Ölüm ve Delilik Arasında Kimya
Alman romanların da rastlanır kamplara. Ölüm mangaları, ölüm kampları, ölüm yolları. Romanlar değişir, kamplar değişir, isimler değişir. Ölüm değişmez. Ben şuracıkta oturduğum yazı masamın üzerinde bulundururum kükürdü. Kükürt, dilinizle tattığınız da tuzlu geliyorsa bayat ve kalitesizdir. Yumuşak, tatlı, portakal tazeliğinde bir tat bırakmalı. Sonra biraz güherçile eklemeli, ama sıralama hayli önemli. Aksi halde barutun işlevi bozulur.
Öyle bastırmayacaksınız, onun bir ayarı var. Pres makinasına merminin çekirdeği alta gelecek şekilde yerleştirilir hepsi bu..
Elinizde tuttuğunuz şey, küçük parmaklarınızla ezdiğinizi diyorum bir ''Bing Bang''
Bir kimya büyücüsünün yaptığı hokkabazlık. Bir taş da aynı işlevi görüyor ancak Tarih son bir insanlık yaparak celladını gizlemek yardımında bulunuyor.
Borodino, Dunkırk, Yıldırım Orduları, Atlantik Cephesi'nin kristal berraklığı,bütün hepsi benim masamda. Remarque'nin yazdığı bir ölüm merasimini geliyor aklıma durmadan. Genç oğlanlar toplu mezar kazarken it dalaşına tutuşuyorlar, sonra Albay Krutzof gelip yere tükürüyor. Hava soğuk, ufukta gittikçe kızıllaşan bir karartı beliriyor, zaman yok ve henüz yola yeni çıkılmış. Bir tükürük ve oğlanlar can hıraş küreklere sarılıyorlar. Derin bir obruk içine yuvarlanan ölüler ve tükürük.
Beni büyük bir dikkatle dinle doktor;
Bernard Schlıne'in Hanna'sı, krakov kampından yahudi kızları yanına alıyor, onlara temiz giysiler, yiyecekler veriyor, herkesten ayrı tuttuğu bu kızlar sırayla akşamları Hanna'nın odasına yerleşiyordu. Verdiği bu imtiyazın karşılığın da kızlar ona sadece kitap okuyordu. Hanna hiç okuma yazma bilmiyordu. Kitap okuyan kızlar Auswitch'e nakledilinceye kadar bu böyle devam ediyordu. Bir gün kampın kilisesinde bir yangın çıkıyor, düzinelerce mahkum yanarak can veriyordu. Aralarında sadece bir kız ve annesi kurtuluyordu. Belki zoraki bir işle SS birliklerine katılan gestapo Kraliçesiydi Hanna. Savaş sonrası mahkemede yazılan savunmasını okuma yazma bilmediği için kabul etmek zorunda kalan Hanna müebbet cezaya çarptırılıyor. On sekiz yıl sonra çıkan bir aftan yararlanacakken kendini odasında asıyor.
Peki ya buna ne diyeceksiniz ?
Bir cesaret hikayesi mi bu, üstelik gururlu bir cesaret hikayesi. Ya Zweig ;ölümden korkarak ölüme gitmenin zerafetini mi yüceltiyordu. Şubat on sekiz, dışarısı cam gibi keskin soğuk. yıl 1942, Zweig'in elinde veronal dolu bir şişe. Camus'un mutlu ölümü gibi parlıyor. Önce büyük bir yudum alıyor Zweig , sonra karısı Lotte'ye al diyor, lotte de yudumluyor. Birlikte uyuyorlar. Ertesi sabah Persopolis'te kilise çanları acıyla çalıyor.
Doktor, ölümle kimya yan yatıyor. Birbirlerini kucaklayarak.
Bir şişe Veronel ve aydınlanma.
Masam da her zaman kükürt bulunur benim. Bazı zamanlar parmak uçlarımda tutarım, tırnaklarımın arasına dolan barutu bulaştırırım kitaplara.
Kişisel durum bozukluğu.
Doktorum böyle tanımlıyor. Pek eğlenceli şeyler yazmadığım gibi eğlenceli şeylere de ilgi duymuyormuşum. Sanırım kafamın için de atlı karınca dönmediği için sevinmeliyim. Bir hız treninde ciğerlerim yerinden fırlayacak gibi olsaydı mutlu olur muydum diye düşündüm. Hücrelerim, fotonlar gibi saniye de milyon kilometre kat ederek bir zihnimde Fonon kaymasına sebep olabilirdi, bedenim Fizikte ki gibi süper iletken olmadığından, atomlarıma ayrılmadan önce kim bilir neler düşünürdüm. İşte benim Bing Bang'im...
Doktor'dan ayrıldım. Kesinkes bir ayrılık.
Çocukken çam çıralarını yontar, kendime model uçaklar yapardım. Yükselmenin ve alçalmanın tarif edilemez bir tekniğiydi bu. Kağıttan yaptığım uçaklar süzülerek kanepelerin aralarına girer, buruşur, kaybolurdu. Çıra sağlam bir meteryal, delmesi güç, fakat ikiye ayırması, yahut bıçakla şekil vermesi kolay bir maddeydi. Bir gün çıranın yanıcı bir madde olduğunu keşf etmiştim. Yanarken daha çok havada kalır düşüncesiyle yaktığım bir çıradan fırlayan ateş salonun ortasına düşünceye kadar. Ailem o olaydan sonra bana ciddi bir tavır almıştı. Hidrojen'le neler yapabildiğini bilselerdi belki de bana kızmazlardı.Gerçi ben de çok sonraları öğrenmiştim. Bazen ilaç kutularından kendi otomobillerimi yapardım. Tehlikesi az olduğundan babamın yüzünde mutlu bir gurur belirirdi.
Lanet doktor bu sefer son. İlaçlar bir işe yaramıyor, üstelik her doz yükseltimin de beni yatağa bağlayan korkunç uyku kramplarını tetikliyordu.
Bu tekil hiçliğin içinde yürüdüm bir vakit hiç bir şey düşünmeden. Yol üzerinde gördüğüm bir kaç çiçeği kopardım. Kitapların aralarında kurutarak yeniden can veriyordum onlara. Eve varmam bir hayli zaman almıştı. Dışarı da pek zaman geçirmeyi sevmediğimden eve her zaman koşar adım giderim. Bu beni bekleyen vahim sonun bir an önce gelmesi için, kıyılarıma kürek çeken acımasız balıkçı rolünü üstlenmiştim çoktan. Bütün perdeler, sigara dumanı, barut, kendi yarattığım bu tabutun üzerime kapanması bir an meselesi....