On Adım
Yıllık izinlerinin çoğunu kullanma fırsatını bulamazdı. Hoş, bulsa da nasıl doldurabilir, nereye gidebilirdi ki, adeta evli olduğu işine, iş yerine bahane edilmiş kaçamaklarla yine geri dönecekti. Hafta mezunu (haftalık izin günü) olduğu “bir gün” bile kendisine çok uzun ve çok sıkıcı gelirdi.
Son operasyondan elde ettiği başarıya ulaşmak için harcadığı çabalar, onu epeyce yıpratmıştı. Sinirleri alt üst olmuştu, zoraki ödül olarak gördüğü verilen birkaç günlük iznini nasıl geçireceğini düşünürken, ilk gençlik çağlarında çokça yaptığı, balık avlama merakı geldi aklına. Turna balıklarını düşündü… oldukça saldırgan olan bu keskin dişli balıklar hala eskisi gibi miydi? Anlamsız bir merak içine sokmak istiyordu kendisini.
Çünkü tozlanmış olta takımlarını geceden hazırlarken içine çöken huzursuzluğa anlam veremiyordu. Erkenden kalkmış Mogan Gölü’nün yolunu tutarken aynı huzursuzluğu bir kez daha, daha yoğun hissediyordu.
Daha önce çalıştığı “Kurt Timi”nin Phantom ekibinde böyle bir huzurluğa kapıldığında, kendileri için sonun başlangıcına doğru gittiklerini fark etmişti. Kuvvetli sezgilerinde her zaman yanında bulurdu inançlarını.
İçindeki Şaman kendisini, kötü ruhları kovan dualarında defalarca uyarmıştı.
Bu kez de öyle olsun istemiyordu. Gün henüz aydınlanırken, suyun kıyıya ulaşan yavaştan minik hareketlerinin sesini huzur içinde, içine çekmeye çalışıyordu. Oltasını olabildiğince uzağa fırlattıktan sonra irice bir taş parçasının üzerine oturdu, bir sigara yaktı. Makineden boşalan misinanın havayı yırtarken çıkardığı tiz ses, ürkmesine yol açmıştı ve peşinden suya düşen sahte yemin çıkardığı “lop” sesi huzursuzluğunu bir kez daha artırmıştı.
Geriye dönüp arabasına doğru baktı, sonra dikkatlice çevreyi izledi. Kimseciler yoktu…elindeki oltanın beklenmedik şekilde sertçe suya doğru çekilmesi, kendi kendine“rasgele” dilemesinin gerçekleşmesi bile huzursuzluğunu dağıtamamıştı. Suyun üzerinde birkaç çırpınış hareketinin çıkardığı sesle misinanın boşluğunu ustaca aldı. Oltanın ucundaki büyüklüğünü yaklaşık olarak tahmin ettiği turna balığının gücünü hissedebiliyordu.
“Hiçbir şey unutmamışsın” sözünü söyledi kendi kendine. Sonra dondu kaldı. Acaba birileri de mi unutmamıştır bazı şeyleri…düşüncesi geçti aklından bir an.
Apar topar toparlanıp gölün karşı kıyısına geçtiğinde, aldığı kahvaltılıkları masanın üzerine yayıp termosundan doldurduğu çayın sıcaklığı yüzüne vurduğunda bir nebze rahatlamıştı.
Peynir, zeytin ve simit ne muhteşem üçlü. Ve demini almış bir çay…insan ruhunda oluşabilecek keyif atmosferinin en yükseği.
Phantom ekibinde de üç kişi idiler kod adları peynir, zeytin ve simitti. Gerçi simit adı biraz garip, alaycı karşılansa da ağızlarını ileri uzatıp büzerek taklit ettikleri Amerikalı aksanıyla “smith” şeklinde söylemeleri, anlamı bir parça değiştirmesine rağmen gurubun keskin nişancısı için çok uygun bir addı.
Simitin önündeki üçgen peynir hedefi işaret ederdi, kartal gözüne sahipti. Zeytin, hedefe zıplayarak giden tim elemanıydı. Çay, olayın bitimi olan sıcaklığı yani yaşatılan cehennemi sembolize ederdi.
Ne müthiş bir kahvaltı…
Zaman epey geçmiş olmalıydı gölün kıyısında nispeten uzak sayılabilecek mesafede iki çocuk fark etti, sarışın kadın anneleri olmalıydı. Hep birlikte taş sektirmece oynuyorlardı.
Ah!...Moni.
Üniversite yıllarında sıkça gittiği altın kum plajında tanışmıştı İsviçreli Monica ile. Deniz üzerinde taş sektirirlerdi çocuksu sevinçle.
Zayıf ama atletik bedeni yüz hatlarına da yansımıştı. Düz ve uzun yüz kaslarının belirginleşmesi tuhaf bir ciddiyet duygusu oluşturmuştu kendisinde.
Çocuklardan birinin kendisine doğru geldiğini görünce, peşinden gelen kadının yüzünü daha net görebiliyordu. İyice yaklaşmışlardı…
Evet Moni, sana ne kadar da çok benziyor, diye mırıldandı. Diğer çocuğun yanında da yine atletik yapılı, spor giyimli, beyaz kasketli bir adam belirmişti.
Sanırım babaları olmalı diye düşündü…
Masanın üzerinde yarısı yenmiş simitin hilal şeklinde duruşu dikkatini çekti, ikinci üçgen peynirin ucu da adamı gösteriyordu. Olamaz, dedi.
Ürperen bedeninin titremesi ile dizinin çarptığı masa sallanmaya başlamıştı. Sallanan masanın üzerindeki zeytin harekete geçmiş, kenarından aşağıya düşmek üzereydi. Boşlukta iken refleksi bir hareketle yere düşmeden yakaladı zeytini.
Şaman bağırıyordu “uzaklaş!”
Elini beline attı, silahı yerinde yoktu. Arabada bırakmış olmalıydı. Araba, on adım ötesindeydi…belki de yaşamı.
Yaşamda kalabilmek için bu on adım ne uzun bir mesafe idi…
Bir kez daha dikkatlice kadına baktı. Kadının sağ eli üzerinde Mısır kültüründen esinlenmiş desenlerin bezenmiş olduğu bezden yapılmış, ağzı bolca açılmış çantaya takıldı.
Ah ! Moni. Didim’in sıcak kumsalında kum sarısı saçların, imbat rüzgarı ile ımıl ımıl dalgalanırken Ant Dağları’ndan serin anılar anlatıyordun mutlulukla birleşen ruhlarımıza.
Sıcak kumsal üzerinde çıplak ayaklı koşuşun özgürlüğüne kavuşmuş Heidi’nin çocuksu sevincini taşıyordu. Birlikte söylediğimiz “çav bella”dan katilim mi çıktı. Sonu öyle mi bitiyordu tüm özgürlüklerin.
Eli sol bacağındaki yedek silahı olan, altı otuz beşlik minik Baretta’sına çoktan uzanmıştı. Göz feriyle baktığı çocuğu düşünüyordu. Bu çocuk neden siyahi?
Ölüme bu kadar erken tanık olma çocuk…arkanı dön.
Uzaktan kendisine ölüm telaşı ile koşturan beyaz kasketli adamın canhıraş bağrışını duyuyordu.
Hayır zeytin hayır yapma!...
Kadının iki kaşının tam ortasına kilitlemişti kendisini. Kaskatı olmuş bakışlarıyla hedefe bakıyordu, kadının elinin çantadan çıkmasını bekliyordu.
Ve ölüm yine on adım uzaklıktaydı. İnsan farklı olsa da ölüm aynıydı. Her şey bir anda nasıl tersine dönüyor… diye düşündü.
Şaman’nın yakarışlarını duyuyordu. Elindeki defi ritmik vuruşlarıyla tekrarladığı yerden havaya savururken ettiği dansa eşlik eden duaların arasında, tetiği çekmesi için ulu ruhlara yalvarıyordu.
Bas tetiğe!...
Bayım lütfen, dedi. Çocuk var.
Moni… sesin ne kadar da değişmiş, sesin yaşlanmış senin. Tıpkı bana olan duyguların gibi değişmiş.
Şaman’ın vuruşları zayıfladı, son bir kez daha seslendi, merhametten uzaklaşmaya başlayan ses tonu öfke yüklendi, kızmaya başladığını duyuyordu.
Ey içimdeki iyilikle Ey içimdeki Şaman Ey ulu ruhlar görmüyor musunuz? Duygularım ve düşüncelerim birbirine karıştı. Gerçeği ayıramıyorum. Namlunun ucunda iki yaşam, söyleyin hangisi tutunmalı, hangisi kalmalı, gerekli olan hangisi.
Çocukdaki saflık. Moni’deki sevgim…
Söyleyin hangisini seçeyim?
Elbette ki inancını…diye bağırdı Şaman.
İnançlar bu kadar bencil olur mu?
Geldiğin yer, zihninde kaybolmuş senin, unutmuşsun. İçindeki kalıntılara bak, manevi etkilerin sönükleşmiş olsa da onları üfle, canlı tut. Bu kalıntıları bul, yabancılaşmadan onları anlamaya çalış yeniden. Sahip olduğun şu an ki düşüncelerine kurban etme onları…hastalıklı düşüncelerin şifa bulmalı.
Bir kez daha dikkatlice baktı kadına. Kadının sağ eli, üzerinde eski Mısır kültüründen esinlenmiş desenlerin bezeli olduğu bezden yapılmış, ağız kısmı içindeki nesnelerin kolayca alınabilmesi için kenarlara doğru bolca açılmış çantaya takıldı.
Ah ! Moni sakın, sakın bunu yapma. Aklından bile geçirme…
Devam edecek