Ölü Kent İstanbul
İstanbul'u sevmiştim. Bir şehir neden sevilir? Düşlerimizde bir kent yaratırız, insanların yaşamak için bulunduğu, kütüphanelerle dolu, her kitabın içinde diğer bütün güzel kentleri anlatan romanlar okumak isteriz.
İlginçtir bu arzu; öyle düşünün ki dünya'ya yeniden gelmemiz istenseydi ve bize kentleri yeniden keşfetme fırsatı verilseydi, mutlak bir çoğumuz ilk uçmayı başaran kuşlar gibi kanadımızı denize yakın olan yere çırpardık, her fırsatta onu inşa eden yüce emeğin yüzlerce yıl sürecek kahramanlığını övünerek anlatırdık.
Burada sizlere kentlerin nasıl var olduğunu anlatma derdinde değilim elbette; bir kere gelmişizdir zaten; ve bizden sonra gelecek olanlar da doğacak, çoğalacak, işgal edecek güzelim dünyayı.
İstanbul'u çok seviyordum, hele insanlar yataklarında derin uykuya daldıkları vakit kentin sessiz sokaklarında sevişen kedilerin, ay'ın denize olan gülümseyişi, Galata'nın tanrı evi gibi uzatıp başını gözlerime sunduğu ışık, beni baştan çıkartmaya yetiyordu. Ama bitti aramızdaki bu mutluluk..
Hatırladığım kadarıyla, bir akşam hüzünlüydüm. Yüreğimde kopan fırtınanın esiri olan düşlerim bu koca kente rest çekmişti, içinde bulunduğum karmaşa beni yeterince yaşamın en karanlık tüneline sürüklemiş, istesem de oradan çıkmamın mümkün olmayacağını biliyordum, oysa ben her gece aydınlığın bana sunduğu tüm güzel sözleri bağıra bağıra ona anlatıyordum, siz hiçlik nedir biliyor musunuz? Ben de biliyorum, fakat bildiğim hiçliğin koca şehri öldüreceği aklımın ucuna bile gelmezdi. Hatırladığım kadarıyla sabaha yakın bir vakit onu kaybetmiştim.
İçinde bulunduğum duygusal sarsıntı'dan kurtulmak istedim;
attım kendimi dışarıya!
Vapurda yol alırken sürekli Alman, Fransız, İtalyan ve onlarca insan garip bir şekilde resimler çekiyordu, içlerinden bazıları bana anlamadığım dilden bir şeyler soruyordu, bilsem de zaten kimseye katledilen kenti anlatma derdinde olmazdım. Bu mükemmel kırgınlık beni yeterince boğuyordu, beni en iyi köprü altlarında uyuyan çocuklar anlıyor olmalıydı, bir süre onlarla konuşmayı istedim, ne var ki dilimdeki tüm sözcüklerin kimseye iyi şeyler söylemeyeceğini biliyordum, bu yüzden başım öne eğik yürüdüm.
O gün gün tüm ülke seçime gitmiş, insanlar telaşla televizyonların başını bekliyor, gelen her haberde seviniyordu, bazıları üzülüyordu, üzülenlerin benim kadar kederli olduğunu söyleyemem, ben aldırmıyordum bile, oysa hata mı yapıyordum? İnsanlık geleceği bir grup insana veriliyordu, özlemini duyduğumuz demokrasi, barış, eşitlik kavramlarından pekte bahsetmeyen, bahsettiklerinde sürekli peşi sıra yalanlar doğuran bu adamların mutluluğu beni bu tünelden kurtaramazdı.
Ağır adımlarla İstiklal Caddesi'nde dolaştım, tüm iş yerleri önünde oturan genç kızlar ve delikanlılar gülümsüyor, içlerinden bazılarını sevdiğim kadının suretine benzetiyordum, fakat ne var ki o da bu karanlık kentin derinliğine gömülmüştü, gözlerimden uzak olan bu sureti halen arıyor olmam çürüyen düşlerimin melankolisi olmalıydı.
Ben de boş bulduğum bir sandalyeye oturup içtim. Ayağa kalktığımda tüm insanlar ortalıktan kaybolmuştu, sarhoştum!
Bir süre etrafıma gülümseyerek baktım. Tramvay rayları üzerinde gezinen güvercinleri görüyor deli gibi onlara koşmak istiyordum. İlk defa korkmuştum, ölmesini istemiyordum şu küçük hayvanların. Daha fazla beklemeden karşımdaki dar sokağa girdim, çöp tenekeleri halen boşaltılmamış üzerlerinde bayat ekmekler vardı, ziyafet çeken köpeklerin hırıltısı ilk defa beni korkutmamıştı! Bir gün başlarına gelecek olaylardan habersizdi onlar, işlek caddeler mezar olacaktı onlara, ya da baba parasıyla beslenen insanların arabalarına ufak zarar açacak, bedelini canlarıyla ödeyecekti. Bu sokağın başı onların eviydi kimsenin onlara yaklaşmasına izin veremezdim, sarı renkli olanı yanıma yaklaşmıştı, ayak uçlarımı koklamaya başladı, ısırabilirdi, ardından bir diğeri geldi, bir diğeri daha çoğaldılar! Isırabilirlerdi, ısırmadılar, diz çöktüler duvar dibine, parıldayan gözleriyle daldılar gözlerime, derken erkek olanı yaklaştı dişinin yanına, koklaştılar, iri memeleri sarkmıştı dişi köpeğin, biri anne diğeri baba olmanın o muhteşem duygusunu yaşıyor olmalıydılar, iyi ama çocukları nerede! Bu sorunun cevabını vermek üzereydim ki; karşımdaki eski bir hanın penceresinden beni izleyen ihtiyar adam takıldı gözlerime, işte ondan korkmuştum!
Uzun süre o dar sokakda yürümeye devam ettim. Ne istediğimi bilmiyordum, gittiğim yerin elimde adresi yoktu, ama bu kent bu gece katlanmalıydı sarhoşluğuma. Eski yapıların üzerinde çeşitli yazılar okumaya başladım, çoğunda siyasi sloganlar vardı, bir kısmında bar isimleri, bunların önlerinde bedenini pazarlamak isteyen eşcinseller vardı, kendi cinsiyetlerine başkaldırmanın kahramanlığını o kadar güzel anlatıyordu ki saçları, her an isyan etmeye hazır yüreklerin yol aldığı meydana savruluyordu rengarenk saçlar. Biraz sonra daha fazla ayakta kalamadım ve olduğum yere yığıldı zayıf bedenim. Farklı sesler duymaya başladım, bütün her yer karanlıktı, ışıklar sönmüştü, az önceki köpekleri çağırmak istedim, duymadılar sesimi, herkes nereye kaybolmuştu böyle? Karşımdaki eski hanlar konuşmaya başlamıştı! Olamaz üzerime yıkılıyor tüm taş duvarlar, hiç ismini duymadığım insanların sesleri gitgide yaklaşıyordu kulağıma, koca bir enkazın altında can çekişen yüreğim hızla atmaya başlamıştı. Son bir güçle kafamı kaldırıp baktığımda bu sesi duydum..
?' Burası iş adamı Ahmet Bey'indir.
Hayırseverdir, dedesinden kaldı bu yer.
Çok kişiyi doyurur, yoksul dostudur..''
Şimdi, bu sesin kime ait olduğunu soruyordum kendime ki, aynı handan yeni bir ses duyulmaya başladı, bu ses Rumca olduğunu zannettiğim dilden ilahiler okuyarak yaklaştı kulağıma, hiç kimsenin cesaret edip söylemediği tüm gerçekleri anlatacağını söyledi:
Burada mavi gözlü çocuklar vuruldular.
Onlar da koşup oynadılar, analarına sarıldılar,
Yoksuldular ama onurluydular, savaştılar.
Tarih öncesi onlar burada vardılar,
Şimdi bu çocuklar ölüyken dolaşır.
Kırgın olsalar da, bu taş yığınında
Umutla halen babalarını ararlar.
Konuşan bu ses uzaklaştı, elinde bez bebeğiyle kız çocuğu yanıma yaklaştı, elimden tutup beni oradan kaldırdı, gülümseyerek sokak sonuna kadar benimle yürüdü, kafamı kaldırıp baktım ki, siyah elbiseli kadınlar pencereden el salladılar, tüm kent yıllar öncesine gitmiş bana tarihi anlatıyordu, ismini bilmediğim tüm kızlar iyi niyetleriyle genç çocuklara baktılar, kunduracı adamlar yırtık ayakkabılara yama yaptılar, kilise önünde paskalya çöreği dağıttılar, hepsi ağır ağır denize yol aldılar, gözü yaşlı olanlar da vardı, dönüp son defa evlerine baktı, yürüdü önlerinde atlılar, onları kıyıya yolladılar, acımadan boğdular, ölenleri sayması güçtü, ama hepsinin gözünde aynı hüznün türküsü vardı.
İstanbul'a bağırdım!
Aldırmadan atlılara koştum, kanın kırmızı rengi tüm yokuşlardan aşağıya hızla akıyordu, son bir güçle çıktım Galata Kulesi'ne! Koca kente haykırdım, duydu sesimi, anlat dedim dilsizdi, derken dile geldi karşı yakadaki dağ, taş. O mükemmel ışık sönüktü..
Aynen şunu seslendiler:
Yorgunuz, suçsuzuz ve biz birer cansızız...
Sonra dile geldi İstanbul ..
Şunları söyledi:
?'Kent ayakta ama, binlerce insan aşağıda..
Gelen herkese güzelliğimi sundum..
Ve ben ölüler tanrısıyım..
Ve yunan tanrılarının arkadaşıyım...''
Ayıldığında sarhoş kafam, öldü İstanbul denilen adam..