Otuziki Numaralı Peron
Ahşap korkuluklu merdivenlerden yavaşça aşağı inerken, yanaklarından süzülen gözyaşlarının ıslaklığına inat daha bir gür sesle;
'Neden' dedi.
'Neden sevgili'
Gözlerinin önüne bir perde gibi saatler öncesi yaşananlar düştü. Gözyaşları daha bir sık düşüyordu yanaklarından. Elini göğsünün üzerine koyduğunda, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi yüksek ritimlerle derin bir dalga yaratıyordu içinde. Acı...
Önce gözlerine sonra beynine sonrada yüreğine işlemişti ayrılık senaryosunun yaşandığı an. Ayrılığın, en korkunç ölüm olduğunu, en acı, çekilmez bir diş ağrısından daha ağrılı olduğunu düşünüyordu.
Tenini yakan o temmuz sıcağında iliklerine kadar üşüyordu. Elindeki papatyaların beyazlığı solmuş ve her adımda birer birer dökülüyordu yaprakları, 'seviyor, sevmiyor, gidecek, gitmeyecek'. Harem'den sesler yükseliyordu o sırada, 'En büyük asker bizim asker'. Bilet satan simsarların seslerini bastırıyordu asker uğurlayanların sesleri ama Eylül'ün gideceği o kent'in ismi sanki o yüksek seslere inat kendini daha da belirginleştiriyordu. Rize.. Zonkluyordu beyninin içinde bu ses.
Üşüyordu, sıcaktı.
Papatyalar dökülüyordu, hüzün vardı.
Yağmur çiseliyordu, ayrılık vardı...
O kalabalığın arasında Eylül'ü arıyordu ve görmüştü sonunda. Eylül gideceği otobüsün önünde sigara içiyordu. Ayrılığa, İstanbul'a son sigara...
Ona doğru yaklaşırken, aklından bir film şeridi gibi geçirdikleri tüm aşk dolu günler gözünün önünden geçiyordu.
'Eylül' diye seslendi arkasından. Eylül arkasına dönerken, omzuna çökmüş siyah saçları, bir güvercin ürkekliğinde havalanmıştı başını çevirdiğinde ve ayrılık kokusunu Murat'ın dudaklarına doğru üflemişti.
'Hoş geldin Murat' sade bir el uzatımının üzerine söylenen söz, daha soğuk gelmişti, bir daha üşüdü elini uzatırken o yabancı kadına. Yabancıydı çünkü tanıyamamıştı, sanki sabahlara kadar seviştiği, teninde şiirler yüzdürdüğü kadın o değildi.
'Nasılsın Eylül' diyebildi yorgun sesiyle. Birkaç saniye gecikmeyle söylemişti adını. Alışık değildi ismiyle hitap etmeye. Nerdeyse aşk diyecekti, aşkım diyecekti, kadınım, sevgilim... Sıralanacaktı bütün kelimeler ama sade ve sadece Eylül diyebildi, öyle demeliydi. Soğuk...
'İyiyim' diyen bir sese nasıl cevap verilirdi şimdi. Eylül 'sen' diye sormak üzereyken, 'çok sevindim iyi olmana, bende iyiyim' demişti Murat. Göz göze gelmiyorlardı bile. Elindeki papatyaları fark etti, unutmuştu. Sonra Eylül'e uzattı. Eylül şaşırmış bir halde;
'Teşekkürler canım da, bunun yapraklarını kim yoldu?'
'Bilmem, görmedim, ben değilim. Seviyor, sevmiyor, gidecek, gitmeyecek...'
'Son dediklerini duyamadım'
'Şey, şey dedim. Boş ver unut gitsin'
'Peki'
'Gidiyorsun bu yedi tepeli kentten, aşkın başkentinden, İstanbul'dan'
'Mecburum biliyorsun. Hem bir şeyler yaşadık ve bitmek zorundaydı bitti. Böyle olmasını bende istemezdim ama oldu işte.
Öğretmen olan Eylül, Rize'ye atandığını öğrendiğinde, Murat ile olan aşkına nokta koymaya karar vermişti. İki uzak kent arasında bir aşk yaşanmazdı. Murat üzülerek bu kararını kabul etmişti. Fakat içinden gitmemesi için sürekli dua'lar etmişti. Belki gitmez diye hayaller kuruyordu yüreğinin içinde, Eylül'ü uğurlamaya gelirken.
Bir an göz göze geldiler ve Murat tüm cesaretiyle;
'Seni seviyorum' dedi Eylül'e ve o an tekrar 'En büyük asker bizim asker' sesleri yükselmeye başladı. Eylül, el hareketleriyle duyamadığını belirtti ve Murat tekrardan;
'Seni seviyorum' dedi fakat Eylül yine duyamamıştı.
Aslında Murat'ın dudaklarına baksa, ne dediğini okuyacaktı, anlayacaktı, ama.
Sesler kesildi ve Eylül Murat'a;
'Ne dedin canım anlayamadım?'
'Boş ver canım' deyip geçiştirdi Murat.
Otobüsün hareket saati gelmişti. Eylül yarım kalan sigarasından son bir nefes daha alarak sigara izmaritini yere attı ve ayağıyla söndürdü. İçindeki dumanı dudaklarından hızlı bir şekilde İstanbul'a doğru üfledi son kez.
'Gitme vakti geldi Murat'
'Tamam canım. Kendine çok dikkat et oralarda, hasta olma, ve zaman buldukça bana yaz bir şeyler. Unutma aklım hep sende' dedi ve sıkı sıkı sarıldı Eylül'üne, son kez, sıkı sıkı, bırakmak istemezcesine, tekrar tekrar sarıldı. Sol göz altından düşen gözyaşını dudaklarında öldürdü. Ağladığını görmesini istemiyordu, görmedide.
'Sende dikkat et kendine. Yazmaya çalışacağım sana, gelirsem buraya ararım zaten seni.'
Son kez bir daha sarıldılar. Murat kokusunu derinden içine çekiyordu. Ağlayacaktı, zor tutuyordu gözyaşlarını.
'Görüşmek üzere' deyip Eylül otobüse binmek üzere hareket ederken Murat seslendi arkasından;
'Eylül, unutuyordum az kalsın. Bu zarfı alır mısın?'
'Ne var içinde?'
'Sen varsın, biz varız'
Eylül bir şey diyemedi sustu sadece. Zarfı alıp, otobüse binip ön sıralardaki koltuğuna oturdu ve camdan dışarı baktı, Murat'a doğru çevirdi gözlerini. Murat öylece onu izliyordu. İstanbul daha hızlı ağlamaya başlamıştı. Sağanak ağlıyordu, dolu ağlıyordu, aşk, ayrılık ağlıyordu.
Otobüs gözden uzaklaşıyordu yavaşça. O kalabalığın içinde boğulduğunu hissediyordu. Yavaşça sahile doğru yürümeye başladı.
Yürümek istiyordu; Harem'den Üsküdar'a, Kız Kulesine, ömrüne, mülteci yalnızlığın koynuna, ayrılık kokulu İstanbul sokaklarına, Emirgan'dan boğaza, ayrılığa, yalnızlığa.
Eylül elindeki zarfı merakla açtı ve içinden Murat'ın yazdığı bir mektup çıkmıştı. Okumaya başladı. Gözyaşlarına daha ilk satırda mağlup olmuştu. Ve şunlar yazılıydı siyah kalemle çizilmiş satırların üzerinde;
'Biraz düş satın alıp öyle çekildim koy bir liman yalnızlığına. Biliyorum, sen faili meçhul bir intiharsın gözlerimde. Kime aşk konuşsam, kime aşk baksam, cümlelerim bir cinayet sanığı olur dudaklarımda. Küfrediyorum aynadan sarkan suretime, inatla sen diyor, inatla sen. Hiç üşenmeden bizi, bir Pazar sabahı bırakıp gittin. Beni bıraktın, bizi, İstanbul'u, ekmek arası mutluluğumuzu, sokak çocuklarını, Taksim'de uyuyan amcayı, sabahın kör vaktinde çay kokusunda simit yemeyi, vapurlardan martılara dokunmayı unuttun, seni, beni, bizi...
Bir kent kadar ıssız kalır, bir kent kadar yorgun düşerim demiştim sen gidersen.
Şimdi bir kent kadar ıssız, bir kent kadar yorgunum...
Dudaklarıma takıldı düşürmeliyim;
Hoşça kal...'
Yorgundu, sessizdi, öylece merdivende düşünüyordu ve son söz döküldü dudaklarından, aralık perdelerin arasından gözlerine takılı kalan kız kulesine karşı;
İstanbul;
Ben öldüm, sen hala yaşıyor musun?
şiddetle güzeldi.... coştum arkadaş eyvallah.....dua ile......