Ormanda Dehşet
Tatil anlayışı görecelidir. Kimi deniz kenarına gitmeyi hayal eder, kimi dağı, taşı... kimi tarihi yerleri, kimi kış turizmini sever ve giderler... Ben ve can arkadaşım Celil ise, kayağa gitmeyi hayal eden ve gücümüz nispetinde de gerçekleştirenlerdeniz. Ayrıca, bu yönümüzle yıllardır birbirimizi tamamlarız. Aynı evi üniversite öğrenciliğimizden beri paylaşırız. Bir çok konu da ayrı düştüğümüz olur, yer yer kavgalarımız da olmuştur. Lakin, macera ve doğa severliğimizin üst sınırı yoktur ve bu konuda çok iyi anlaşırız. Bu yönümüzün heyecanından olsa gerek, bu güne dek hiç ayrılmadık! Hatta, anne-babalarımız; "Yeter artık, evlenin" dedikçe, biz doğanın kucağına kaçtık hep... Uludağ, Kartalkaya, Davraz, Erciyes, Alpler her sene peyderpey gittiğimiz kayak merkezlerinden bir kaçıdır... Bu yıl, bir farklılık yapıp doğuya gitmeye karar verdik.
Çünkü, üniversite de araştırma görevlisi olarak çalışmak, gerçekten çok zor bir iştir. Tez hazırlığı, yükselme sınavları, dil sınavı, hocaların kaprisleri, öğrencilerin stresi, gel git derken yoğun bir sezon geçiriyoruz. Bu da iyi bir tatili hak ettiğimiz anlamına geliyor. Cemil ile İnternet'de yaptığımız detaylı araştırmada; Doğuda karşımıza ilk olarak; Erzurum Palandöken Kayak Merkezi ile Sarıkamış Kayak Merkezi çıktı.
Palandöken'de, günde toplam otuz iki bin kişinin kayak yapabileceği, uluslararası yarışmalar, hatta kış olimpiyatlarının düzenlenebileceği ve altı bin kişinin doğrudan istihdam edilebileceği bir kapasiteye sahip tesisler varmış. Palandöken, doğunun en popüler kayak merkeziymiş. Hatta, Türkiye'nin en iyi ilk üç kayak merkezinden birisiymiş. Yüksek irtifa, kaliteli kar, uzun kış, Palandöken'de sınırsız kayak keyfi sunuyormuş. Bir çok yıldızlı otel ve eğlence merkezi varmış orada. Kayak zamanı, kasım'dan mayısa kadar tam altı ay imiş. Normal kış şartlarında iki ya da üç metre kar kalınlığı olabiliyormuş. İkliminden dolayı da bu süre boyunca, kar kalitesi toz kar özelliğini koruyormuş. İşte, burada Celil ile "Vuuvv" dedik. Palandöken'in özelliklerinden biri de uçak, otobüs ya da trenden indiğiniz andan itibaren, yirmi dakika içinde, pist ve otellere ulaşabiliyormuşsunuz. Çünkü, Palandöken Kayak Merkezi, Erzurum'a sadece on üç kilometre uzaklıkta. Bu yol en sert hava koşulların da bile, her zaman ulaşıma açıkmış. Sarıkamış Kayak tesisleri de; Otel, pist, kaliteli kar ve yeşil bir doğaya sahipmiş... Bu iki güzide kayak merkezi hem de birbirlerine çok yakın imişler...
Bir taşla iki kuş vuracağız galiba... Bu da yetmezmiş gibi, tarihi ve turistik gezilecek çok yerleri de varmış. En önemlisi de, Sarıkamış ve Erzurum arasında bulunan, Allahuekber dağları... Hep görmek istemişimdir o yüce yeri. Rivayetlere göre, doksan bin ile yüz yirmi bin civarında asker donarak şehit olmuşlar. O dağları, gezip görmek çok müthiş olacak. Şunu iyi biliyorum ki Anadolu topraklarında yaşayan herkes, batıda Çanakkale'yi doğuda Allahuekber dağlarını gezip görmelidir. Bu vatan için feda edilen canların ayak bastığı topraklara ayak basmalı, soluduğu havayı solumalıdır.
O gün geldi çattı. Celil ile ortaklaşa aldığımız dört çeker arazi arabamıza kamp malzemeleri ile yiyecek içecek ne varsa alıp doldurduk. Güzergah üzerinde ki yerleri, geze geze gidecektik.
Ankara'dan on sekiz saat sürer dediler. Kırıkkale, Yozgat, Kayseri, Sivas, Erzincan üzeri Erzurum ve Sarıkamış...
Bahse konu olan yerleri Kayseri'ye kadar olanını daha önceleri görmüştük. Ancak, diğerlerini yeni görecektik. Zorlu yolculuk başlamıştı. Sivas'tan itibaren ortalık kar borandı. Yer yer görüşümüz bir kaç metreye düşüyor, fırtına tipi ortalığı saçıp savuruyordu. Hele Erzincan-Erzurum arası; Sansa deresi denilen yer zulümdü. Tam istediğimiz gibi maceralı kallavi bir yolculuk sonrası nihayet Erzurum'a vardık... Şehre girince bayağı bir şaşırdık! Erzurum, hayalerimizdekinden daha güzeldi. Şehre girişte, üniversiteye ait çam koruluğu neredeyse orman görünümündeydi. Düzenli ve geniş yolları ile büyülendik adeta...
Bizi, Atatürk Üniversitesinden Oğuz karşıladı. Kendisi milli kayakçıymış. Bölüm Başkanımızın yakın arkadaşının oğlu. Hem beraber kayak yapacağız, hem de bize rehberlik edecekti. Üniversite nizamiyesinde buluştuk. Tanışma faslı sonrası yöresine has konuşmasıyla;
-Bahın gardaşlarım! Şimdi gurt gibi acıkmışsızdır. Önce aç garınlarızı bi doyurah. Sonra, gısa bir şeher turu atarız. Sonra da dağa çıkar kampımızı gurarıh olur mu?- dedi.
Celil ile gülümsedik. Sonra, başımızla onay verdik. Önce güzel bir cağ kebabı sonra bu yöreye has kadayıf dolması yedik. Cennet çeşme suyundan demli çay içtikten sonra şehir turuna başladık... Oğuz tam bir dadaş... Konuşması o kadar içten, şivesi o kadar sıcak ki hiç susmasın istedik... Atatürk'ün Erzurum'da yaptığı kongre binasını gezdirdi. Tebrizkapı denilen caddeye gittik. Burada yüzlerce kuyumcu dükkanı var. Oradan yukarı çıkınca, muhteşem bir Selçuklu eseri olan Çifte Minareli Medrese ve Ulucami büyüledi bizi... Oğuz kendine has şivesiyle;
-Bahın gardaşlar, bunnarın hepsi Selçuklu eseridir. Selçuklu ve Osmanlı'ya ait onlarca cami, medrese, köprü, kale, çeşme ve bedesten vardır. Şimdi sizi bu bedestenlerden en önemlisi olan Taşhana götüreceğim. Burada, Erzurum Oltu taşından envayi çeşit hediyelik eşya ve ziynet eşyası yapılır.- dedi.
Cemil bana dönerek;
-Kamil, biz buradan bir aya çıkamayız!- dedi.
Bir hafta süren, muhteşem Erzurum tatilimiz sonrası, Oğuz'u da alarak Sarıkamış'a yola çıktık. Yol üzeri Erzurum'un Pasinler, Horasan ilçelerini geçtik. Karakurt mevkiinden yol sağa ve sola ayrılıyor. Sağ taraf Iğdır'a, sol taraf Sarıkamış ve Kars'a gidiyor. Karakurt'u biraz geçtikten sonra, bizi muhteşem ormanıyla Sarıkamış karşıladı. Beyaz örtülü doğanın üzerinde yemyeşil çam ormanı fevkalade görünüyordu. Oğuz bu manzara karşısında;
-Gardaşlar, buraya her gelişimde gözlerim yaşarır. Beyaz örtü üzerinde ki her bir ağacı, donarak ölen şanlı dedelerimize benzetirem. Her bir ağacın bana söyleyecekleri varmış gibi gelir. Sonra bir saat kadar çıkar oraları gezerim. - dedi.
Gerçekten de o havayı hissediyor insan. Bizler, üzerimizde son model soğuk geçirmez kıyafetlerle üşüyoruz. Garibim o insanlar üst yok baş yok! Ayakkabı yok ! Nasıl dayanmışlar o kadar? "Vatan aşkı bu olsa gerek" Dedim kendi kendime. Sonra, Oğuz'un belirlediği bir alana kamp çadırlarımızı kurduk. Hava çok soğuktu. Neredeyse nefesimiz donuyordu. Birden aklıma;
-Soğuktan birbirine kenetlenmiş, Mehmetçiklerimiz geldi. Soğuktan kangren olmuş ayaklar ve topukları buz zemine yapışmış Mehmetler. Aman Allah'ım! diye iç geçirdim.-
Zorlu bir uğraş sonrası, kamp çadırlarımızı kurduk. O günü dinlenerek geçirdik. Ertesi gün, kayak malzemelerimizi alarak piste doğru çıkacaktık. Sabaha doğru bir ses duydum. Sanki, birileri ağaç kesiyordu. Balta sesi, bir geliyor bir gelmiyordu. Bu, kaçak ağaç kestiklerini gösterir bir durumdu. Kendimi toparladım. Uyku tulumumu çıkarıp çadırdan dışarı çıktım. Baktım, Oğuz dışarıda spor yapıyordu.
-Hayırlı sabahlar Oğuz!- Dedim.
-Sana da gardaşım, ey uyudun mi?- Dedi.
-Evet, evet! Ama bir ses duydum sen de duydun mu? Dedim.-
-He, he duydum, korkmana gerek yok. Şu arka da orman köyü var, oranın adamlarıdır. Bazen, kaçak ağaç kesirler. Onnardır.- dedi kendinden emin bir şekilde.
Daha sonra, balta sesleri daha bir yakından gelmeye başladı. Celil ise her zaman ki gibi hala uyuyordu. Kurduğu saati, ötmeden uyanmaz! Uyansa da hemen kalkmaz. Bir o yana bir bu yana döner durur. Oğuzla biraz daha nefes açmak için yukarı doğru tırmanmaya başladık. Hava ılımandı. Geceden yağan kar, havayı yumuşatmıştı. Spor yapıyor, bir yandan da kamp ateşimiz için kuru dal topluyorduk. Sonra, birden büyük bir gürültüdür koptu. Koskocaman bir ağaç, bütün ihtişamı ve gürültüsüyle kamp alanımıza doğru düştü. Ortalığı, bembeyaz kar fırtınasına dönüştürdü bu düşüş. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, birden Oğuz'la göz göze geldik.
-Celillll! Diye bağırarak, koşmaya başladık. Aman Allah'ım! Koskoca ağaç yan yana kurduğumuz kamp çadırlarımızın üzerine düşmüştü. Celil'in bağırtısı ortalığı inletiyordu. Son sürat koşarak, Celil'in yanına vardık. Devasa ağaç, üçümüzün çadırının tam üstüne düşmüştü. Celil, acılar içinde inleyerek bağırıyordu;
-Kamilll kurtar beni!
Neye uğradığımızı şaşırmış vaziyetteydik. Hem ağlıyor hem de ağacı kaldırmaya çalışıyorduk. Ama, bu mümkün değildi. Arabaya doğru koşup iki adet balta getirdim. Ağacı keserek Celil'i kurtarabilirdik ancak. Zaman aleyhimize işliyordu. Bütün kurtarma birimlerini tek tek aradık.
-Ancak, en hızlı bir şekilde gelseler yarım saate gelirler - dedi Oğuz.
Ağaç Celil'in kasıklarının üzerine düşmüştü. Allah'tan ağacın ön kısmı biraz rampa olan yamaca dayanmıştı da, direkt olarak üstüne düşmemişti, yoksa anında öldürürdü. Lakin, yine de ağacı kesmezsek Celil'i kurtaramazdık. Oğuz'a dönerek;
-Dostum, ağacı şu kısımlardan kes, ben Celil'i oyalayayım- dedim.
-Oğuz "Tamam" Dedi üzgün ve ağlamaklı bir şekilde...
Celil'in alnından terler bulgur bulgur akıyordu. Kasıklarından aşağısı ağacın tam altındaydı. Başını, dizimin üstüne alarak konuşmaya başladım. Ancak, Celil uyumak istiyor, gözlerini yumuyordu. Uyursa bu donarak öleceğinin resmidir. Ayrıca, ayaklarından aşağı kanlar akıyordu. Kendimi toparlayarak konuşmaya başladım.
-Celil, yaptığın hayallerin hepsi şimdi boşa gidecek biliyor musun?
Zar zor konuşarak cevap verdi;
-Sen ne diyorsun Kamil, ne hayali ben burada ölüyorum ?
-Geber ! Diye bağırdım sonra...
-Evet! Ne o son model jeepi ne Haleyi ne de profesörlüğü göremeyeceksin. Senin hep gebermeni bekleyen biriydim biliyor musun?
Bir kaç defa seni zehirlemek için kahvene ilaç kattım. Ama hepsinde yırttın adi oğlu adi... Dedim.
Celil'in yüzünden terler boncuk boncuk akıyordu.
-Vay şerefsiz vayyy...- diyebildi inleyerek.
-O da, bir şey mi salak! - Dedim konuşmamı iyice sertleştirerek;
-Geçen sene, annenle kız kardeşin bir haftalığına bize gelmişlerdi. Hatırladın mı?-
-Ev-ev-evettt, ne oll-muşşş gel-di-lerse- Diyebildi olanca hıncıyla...
-Onlarla ne yaptığımı bir bilsen. O kız kardeşin var ya, bir içim su.- dedim gıcık bir ses tonuyla...
Dişlerini sıkarak, ayağa kalkmaya yeltendi. Ama, bu mümkün değildi. Sonra, kızgın ve yorgun bir şekilde konuşmaya başladı.
-Ayağa kalkarsam, seni lime lime edeceğim şerefsizzz. Dost dediğim adama bakkk!!!... adinin tekiymişsin... ama sana inanmıyorum. Yalan söylüyorsun yalannnn ...- Diyerek bağırıyordu.
-Keşke yalan olsaydı. Baban öldüğünden beri ananın eline erkek eli değmemiş. Kendi kaşındı kaşar ne yapayım? Bizi yatakta basan kız kardeşin... -
-Hayırrr, olamazzz...- Diye bağırıyor ağzına gelen galiz küfürleri savuruyordu.
Bu sahneye benzer bir sahneyi ismini hatırlayamadığım bir filmde izlemiştim. Oradan aklıma geldi. Epey işe yaradı. Ama ne zormuş dostuna yalan söylemek ve onu madiklemek...
Oğuz'un da mecali kalmamıştı. Kan ter içinde ağacı kesmeye uğraşıyordu. Duyduğumuz siren sesleri umudumuzu artırmıştı...
***
Ameliyat son sürat devam ediyor, bütün sevenleriyle koridorda dokuz doğuruyorduk. Dilde dualar, gönülden teslimiyet ile bekliyorduk...
Çok şükür kurtulmuştu. Saatler sonra uyanmıştı. İlk olarak; ''Bana Kamil''i çağırın'' demiş...
Kayak merkezlerine güzel bir yolculuk ve orada yaşanalar, ilginç olayların peş peşe gelişmesi etkileyici bir biçimde kaleme alınmış. Sonuçta güzel bir öykü ortaya çıkmış kutlarım Selim bey içtenlikle...👍