Okulda Piyes (b.ö.r.-18)
Mesleğimin ikinci yılını da güzellikler içinde yaşadım. Çevreyi ve insanları daha iyi tanıyınca ve de çevre ile bütünleşince uygarlığın tüm nimetlerinden uzakta da olsa köyde günler güzel geçiyordu.
Köyümüzün, bölgenin halkı gurbetçi. Ekmeğini uzak diyarlarda kazanıyor benim çalışkan ve girişken köylülerim. Yediden yetmişe tüm erkekler gurbetin yollarına düşüyorlar daha mart ayının ortalarında. Tarlaların belleme işleri biter bitmez yolculuk serüveni başlıyor erkeklerin. Çoğu, usta hatta kalfa düzeyinde olanlar da var. Büyük şehirler, bu şehirlerindeki inşaat işleri en çok çalışma alanları. Yıllarca bu çalışma düzeni sürüp gidiyor. Yılın çoğunu zamanlarını alın terlerini akıtarak; evlerinden, sevdiklerinden ayrı yaşayarak, gurbetin dayanılmaz yalnızlıkları ve acı çalışma koşulları altında sezonu tamamlıyorlar köyümün erkekleri. Soğukların iyice hissedildiği kasım sonları ve aralık başlarında yavaş yavaş köye dönüyorlar. Hepsi, savaş kazanmış lejyonlar örneği alınlar açık başlar dik olarak. Kılık kıyafetler gayet düzgün, ütülü ve takım elbiseli beyler, cepleri dolu. Patika yollardan döne döne evlerine varıyorlar. Otantik deyişle yakalarında yumruk gibi kravatları kıyafetlerini tamamlıyor.
Köyümün halkını iki gurup olarak sınıflandırmak onları en iyi biçimde betimlemek olur. Bir gurup namazında-niyazında günün hemen hemen tamamını evinde çoluk çocuğu ile geçiriyor. Beş vakit namazını eda ediyor. Hayvanları besliyor. Cuma günleri camiye gidiyor. Haftanın bazı günlerinde nahiyeye inip tanıdık bir arkadaşıyla iki çay içiyor. Evinin gerekesimleri için alış-veriş yapıp erkenden evine dönüyor. Okulu ziyaret edip, çocuklarının durumlarıyla ilgileniyor.
Diğer bir gurup ise hemen hemen her gün aralıksız nahiyenin yolunu tutuyor. Kendi köyünden ve komşu köylerden gelenlerle kahvede buluşma gerçekleşiyor. Sabahın ilk saatlerinde başlayan kumar seansları akşamın geç saatlerine kadar devam ediyor. Büyük kumarcıların sabahlara kadar birbirlerini ütmeye çalıştıkları sıkça duyulan sıradan haberlerdi. Kahvede bedava oyun, muhabbet olsun, arada çaylar içilsin, sigaralar tüttürülsün diye oyun yok. Öğretmen maaşının dokuz yüz-bin lira olduğu yıllarda bir gecede yüz elli bin lira kumarda kaybeden yurttaşlarımız az değildi.
Benim köyümden sakin, hoş sohbet, ellili yaşlarına merdiven dayamış bir velim var. İki oğlu, pırıl pırıl öğrencilerim. Ortadan birazcık uzun boylu, cılız, ince bedenli bir adam. Hani ilk görünce içinde şöyle bir yargı oluşur insanda, bu adam akşamleyin evinin yolunu zor doğrultacak kadar saf bir yapıda. İşte bu velim yüz elli bin lira kaybetmişti bir gecede. Bu adamın bu tip vukuatları ilk değilmiş. Köylülerim anlatırlardı. Araya akrabalar, komşular girmiş geçmiş yıllarda. Benim kumarcı saf velimi iknaya çalışmışlar. Oyuna, kumara veda etmiş aile babası sayın velim. Hatta camide mevlit okutmuş, tövbesini dualarla, ilahilerle pekiştirmiş. Fakat gelin görünkü bir uğursuz gecede onu kollayan cin kumarcılar ufak bir tavla oynayalım diyerek bizimkini oyuna sokmuşlar. Tavla- zar derken oyun kızışmış, tövbe unutuluvermiş. Sabahın ilk ışıklarıyla benim garip velim yine otantik deyişle gözler kan çanağı gibi, yüz elli bin lira kayıpla kahvehaneyi terk etmiş. Bu velimin üç tanede aslan gibi güçlü kuvvetli kalfa düzeyinde iş yapan evlatları vardı. Bu gençler iki upuzun yaz çalışıp kazandıkları paralarla babalarının kumar borçlarını ödediler.
Köyümden, otuz yaşın üzerinde, bekâr, belinde on dörtlü beylik tabancasıyla dolaşan bir kumarcımız vardı. Nahiyede kazandığı kumar paralarını Trabzon'daki kumarcılara kaptırdığını anlatırdı. Bu ünlü kumarcı anlatıyor bir kumar anısını.
'Hocam şu deri ceket giyen Hasan aga iyi bir kumarcıydı.' Hasan aga dediği adam, derenin hemen karşı tarafında oturan bir köylümüz. Kahvede onun oyun oynadığını hiç görmedim.
'Bir gün oyuna tutuştuk. Sabah oluncaya kadar oyunumuz sürdü. Ortalık yeni yeni aydınlanıyor. Güneş daha doğmamış. Bir baktım hemen masanın yanı başında bir kadın. Kucağında kundağa sarmalanmış bir bebek. Bebeği Osman ağanın önüne koydu ve hızlan dışarı çıktı. Bir anda şaşırdık, dona kaldık. Hiç unutmam, Osman kundağı aldı. Ceketiyle saklayabildiği kadar kundağı sakladı. Gidiş o gidiş. O olaydan sonra Osman elini ne iskambil kâğıdına ne de tavla zarına sürdü. Bazı günler kahveye gelir. Tanıdıklarıyla selamlaşır, çayını içer erkenden de evine döner.' Bu iki olay gibi daha nice hazin ve ilginç kumar öyküleri duydum, derin vadimizde kurulan nahiyemizin kahvehanelerinde.
Köyümden çok az erkek çocuklar nahiyede ilkokul bitirmişler. İlkokuldan sonra eğitimini sürdüren bir öğrencimiz vardı Rize İmam-Hatip Lisesinde okuyan. Ortaokul açıldıktan sonra bizden de ortaokula başlayan öğrencilerimiz oldu. Yediden yetmişe erkekler gurbetçi dediysem bu olguyu şöyle anlatayım. Nisanın ortalarında Rize'de çay filizi toplama sezonu başlar. Daha okullar yaz tatiline girmeden dördüncü ve beşinci sınıf öğrencilerimizi sınıflarda tutamazdık. Üçerli-beşerli guruplarla çay toplamaya Rize'ye giderlerdi. O nedenle bir üst sınıfa geçmeyi tam hak etmeseler bile öğrencilere sınıf tekrarı yaptırmanın pek yararı yoktu. Onlar için bir an önce beşinci sınıf diploması almak yeterliydi. Çünkü babalarıyla, amca ve dayılarıyla okul bitince gurbete açılıyorlardı.
Abartmadan belirtmeliyim. Mesai saatlerimizi hiç sektirmeden çok iyi değerlendiriyorduk arkadaşımla. Öğrencilerimizi okumaya-öğrenmeye sürekli motive ediyorduk. Çocuklarımız daha küçük yaşlarda kırda-bayırda çalışma hayatının tam merkezinde oldukları için sorumluluklarını aksatmadan yerine getiriyorlardı. Derslerinde başarı sağlıyorlardı. Meslekte ikinci yılım nisan sonunda karneleri dağıtmamızla sona erdi. Eylül başındaki seminerlerin başlamasına kadar ki günlerim kendi köyümde geçecekti artık. Tatil yapacaktım; çapa yaparak, çayır biçerek ve tarlada-bağda bahçede çalışarak. Köyde yaşayarak tatil yapmak hiç mümkün olmamıştır. Klasik köy işleri bitmez. Çapalar biter, yaylacılık başlar. Çayır biçmeler, harmanlar derken uzun yaz günleri geçiverir. Tırpanla çayır biçmek her zor hem zevklidir. Vücudun tüm organları çalışır tırpan çekerken. Güneş doğarken çayırın başında başlayan mesai akşamın geç saatlerine kadar sürer. Bardak bardak su içilir. Ter, deyim yerindeyse tırnaktan çıkar. Akşamleyin bacaklar yürümez olur. Derken yemek yenir, akşam yemeği. Peşine kırtlama çay safhası başlar. İçilen her yudum çay adeta günün yorgunluğunu katre katre giderir. Dışarda ılık bir rüzgâr eser. Bin bir çeşit börtü böceğin, özelliklede ağustos böceklerinin cır cır sesleri tüm doğayı kaplar. Bir taraftan evimizin hemen yakınındaki nazlı deremizin şırıl şırıl akan su sesi doğanın bizlere sunduğu müzik ziyafetini tamamlar.
Bin dokuz yüz yetmişli yılların başlarında köylerimize patos girdi. Patosun çalışma yaşamımıza girmesi tam bir devrimdi köylerimiz adına. 'Tüfek icat oldu mertlik bozuldu,/ Eğri kılıç kında paslanmalıdır.' Beyiti örneği, patosun kullanıma başlamasıyla yüz yıllar süren dövenle harman işi tarihe karıştı. Dövenlerin yüzüne kimse bakmaz oldu. Ortalama bir ayda bitirilen harman işleri bu mucize araç sayesinde sekiz-on saat gibi bir sürede tamamlanır oldu. Harman işleri kısa sürede bitti. Bizim evde işlerin rengi değişti. Bu kez babam sürümüzü daha da artırmak için ot tedarik etme yolunu seçti. Kağnı arabası ile kırk arabanın üzerinde ot biçtik ve taşıdık aynı yıllar içinde.
Nihayet okullar açıldı. Ders başı yaptık. Tıpkı geçen yılki gibi durum. Pencerelerde bazı camlar kırılmış. İlk günlerde devam sağlanamıyor. Kız öğrencilerin yeterince kaydı yapılamıyor. Komşu köye okul yapıldı. O köyün öğrencileri kendi köylerine gittiler. Mevcudumuz yine de doksanlara ulaşıyor. Eylülün ortalarında muhtardan izin alarak öğrencilerimizle köy korusundan odun tedarik ettik.
Günler geçiyor. Daha birinci dönemi bitirmemişiz. Elinde çantası, koltuğunun altında bir paketle müfettişimiz ziyaretimize geldi. İlk üç sınıfı ben okutuyorum. O yıllarda cümle yöntemiyle birinci sınıflara okuma-yazma öğretilirdi. Miniklerimize önce fiş cümleleri yazdırırdık. Müfettiş, önce benim sınıfımı ziyaret etti. Gayet resmi, yüzü hiç gülmeyen bir havada sayın büyüğümüz. Birlere fiş yazdırdı. İki ve üçüncü sınıflara dikte yaptırdı. Bazı öğrencilere birer ikişer cümlelik metinler okuttu. Matematikten işlem yaptırdı. Daha sonra sınıfa şöyle bir soru yöneltti. 'Çamaşır yıkarken kadınlar ilk önce ne yaparlar?'
Müfettişimiz bölgeyi iyi tanıyan ve komşu ilçeden biri. Üzülerek belirtmeliyim. Köyde çamaşırlar pınar başında soğuk suyla yıkanıyor. Hayat Bilgisi dersinde temizlikle ilgili bazı anlatılarımız oluyordu. Lakin deterjan kullanma, gereği gibi çamaşır yıkama uygulamasının yaygınlaşmasına çalıştığım köy örneği köylerde daha zamana ihtiyaç vardı. Aynı soruyu kendi köyümde arkadaşlar oynadıkları bir piyes gösterisinde sormuşlardı. Cevap, çamaşırlar renklerine göre ayrılmalıymış çamaşıra başlamadan önce. Öğrencilerim bu soruyu yanıtlayamadı. Müfettişimizde adeta mutlu oldu sorusuna cevap alamayınca. Eşim, öğle yemeği için bizleri lojmana buyur etti. Büyüğümüz lojmanımızı onurlandırmadı. Sınıfta yemek yedik. Nerede geçen yılki tonton, güler yüzlü büyüğümüz, nerede yüzü sirke satan bu müfettiş beyimiz? Öğleden sonra da konuğumuzu komşu köye uğurladık. Gazetelere sarılı paketi eline tutuştururken ' O kalsın,' diyerek müfettişimiz bizden ayrıldı. Paketi açınca içinden bir ekmek çıktı.
Uzun kış geceleri için nahiyedeki ortaokulun kütüphanesi benim mutluluk kaynağımdı. Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanı olduğu yıllarda tercümesi yapılan dünya klasiklerini okuma şansına sahip oluyordum. Gerek aybaşlarında ilçeden aldığım kitaplar, gerekse ortaokul kütüphanesinden ödünç aldığım romanlar uzun kış gecelerinde beni büyük yazarların gizemli dünyasına götürüyordu. Tek katlı okulun lojmanında petrol lambasının ışığında romanlar okurken bir anda romanların kahramanlarıyla bütünleşip nerede olduğumu unutuveriyordum. Lambanın loş ışığının aydınlatması altında dışarıda yağan karları ara ara gözlemlemekle de ilginç güzellikler yakalıyordum. Birkaç metre aydınlık, gerisi zifiri karanlık ve yağan karların santim santim gözlenmesi bir başka güzellikti. Sabahleyin kalktığımızda doğa bembeyaz kürküne bürünmüş görüyoruz. Kahvaltı faslı ve eşimle sınıfın sobasını tutuşturmak günün ilk işlerimiz arasında oluyordu. Yamaçlardan, patika yollardan düşe kalka okula koşan yavrularımız hiç olmazsa sıcak sınıfa girsin istiyorduk.
İlkbahar yaklaşıyor. 23 Nisan Çocuk Bayramı için kapsamlı bir program hazırlamayı planladık arkadaşımla. Yıllarca benim köyümde piyes (tiyatro) gösterisi yapılırdı. Bizde, şiirler, okul şarkıları, parodilerin yanında bir de piyes hazırlayalım dedik. Uzak köy okulunda piyes eseri bulmak ne mümkün. İş başa düştü. Bir piyes yazdım.
Yaşadığımız bölgede geniş bir aileyi konu edindim. Anne-baba, evli bir evlat ve de kızlı erkekli çocuklar oluşturuyor aile bireylerimizi. Evli oğul kumara meraklı. Sabahleyin elinde bel tarlaya gidiyorum diye evden çıkıyor. Beli samanlığın kapısında bıraktığı gibi kahvenin yolunu tutuyor. Oyuna tutuşuyor. Kahvede başka masalarda da oyunlar oynanıyor. İki kişide tavla oynuyorlar. Tavla oynayan birisi, 'Bilek bu diyerek...' zarları fırlatıyor. Elini göğsünün tahtasına vuruyor. Otuz beş yıl sonra çiçeği burnunda öğretmenlik yaptığım bu öğrencilerimle yeniden buluşuyorum. Birisi, 'Öğretmenim, piyeste tavla oynayan, bilek bu diyen bendim...' diye anlatıp benim gözlerimi yaşartıyor. Bu arada kahveyi jandarmalar basıyor. Kumar oynayanları nahiye karakoluna götürüyorlar.
Akşamleyin aile toplanıyor. Baba oğluna soruyor: 'Tarlayı bellemeyi bitirebildin mi?' Oğul, sessiz kalınca, küçük çocuk, 'Baba, agam beli samanlığın kapısına bıraktı, nahiyeye gitti. Ben gördüm ağamın tarlaya gitmediğini.' Baba bu, bağırıp çağırıyor. Evin içinde oğluna birkaç şamar patlatıyor. Kırmızı yanaklı bir erkek öğrenciye kadın elbisesi giydirerek onu gelin yapmıştık. Gelinimiz güzel bir gelin olmuştu. Genç kocası dayak yiyince gözyaşlarına hakim olamıyor. Odanın bir köşesinde hüngür hüngür ağlıyor. Ha bu arada ağabeyini babasına şikâyet eden öğrencimiz muhtarın oğlu. Provalarımızı izlemişti muhtarımız, 'Benim oğlum, Hüseyin'in oğluna baba demesin...' diye itirazda bulunmuştu. Olayı bir biçimde tatlıya bağladık. Bayram gösterimiz çok beğenildi. Komşu köyün öğretmen arkadaşlarını da bayramımıza davet ettik. Bir öğretmen arkadaş piyesimizi çok beğendiğini söyledi. Aynı oyunu kendi okulunda oynatmak için piyesimizi benden istedi.
Yine yıllar sonra bu köyümden bir öğrencim beni buldu. Özlem giderdik. Anılardan anlattık. Nostalji yaptık. Öğrencim televizyon ve sanat dünyasının başarılı bir elemanı olmuş. Yerel televizyonlarda belgeseller çekiyor, programlar yapıyor. Çocukları üniversite bitirmiş. O'nun şu sözleri çok hoştu benim için:
'Öğretmenim, yıllar önce hani köyde piyes yapmıştık. Siz bana baba rolünü vermiştiniz. İnanın benim bu duruma gelmemde sizin bana verdiğiniz o rolün etkisi olmuştur...' Öğretmenlerin en büyük mutluluğu öğrencilerinin başarılarını görmektir. Bu mutluluk maddi değerlerle anlatılamaz.
Eğitim-öğretim uygulamalarında günümüzdeki gibi test sınavlarına endeksli çalışmalar ezberci kuşaklar yetişmesine neden oluyor. Öğrencilerin okul yıllarında; tiyatro, folklor, spor... Etkinliklerinde aldıkları görevler onların yaşamlarında nice güzelliklere katıyor. Kişiliklerinin oluşmasında, özgüven kazanmalarında öğrencinin içinde aktif olarak bulunduğu etkinliklerin önemini öğretmenlik çalışmaları devam ettikçe daha iyi idrak ediyordum.