bir türkü kızların dillerde:
'Ben yârimi tanırım, başı açık, bol paça.'
Hani sınavı kazansam diyorum, benden çok bekleyenlerim mutlu olacaklar. Bir gün ilçede müstakbel kayınbiraderimle karşılaştım. Hal hatırdan sonra okul durumumu sordu.
'Trabzon için sınav sonuçlarını bekliyorum. O okulu kazanamazsam Artvin'deki gündüzlü öğretmen okulu sınavlarına girmeyi düşünüyorum...' dedim. Ağabeyimiz:
' Nasıl olur böyle şey, sınavı nasıl kazanamazsın...'
Cahit Sıtkı ' Her doğan günün bir dert olduğunu,/ İnsan bu yaşa gelince anlarmış.' Diyor ünlü Otuz beş Yaş şiirinde. Benim için daha on beş yaşımda başladı dert olan günlerin doğması. İşte böylesi ağır ve yıkıcı sözlere de muhatap olmak varmış. Sınavı ille de kazanmalıymışım. Büyükler böyle istiyor.
O yaz bölgemizde kurak günler yaşıyoruz. Ama ne kurak günlerce gökten bir katre yağmur damlası düşmedi. Allah hiçbir bölgeye ve ülkeye göstermesin öyle kurak bir mevsim. Mayıs ayında yağmış son yağmurlar köylerimize. O da çok yetersiz. Gökteki bulutlar sanki başka diyarlara, yaban semalara gitmişler. Oysa bölgemiz her mevsimde yağmur alır. Romantik Nisan yağmurları elif elif yağar. Hele gökten sizim gibi inen bereketli mayıs Yağmurlarıyla ekinler iyice büyür, çimenler boy atar. Bahçelerdeki ağaçlar, yemyeşil çam cinsi ormanlarımızla doğamız yeşil rengin en hoş tonlarıyla bezenir. Yer demir gök bakır. Ekinler neyse de çimenler büyüyüp boy atamadı. Çayırları biçtik. Otlarımız çok eksik. Böyle yıllarda yapılacak tek iş var. Ormanlara yönelmek. Meşe, söğüt, karaağaç benzeri ağaçların dallarını budayıp istiflemek. Bizdeki adıyla neker (dal istifi) kırmak. Budanan dallar, ortalama yirmi kiloluk demetler halında biriktirilir, istiflenir. Bu nekerler kışın hayvanlara yedirilir. Babamla birlikte günlerce çalışarak dört yüzün üzerinde neker yaptık.
Nekerleri taşıyoruz. İki kağnı arabamız var. Anaç öküzler ve tosunlar. Tosunlarımız, kağnı arabasıyla yeni tanışıyorlar. Deli-dolu dönemleri henüz geçmemiş. Yüklerimizi iki arabaya yükledik. Hayvanları koşuyoruz. Yanımızdan hanımlar geçti yürüyerek. Yayladan köye gidiyorlar. 'İşleriniz hayırlı kolay olsun.' diyerek yollarına devam ettiler. Bizde hareket ettik az sonra. Önde öküzlerin arkada tosunların arabası. Ben arkadaki arabanın tam önünde yürüyorum. Aniden arabam bir hızlandı, evlere şenlik. Kontrol etmek ne mümkün! Öndeki arabayı bir hamlede solladım. Biraz hızlı gidip nasıl olsa az sonra yavaşlarım diye düşünüyorum. Bir tosun delirdi adeta. Çubuk, ohaaa... Sözün bittiği andayım. Ezileceğim arabanın altında. Yolun üst tarafı yamaç. Arabayı bıraktım. Yamaca tırmanıp canımı kurtarma telaşesindeyim. Arkaya bir döndüm. Araba arkamda, araya sıkışacağım. Boyunduruğun ortasına sarıldım. Babam yetişti imdadıma. İkimiz tosunlar zorlukla sakinleştirdik, arabayı durdurabildik. Tosunun biri tepiniyor ha bire durduğu yerde. Sev, okşa, tosunum, yavrum... Hayvanı sakinleştirdik zor bela. Kazasız, belasız eve vardık.
Evde bir konuk var. Babamın muhabbet dostu. Yaşı seksene yaklaşmış molla Veysel dede. Dedemiz eşini yıllar önce kaybetmiş. Bazı günler bize uğrar, çay yaparız. Hem çay içer hem anlatır geçmiş yıllarını. Nur yüzlü, gençliğinde Kars köylerinde teravih hocalığı yapmış bir kutlu kişi, Molla Veysel dedemiz. Öncelikle yemek yedik. Babam, maceramızı anlattı. Arkasından da.
'Hocam tosuna nazar değdi galiba. Şu hayvana bir okuyuver, olmaz mı?' Tosunu tuttuk. Hayvan oldukça sakinleşmişti. Babam iki küçük dilim ekmek almıştı eline. Bir dilimi tosuna verdi. Hayvan o ekmeği rahatça yedi diğer dilime hoca dedemiz okudu önce. Sonra korka korka tosuna yaklaştı. Babam hayvanı tutuyor kulaklarından. Dede iki adım geriden zaten kamburlaşmış belini eğerek sağ elini tosunun boynundan geriye doğru sürmeye başladı. Ama yavaş ama korkarak. Dudaklarını da kıpırdatıyor bu arada belli ki okuyor. Başındaki sarığı, fazla aklaşmamış sakalı, kıvrık burnu ve şalvarımsı pantolonuyla Veysel dedem Bin Bir Gece Masallarından ortaya çıkmış bir figürdü adeta. Tosuna okunmuş ekmeği verdiler. Hayvan es geçti. Nazar okuması da böylece bitmiş oldu. Hayvanımız sakinleşti iyice. Bu durum kendiliğinden mi, yoksa dedenin nefesinden mi oldu bilemem...
O günlerde haber geldi. İkinci sınav için belirlenen günde Trabzon'da olması bekleniyordu, sınavı kazanan öğretmen adaylarının. Kazanmıştım ilk sınavı. Bu kez ufuktan doğan güneş daha bir parlak ışıklarıyla doğuyordu benim için. Gideceğim yol yavaş yavaş aydınlanıyordu. Hemen hazırlık yapmak gerekiyordu. Bu kez lastik ayakkabı, ütüsüz pantolon giyilmezdi. Soluğu ilçede aldım. Amcamın oğlu öğretmen oğlu ve halamın sağlık memuru oğlu da tesadüf ilçedeler. İki ağabeyim pazarlık yaptılar. Normal bir kumaştan terziye elbise için ölçü verdik. Kısa sürede elbiselerim dikilecek. Akşamleyin eve döndüm. Babamın ilk sözü 'Ne kadar para harcadın? Oldu. Durumu anlattım. Evde hava birden bozuldu. Babam:
'O elbiseleri giydirmem sana...' diyerek saydı durdu. Ertesi günü bize İstanbul'da İmam-Hatip Lisesi 'inde okuyan diğer amcamın oğlu uğradı. Üzgündüm. Durumunu O'na anlattım. Bu kuzenim babama yaklaştı:
'Amca, ben okulumda son sınıf okuyorum. Biliyorsunuz. Bir camide de müezzinlik yapıyorum. Elbiselerin parasını taksitle öderim. Yeter ki, sen kızma...' Bu sözler beni çok mutlu etti. Gerçi babamda kolay kızan bir adam değildi. Oldu bir kere. Cemal Süreya'nın şu güzel şiirinde betimlediği güzel duygular örneği babamı hep sevdim.
'Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum.' Babam yaşadıkça kendimi hep daha bir güven içinde hissettim yıllarca...
İlk kez kendi ilimden başka bir ile gidecektim. İlçemizden önce Artvin'den aktarmalı gidiliyordu Trabzon'a. Karadeniz'in bu güzel kentinde benim gibi öğretmen adaylarını ikinci bir sınav bekliyordu. İkinci sınavda iki şık vardı önümüzde, başarılı olmak ya da boynu büküp geri dönmek. Aylardan eylül. Kalbimde, sevinç, heyecan, tedirginlik gibi olumlu olumsuz tüm duygular en doruk noktasında. Eski model bir otobüsle ancak üç saate yakın bir sürede vardık Artvin'imize. Akşam otobüsü ile de hareket başladı; hedef Trabzon. İlk kez denizi görecektim. Benimle beraber ilçemden arkadaşlarım da var. Çoruh nehri vadisinde ilerliyoruz. Yavaş yavaş hava kararmaya ve yağmur çiselemeye başladı. Hopa'ya indiğimizde vakit hayli geç olmuştu. Deniz diye bir şey görmek ne mümkün. Karadeniz hırçınlaşmış, sahili dövüyor çılgın dalgalar. Deniz tarafı zifiri karanlık... Orhan Veli, Bursa tarafından gelip Marmara'yı ilk görecekler için:
'Gemlik'e doğru denizi göreceksin
Sakın şaşırma!' diyor.
Karadeniz'in koyu mavi sularını görmek böylesi göz gözü görmeyen karanlıkta ne mümkün sadece vahşi dalga seslerini duydum. Şaşırdım. Korktum. Deniz hep böyle mi? Ne kadar korkunç şey diye hayretler içinde kaldım. Otuz dakika yemek molasından sonra otobüsümüz hareket etti. Bin dokuz yüz altmışlı yılların sonuna yaklaşıyorduk. Yollar bakımsız, berkitme yol. Hala anımsarım, Trabzon'dan Rize tarafına otuz kilometre asfalt yol vardı. Sabaha doğru Trabzon'a indik. Hepimiz uyku sarhoşu. O saatte otel bulmak mümkün değil.
Bir kıraathaneye sığındık. Sandalyelerin üstünde oturup başımızı masalara koyarak sabahladık. Dışarıda güzel bir güneş vardı. Gece boyunca yağan yağmurdan eser yoktu.
'Oy Trabzon Trabzon, içi kalay içi kalaylı kazan,
Efkârlı günlerime, sevdalı günlerime,
Geldi çattı ramazan geldi çattı ramazan...' diye türküler söyleyen heyecanlı, sıcakkanlı ve de gamsız insanların kendindeydim artık. Önüm aydınlıktı. Okuduğum kitaplara, öğrendiğim bilgilerime güveniyordum. Önümdeki sınavı başarıyla geçeceğim diye bir duygu belirdi kalbimde. Arkadaşlar grup halinde okulu aramaya başladık...