Portakal Çiçeği
Çingenelerin oturduğu kenar mahalleye komşuydu evleri, eşi fırın işçisiydi fırında çıkan yangında feci şekilde can vermişti kocası ama bu kocasının ikinci can verişiydi yaşamında, belki de üçüncü olacaktı pek yakında.
Fırın sahibine aitti oturdukları virane ev, acıları henüz tazeydi. Ev sahibinin “çık” isteğine şimdilik uzaktılar. Tek katlı genişçe bahçeli iki oda bir holden(antre) oluşan baraka ile ev bozması arasında bir şeydi işte… Başlarını sokacakları bir çatıyı tam sağlamasa da, şükrediyorlardı.
Lakin bu şükür yangın olayında yok olup gitmeye yüz tutmuştu. İş bununla da kalmadı kocasının kendisine hayat veren ikinci “can verişi” olan küçücük oğlu amansız hastalığın pençesine düşmüştü yangının hemen arkasından. Taziyeye gelen üç beş komşunun getirdiği birkaç kap yemek yaşamlarında gördüğü en enfes sofralardandı ama kocasının arkasından bunlara el uzatmak ihanet gibi geliyordu. Kucağındaki çocuk için yaşama tutunması gerektiğini de biliyordu.
Ama günden güne eriyen çocuğun bedenindeki değişmeler kocasının ölümünden daha çok acı vermeye başlamıştı.
Nazar bunda var nazar deyişleriyle, komşu mahallenin şifacı kadını Huriye teyze kurşun dökme ritüeli düzenliyordu. Ağır kurşun kokusunu bastırmak için, sandal ağacı tütsüsüyle buhurladıkları, yerleri tahta döşemeli küçük dar odanın tam ortasında konu komşu birkaç kadının da katılımıyla şamanik dualar yükseliyordu.
Erimiş kurşunun suyla buluştuğu anda şifacı kadın kendinden geçmenin eşiğine gelmişti. Su verin su verin Huriye ablaya seslenişlerini bile zor duyuyordu. Nihayet biraz kendine geldiğinde hadi gidelim diyebilmişti.
Usuleten gönülden ne koparsa zorunluluğuna müsaade etmeden ücretini deyivermişti giderayak.
“Olgunlaşınca bir iki portakalını alırım bahçeden.”
“Kız Huriye abla, dedi.” Yanında birlikte geldiği Saniye.
“Senin portakal bahçen var ya…”
“Sus kız Saniye, neyi var da ne verecek garibin? Çocuğun bir yarı canı kalmış. Onu da Allah alacak.”
“ De me kız abla. Kurşunda mı gördün bebenin öleceğini?”
“Sus kız sus, duymasın garibim!” Oysa duyan duymuştu çoktan bu fısıldaşmaları şifacı kadının “ Anam, bunu bi doktora götür” demesinden hemen evvel.
Konu komşunun, mahallenin bulup bulup buluşturduklarıyla geç de olsa götürmüşlerdi.
Bahara çıkmaz ne kadar az acı çekerse o kadar şanlısınız demişti tabip… Ne şans ya kötülüğün “küçük” azgınlığına razı olmak bile mutluluk verici olabilir miydi?
Sabaha karşıydı, gökyüzü kalın bulutların parçalı parçalı hızlı geçişlerindeki aralanmalarından, ay ortalığı bir süreliğine de olsa aydınlatıyordu. Bulut geçişlerine zaman zaman yağmur serpelemeleri eşlik ediyordu. Gökyüzünün barındırdığı bu vahşilik ürkütücü idi ama bu onu ürkütmüyordu. Bir kez daha baktı gökyüzüne kadın. Şifacı kadının kurşun dökme sırasında çıkan geniz yakıcı buharına benzetti. Bulutlar, dökülen kurşundaki şekli alıyordu kimi zaman.
Alacalı karanlığın içinden gözetlendiğinin farkında bile değildi.
Çingene mahallesinden bir gölge sızmıştı, bulutların kamufle etmesini ustaca bekleyerek. Yorgundu, aç ve hastaydı Çingene. Kaç gündür o çok özlediği, yaşamının en keyif verici anı olan “sıcak tuzlu fıstık ve birasını” yudumlamak şöyle dursun, günlerdir doğru dürüst bir lokma ekmek dahi girmemişti kursağına.
Halk ne coşkulu alkışlıyordu, şehrin meydanına kurulmuş yüksekçe platformdan vaaz verirmiş gibi konuşan siyasetçisine.
Kendilerine “esmer vatandaş” diye nutuk atanları elleri patlarcasına alkış sesi geliyordu kulaklarına. Çocukken babasının o sıcacık, güvenli ellerine güvenerek, sımsıkı tutarak gitmişlerdi mitinglerine. Yıllar geçmişti vaatleri anımsamaktan vaz geçmiş zihni bedenini yaşamda tutabilmek için çaba sarf ediyordu. Buruşmuş, kararmış ellerine baktı iğrendi, ne çok günah işlemişti masumca ve ölmüş politikacıyı bir kez daha okkalı bir küfür sallayarak andı içinden.
Şehrin uzak yerinde zengin mahallesine gidecek takatı yoktu yarınki rızkını aramak için. Gözü fırıncının evine takıldı “Bazen umulmadık yerlerden gelir büyük kısmetler”.
Külhanbeylerin, kabadayıların “Lan mahallenin kızına laf atılır mı şerefsiz!” duygusuna kapıldı bir an. Komşunun malına el uzatılır mı hiç?
Çaresizlik…
Pencerenin altından eğilerek bir hayalet gibi bahçeye sızan Çingene’nin bedenini fark etmişti fırıncının karısı.
Oralı bile olmadı yaşadığı bu çok önemli dakikaları bozamazdı, farkında olduğu tehlikeye rağmen.
Çingene bahçeye dalmıştı bile gölge sessizliğinde birkaç taş basamaktan oluşan merdivenleri çıkarken dikkatliydi yükselen beden ateşine rağmen. Oynak bir taşın ayağının altından kayıp başına iş açıp açmayacağını hesaplıyordu bulanık zihninde. Küflü, zoraki ayakta duran yer yer dökülmüş parçalı mavi boyalı kapının kenarları pas tutmuş anahtar deliğinden baktı. Arkadan bir telle tutturulmuştu pervazına.
Hepsi bu kadar mı dedi içinden. İlk defa korkuyordu bir eve girerken. Anlam veremedi sonra sessiz bir küfür daha salladı masaldaki yaşamını çalan politikacıya.
Kapıya hafifçe abanırken bahçedeki portakal ağacı dikkatini çekmişti, gecenin kör vaktinde hayal mi görmüştü. Meyveleri ceviz iriliğini çoktan geçmişti nasıl yani bu zamanda yeniden çiçek mi açardı portakal ağacı.
Çok tuhaf bir olay diye düşünürken aralanan yorgun kapıdan elini içeriye doğru uzattığında iki de bir kıvrılmaktan yorulmuş olan tel kopuverdi elinde.
Kapının hemen arkasında kışlıktan kalın kurumuş dal parçalarının çıtırtısı da yayıldı karanlığın gizemine.
Odada gökyüzünü seyreden anne, çocuğuna kurduğu hayallerinden sıyrıltacak gürültüyü duymuşlardı.
“ Anne, dedi. Çıtırtıyı duydun mu?”
“Meraklanma rüzgardır, hadi masalımıza geri dönelim.” Kadın masala yeniden başladı. Çingene anlatıyı duyuyordu. Önce hayretler içinde kaldı, gözleri büyüdü.
“ Vay! A….” Küfrü çıkmıştı, yarısında ağzını kapatmıştı duyulmaması için. Lan bu bize anlatılan aynı adam aynı masal, dedi içinden.
Çingene holde yavaş adımlarla geziniyordu, çocuğun anneye seslenişini duymuştu, gerisin geriye çıkmak istemedi bomboş. Elindeki fenerin ışığını iyice kısmıştı, iyice cılızlaşan ışıkla yan odaya geçti. Etrafa göz attığında buranın mutfak olduğunu anladı, duvardaki boş tereklerden. Bomboştu birkaç parça bakır kap kacağı torbasına doldurdu sessizce.
“Eh, dedi. Hiç yoktan iyidir.” Gözleri karanlığa iyice alışmıştı, çevresine bakındı bir torbanın dibinde bulgurdan başka bir şey göremedi yiyecek olarak.”
“ Ulan amma fakirmiş bunlarda, şansıma tüküreyim.” Diye söylenirken kendi kendine, yerdeki gaz ocağı ilişti gözüne.
“İşte bu biraz para eder” diye elini attığında parmaklarında keskin bir acı hissetti.
“Ah” diye sızlandı istemeden, eski püskü gaz ocağının bir parçası batmıştır parmağıma düşündü ağzına götürürken bakındı parmağına kan yoktu.
“Anne içeriden bir ses geldi duydun mu?”dedi çocuk.
“Kedidir oğlum, dedi. Boş ver onu hadi biz hayalimize dönelim.”
Çingene mutfaktan çıkmış tekrar hole yönelmişti anne ve çocuğun konuşmalarını daha rahatlıkla duyuyordu, onların da kendisini duyduklarından emindi ama bu kadar sakin kalmalarına da şaşırmıştı.
Bahçedeki portakal ağacının açmış çiçekleri geldi aklına “ne garip bir ev böyle” dedi kendi kendine. Kendileri de böyle bir evde oturmuşlardı yıllar önce, anılara gitmesine izin vermemişti içeriden gelen sesler..
Annenin sesinin biraz daha yükseldiğini duydu.
“Hey çocuk sen mi geldin? Oyunu oynayalım mı?”
“ Portakal ağacı çiçek açacak mı o zaman?”
Oğlu portakal çiçeğine ve meyvesine bayılırdı.
“Evet açacak, hem de öyle hoş kokulu olacak ki, her yer portakal çiçeği kokacak.”
“ Oynayalım öyleyse.”
“Hadi hayal kuralım çocuksu ve mutlu, dedi. Güneş’i sen çiz Dünya’yı ben ısıtayım, yıldızları sen çiz geceyi ben boyayayım, Ay’ı sen çiz mehtabı ben koyayım. Bulutları sen çiz yağmuru ben yağdırayım. Ağaçları sen çiz meyveleri ben asayım. Çocukları sen çiz ben doyurayım…”
“Anne ben üşüyorum hem de çok acıktım.”
Çingene kapıya iyice yanaşmış konuşulanları dinliyordu, çocuğa üzülmüştü. Bedeninde birkaç acı daha hissetti parmağındaki gibi. Başı da dönüyordu…
O korkunç öyküyü hatırladı birden bu evle ilgili anlatılan, beyninden vurulmuşa döndü, “fırıncı ve ailesi” bu evde çıkan bir yangında feci şekilde ölmüştü. Havanın her vahşileştiğinde ortaya çıkarmış onların intikam isteyen ruhları. O gece yağmur yağmadığı için beddua ederlermiş bulutlara ve o yüzden kavuşamazmış bulutlar birbirlerine. İçeriden seslerin iyice yükseldiğini duyuyordu, korkmaya başladı.
Bunlar kim?
“İnsanları sen çiz, kaderlerini ben… “ Çocuğuna baktı annesi yan tarafa, sol göğsünün üzerine boynu düşmüştü sessizce…
“Boş ver be çocuk bu zor iş… karala gitsin onları. Çizecekse Tanrı çizsin. Biz insan kalalım, Tanrısallık neyimize…”
Çingene ürkmüştü panikledi gerisin geriye bahçeye yöneldiğinde parmağının şiştiğini gördü, kolunun üzerinde kıskaçları ve zehir topuzu iri “koca kara akrep” geziniyordu buraların en ölümcül akrebi olduğunu biliyordu.
Portakal ağacını dibinde yere oturdu, portakal çiçeklerine baktı ölüm kokuyordu “Hey! Çingene, dedi kendi kendine. Ölümün keyfini” çıkar. Politikacıya, küfürlerle dolu bir şarkı mırıldandı.
Ah bir bira, biraz da tuzlu fıstık olsaydı, ne hoş olurdu ölüm.
Kadın kucağında çocuğu ile belirdi taş merdivenin son eşiğinde çocuğun kulağına fısıldıyordu.
“ Bak, dedi. Portakal çiçekleri senin için açmış.” Çocuğun gözleri son kez kıpırdadı, mutluydu.
“ Anne Tanrı çok mu zengin?”diye fısıldadı çocuk son bir gayretle.
“ Evet çok zengin.” dediğinde son nefesini vermişti çocuk, duymadı annesini.
Kadın kocasına seslendi.
“Üçüncü kez can veriyorsun.”
Ertesi gün biri portakal ağacına asılmış şekilde üç ceset bulundu bahçede…
Çok çok hüzünlüydü öykü hele final hangi ananın yüreği dayanırdı ki bu acıya ah çocuklar düş bahçemizin çiçekleri umudumuz.Tebrikler Sayın Kına
Günümüz ortamında yaşananlara ve yaşatılanlara bakarsak hüzün yazmanız son derece normal ve doğal başka türlüsü gelmiyor insanın içinden Sayın Kına
Klasik Türk Edebiyatı tadında başlayan mini öykü, bitiminde tüylerimi diken diken etti ve çocuklara dönüp baktım istemsiz, bir "uuu" çıktı ağzımdan... Derinlikli bir ustalık. Şapka çıkarılası!
"Tanrı çok mu zengin?"
Müthişti Abi, yarım saat sonra tekrar okuyacağım.