Palyaço Balığının Yirmi Dört Saati
Gecenin sessizlik senfonisine bürünmüştü her yeni gün yeni cümlelerin hapsolduğu dört duvar. Zira duvarlaşmış kalplerin tersine ev denen yapının duvarları, görevini icra etmekle meşgul olabilirdi ancak. Yarı açık perdeden vuran sokak lambasının geceyle ahenkli ışığı, basitliği gösterişle kapamak için süslü eşyalarla bezenen odayı aydınlatıyordu. Duvarlar ise sanki can yakan sözlerin kirini kapasın diye beyaza boyanmıştı. Duvarların aksine odanın kapanmaz siyahlığı içinde yaşayan ruhlardı.
Gecenin amacı ruhun ve bedenin dinlenmesi olmalıydı fakat gündüz, tüm o yaşanmışlıkların intikamını uykudan çalarak alıyordu. Bu yüzden birileri uykusunun en güzel anındayken Fikret kapıyı yavaşça açıp girdi odaya. Aynı sakinlikle etrafına bir göz atıp yavaş adımlarla pencereyi açtı. İçeri temiz havayla birlikte gecenin ürperten soğuğu doldu. Soğuk yaşamış hissettiriyordu ölü toprağı atılmış kırklarının başındaki bedenine. Orta sehpanın üstündeki sigara paketini ve çakmağı aldı. Derin bir nefes vererek koltuğa yığıldı. Paketten çıkardığı sigarayı sakinlikle dudağına yerleştirdi, çakmağın saniyelik ışığıyla anlık aydınlandı loş oda. Fikret içine çektiği zehirli dumanı, zihninin fırtınasında savrulan yüzlerce yaprağın uğultusuna ev sahipliği yapan sesleri susturmak ister gibi git gide soğuyan kasvetli odaya şiddetle üfledi. Geçmişi, düşüncelerinin üzerine çöken soyut kapanıydı.
-Geçmiş-
Fikret o gün hayatının en büyük sırrına sahip olacağını bilmeden sabahın ilk ışıklarını genç yüzünde karşıladı. Usulca yataktan kalkıp hamile eşini uyandırmadan işe hazırlanmaya başladı. Eşi hamileliğinin son ayında olduğu için üstüne düşüyordu. Eşi Gülay’ın kahvaltısını da oldukça sade döşenmiş mutfağın küçük beyaz masasına hazırlayıp evden çıktı. Her zaman bindiği otobüsün karşıdan geldiğini görünce durağa yetişmek için hızlı hızlı yürümeye başladı. Otobüse yetişip bindi. Otobüs camından dışarıyı seyretti boş gözlerle. İneceği durağa geldiğinde sıkışık otobüsten ezilmeden inmeyi başarabildi. İşyeri duraktan birkaç dakikalık yürüme mesafesindeydi. Kapıda karşılaştığı güvenliğe selam verip hızla içeri girdi. Çalıştığı odanın kapısını açtığında yüzüne arşivin tozlu havası vurdu. İçinden yine başladık nidaları atıp yüzünü buruşturdu. Sevmiyordu burayı. Ahşap masanın üstüne bıraktığı çantasından dosyaları çıkarıp işe koyuldu. Kapının açılmasıyla içeri iş arkadaşı Hasan girdi. “Patron bizi yanına çağırıyor. Niye diye sorma bende bilmiyorum.” dedi Hasan. Fikret ne olduğunu merak ettiği için hızla ayağa kalktı. Patronun ketum biri olduğunu düşünüyordu Fikret. İş görüşmesi harici bir kaç sıradan selamlaşma dışında konuşmamışlardı. Kapısında bekledikleri odadan gel sesini duyduklarında önde Fikret olarak art arda içeri girdiler. Yaşının izlerini beyaz saçlarında ve kırışıklık kaplamış yüzünde taşıyan Yavuz bey elini masanın diğer tarafındaki tekli koltuklara uzatarak oturmalarını istedi. Yavuz bey elindeki kalemin kapağını sürekli açıp kapatarak stresini azaltmaya çalışıyordu. Derin bir nefes alıp sırtını oldukça rahat görünen kahverengi deri koltuğa yasladı. Kalemi tutan sağ elini havaya kaldırarak konuşmaya başladı “Biliyorsunuz yeni açılacak iki bayimizin müdürlerini buradan görevlendireceğiz. Bende sizin bunu hak ettiğinizi düşündüm.” Yavuz bey bir saniyeden az bir süre bekledikten sonra konuşmasına devam etti. “Ancak bunun için sizden bir şey rica edeceğim.” dedi. Sona doğru “rica ederim” i bastırarak söylemişti. Fikret de Hasan da bunun bir rica olmadığını biliyordu. Bu adam çıkarı olmadan kimseye iyilik yapmaz, her zaman kendi çıkarını düşünürdü. Ailesine bakmak gibi bir sorumluluğu olmasa burada bir dakika durmazdı Fikret. Yavuz bey gözlerini kısıp karşısındaki iki genç adama bakarak konuşmaya devam etti “Sizin sorumlu olduğunuz arşivlerden bazı belgeleri değiştirmenizi istiyorum.” Yapma olduğu belli olan gülümsemesini yüzüne takarak konuşmayı bitirdi. Fikret’in düşünceleri o an da hissiyatının önüne bent ördü. Çok sevgili eşine ve doğmasına az bir süre kalan oğluna daha iyi bir yaşam sunmayı birilerinin yaşamını mahvetmeye denk görmüş, vicdanını kör kuyulara atarak parayla mütemadiyen içinden atamayacağı pişmanlığını satın almıştı.
-Günümüz-
Gülay her zaman ki gibi ev işlerini bitirip girdi geceden dumanı sızan odaya. Oysa kaç saattir havalandırıyordu bu odayı. Televizyonu açmaya giderken sessiz odayı kolundaki altın bileziklerin şıngır şıngır sesi kapladı. Yüzünden eksik etmediği sahte gülümsemesi ile gündüz programlarından birini seyretmeye başladı. Zilin çalması ile yerinden kalkıp odadan çıktı. Kapıyı açtığında üst komşusu Fatma’yı gördü. Gülay’ın makyajla yaşanmışlıklarını örttüğü yüzündekine kıyasla gerçek, gururlu bir gülümseme taşıyordu Fatma yüzünde. Elinde tuttuğu tepsideki küçük kaplardan birini alıp Gülay’a uzattı. Gülay komşusunun elinden kabı alırken Fatma konuşmaya başladı “Gülay bizim oğlan-Semih- istediği okulu kazandı onun için lokma dağıtıyorum.” dedi sevincini gizlemeden. Gülay yüzünün anlık düşmesini gizleyerek “Ne güzel, çok sevindim Fatma.” dedi. Fatma gururla gülümsedikten sonra üzgün bir ifadeyle “Senin oğlanda öyle olmasaydı.” dedi. “Öyle olmasaydı.” bu cümle Gülay kapıyı kapatıp odadaki koltuğa yığılır gibi oturana kadar aklında dönüp dolaştı. Ne sahte gülümsemesi ne yüzündeki izlerin örtüsü makyajı kalmıştı. Gözünden düşen damlalar umman olmaya yüz tutarken Gülay'ın geçmişten gelen pişmanlığının etekleri tutuşmuştu.
-Geçmiş-
Gülay ve Fikret oğullarının git gide kötüleşen durumunu öğrendikten sonra evlerine dönüyorlardı. Arka koltukta olanlardan habersiz camdan sıra sıra akan ağaçları seyreden çocuğun aksine onların başları eğikti. Çıt çıkmayan yaklaşık on beş dakikanın ardından. Sessizliği Gülay bozdu “Ne yapıp edip iyileştir oğlumu Fikret!” sert sesi içinde bastırdığı üzüntünün vaveylasıydı. Daha bir kaç gün önce sapa sağlam çocuğunun şimdi kendi tabiri ile ‘sakat’ olacak olmasına dayanamıyordu. Fikret de aynı hisleri içinde saklıyordu. Yenilgiyi kendine olur bulmamıştı. Fikret Gülay’ın sert çıkışına “Akşama kadar senin yanında bu çocuk. Hiçbir şeyi düzgün yapamadığın gibi bir çocuğa da bakamamışsın.” diyerek tepkisini gösterdi. Gülay ise bu güne kadar içinde tuttuğu sitem dolu cümleleri art arda sıralamaya başladı “Sen en harikasın değil mi? Ben nerden bileceğim çocuk bakmayı? Her şeyi sen bilirsin. En başarılı, en iyi baba, en...en her şeyin ‘en’ olanısın. Hayır sen o üç kuruş etmez kalbinle insanları kırmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Huysuz, ilgisiz, çıkarcı... Ne zaman böyle güce tapan bir adama dönüştün Fikret, seni tanıyamıyorum artık. Benim aşık olduğum adam bu değildi.” sona doğru kısılan sesiyle bitirdi cümlesini. Dışarıda yağan yağmur sanki arabayı delip üstlerine yağıyordu. Ne var ki insan ortada bir sorun olduğunda çözmek yerine sebepler sıralayarak suçlu arayıp vicdanını temizlemeyi kendine hak görürdü. İçten içe biliyordu ikisi de, satın aldıkları pişmanlığın siyahlığı ikisinin de gönlüne kor olarak düşmüştü.
-Günümüz-
Her insan kendi hayatının başrolü olmalıydı. Verdiği kararlar, yürüdüğü yollar, sevdiği şeyler, amaçları, yanlışları hayatı şekillendirir, karakterine yön verirdi. Kimse bir başkasının yazdığı hayata başrol olmak istemezdi. Fatih odaya girdiğinde Gülay bir yandan elindeki elmayı soyarken bir yandan da dizisini izliyordu Fatih’i gördüğünde “Gel oğlum otur şöyle, sana elma soyayım.” dedi. Fatih annesine kısa bir bakış attıktan sonra sıkıcı hayatında kendi seçtiği nadir şeylerden biri olan orta boy akvaryuma doğru yürümeye başladı. Kendi seçmişti ancak yıllardır baktığı balığına bir isim dahi vermemişti. Hayatına böylesine yer etmiş bir varlığı, herhangi biri gibi görmezden gelmek niye mümkün olurdu? Akvaryumun kapağını açıp elindeki balık yeminden yeterli olduğunu düşündüğü kadar suya bırakırken “Yemeyeceğim anne balığımın yem saati geldi verip gideceğim.” dedi. “Olsun gel otur babanda gelir şimdi.” konuşmayı sürdürdü biricik oğlunun gözlerinin içine bakarak “Bitirdin mi çalışmayı oğlum?”. Derin bir nefes bıraktı Fatih “Evet anne.” kısa tuttuğu cümlelerinin ardından kasvetli odayı sadece televizyonun sesi dolduruyordu. Yarım saatin ardından Fikret’in de gelmesi ile yemek masasına oturulmuştu. Fikret çatalını masaya bırakarak bakışlarını Fatih’e çevirdi. “Oğlum derslerin nasıl gidiyor çalışıyorsun değil mi sınava?” dedi. Fatih rahatsızlığını belli eder gibi babasına bakıyordu. Bu güne kadar çokça kırılmış cesaretini yine kullanmaya karar verip çekingen bir şekilde konuşmaya başladı “Baba ben güzel sanatlar bölümüne gideceğim. Biliyorum istemiyorsunuz ama benim hayatımı bu güne kadar hep siz seçtiniz bu sefer kendi istediğimi, beni mutlu eden şeyi yapacağım. Ben kararımı verdim güzel sanatlar bölümüne gideceğim.” konuşurken ne kadar kararlı olsa da babasının yüzündeki ifadeyi gördükçe kararlılığını yitiriyordu. Fikret oğlunun başkaldırışına histerik bir kahkaha atıp yine siyahlığını konuşturmaya başlamıştı “Duyuyor musun Gülay güzel sanatlara gidecekmiş(!) beyefendi. Senin okuluna ne kadar para veriyorum biliyor musun okuyup adam ol diye. Tabi beyefendinin keyfi yerinde hiç zorluk görmedi ki. Senin için çalışıyorum ben sabahtan akşama kadar. Benim bu emeklerimin bir karşılığı olacak tabi ki benim istediğim okula gideceksin. Başka yol yok Fatih.” Bencilce sıraladığı cümleler Fatih’in gözünden bir damla yaş düşürdü. Ne ilkti ne de son olacaktı biliyordu Fatih. Gülay ve Fikret büyük oğullarının açtığı yaranın yamasını Fatih sanmışlardı. Görmüyorlardı hırsları, en iyi olma çabaları daha yeni filizlenmeye başlamış bir ruhun giderek çürümesine sebep oluyordu. Her insan güzel, yakışıklı, zengin, mutlu, başarılı olsaydı bunların bir önemi kalmazdı. Ki mutluluğu sürdürmek mutluluğa nasıl bir anlam biçtiğimizle alakalı değil miydi? Fatih’te en az diğer çocuklar gibi kendi izleyeceği yolu, mutluluk anlamını, belirlemekte özgürdü fakat zift kaplamış gönüller hırslarına yenilip gerçek güzelliği fark edemiyor gencecik bir ruha ömür boyu taşıyacağı pişmanlığını şart koşuyorlardı.
Aynı evin içinde istekleri yok sayılan Fatih ve varlığı yok sayılan ağabeyi... O kendini bildi bileli tutukluydu hayata. Her gün tekerlekli sandalyesinde, o kasvetli dört yanı esved kaplı odada görünür olmayı bekliyordu. Görünmezliği kabullenilmemiş olmasındandı. Mütemadiyen sevilen kardeşinin aksine onun bir kere bile başı okşanmamıştı. Kendi canından da uçamayan kanatlarından da geçmişti. Yalnızca fark edilmek istiyordu, görünmez olmak sadece çocukken istenecek bir süper güçtü. Babasının kardeşine baktığı o sevgi taşıran gözleri bir kere de onun gölgesine çarpsın istemişti. Fikret ise oğlunu en çok görmeyen olmuştu. Şen kahkahaların vuku bulduğu odada o akvaryumdaki palyaço balığından farksız olduğunu düşünürdü. Palyaço balığı gibi o da kendi evine çok görülmüş okyanusundan alınıp cam fanusa tıkılmıştı. Engellerin yalnızca zihinde yer aldığını biliyordu fakat kalbi zift tutmuş, hırsı gözlerini bürümüş, korkakça pişmanlıklarına sığınan bu iki ruh, hayatta en ihtiyaç duyduğu iki insan, anne ve babası maddeye öyle tapmışlardı ki gözlerindeki saydam bağı bir türlü açıp etraflarını göremiyorlardı.
Bir anadan doğma eş gökyüzü ve denizi dahi ayıran bir sınır varken insanoğlu, ancak bedeni doyurabilecek maddiyat ile ruhun tek merhemi maneviyatı ayıramıyordu. Kasveti son bulmayan odada siyahlığı kalbini kaplamış iki insan kendi canlarından olanların hayatlarına belki de bir ömür taşıyacakları izler bıraktı. Her yeni gün yine tebessüm taşıyan dudaklardan çıkan kasvetli sözlere ve kahkahayla giz edilmiş ağıtlara kucak açmaya devam edecekti beyaz duvarlarının ardını zift kaplamış oda.
Yirmi dört saatin dolmasına saniyeler kala odada sadece palyaço balığının küçük fanusunda yüzerek çıkardığı sesler duyuluyordu. Ertesi gün aynı rutine devam edilecekti ama palyaço balığı bunu hatırlamayacaktı.
Tebrik ediyorum Tuğçe kardeşim, yüreğini ve kalemini. Gerçekten de kelime ve içerik zengini bir öykü okudum. Bazı cümleler artı olarak dikkatimi çekti. Öykünün konusu ise çok bizden. Yaptıklarımızın cezası sadece ve illa burada yaşanacak diye düşünsek de bazen ceza sandığımız şey bir rahmete, cennet anahtarına da dönüşebilir biz hikmetini bilmeden. Fikret ve Gülay senin ifade ettiğin gibi sadece karanlık olarak görüyorlar yaşadıklarını. Fatih ve minik akvaryum benzetmesi harika. Acılarımız yönünden hepimiz ruhsal palyaço sayılırız. Ama yeni günde balık unutkanlığında iyi şeyleri mi kötü şeyleri mi unutup hayata devam ederiz bu bize bağlı? Ve öykünün de devamını bu düşünce yapımız belirleyecek. Ama hepimiz dünden kalma alışkanlıklarımızı, karamsarlıklarımızı ve travmalarımızı aktarmayı sevdiğimiz için yeni güne geceyi ekip karanlık biçmek çok da karmaşık gelmemeli. Başarılı öykülerinin devamını bekliyoruz. Tebrikler yeniden ve hayırlı kandiller...👏🏻👌🥀
Anlamı ve anlatımı güçlü satırlardı beğeniyle okuduk öykünüzü tebrik ederim sevgilerimle Tuğçe hanım
İtiraf etmeliyim ki biraz beyin yakan bir öykü iki defa okumak zorunda kaldım. Unutmak diye birşey yok aslında, hatırlamamak var. Palyaço balığı da bu durumda galiba. Tebrikler.