Rafet Abi
Fazla değil on yıllık tanışıklığımız vardı, hızla dostluğa dönüşen. Ben düz adamım ya öyle pek konuşkan da değilim, ama bu içime kapanık olduğum anlamına gelmez. Hele yeni görüp tanıştığım insanlara karşı zor yanaşırım, kafamda kırk tilki dolaşırken eğilip sağına soluna bakarım karşımdaki zihnin, tilkileri semiz mi, temiz mi, agresif mi, sinsi mi, silik mi? Beynini şöyle bir yoklamadan da çıkmam. “yok lan bu adam değil eskiciye versen almaz, itin önüne atsan yemez” dersem, dedem mezardan çıkıp gelse iyi adam dedirtemez hiç kimse, demediğimi de bırakmam en küçük falsosunda bir daha yüzüne bakmam.
Bu yüzden dostum azdır benim, hani yalnız kurt derler ya işte öyleyim ama az olan dostlarımda taş gibi, kaya gibi, ağaç gibi, adam gibidir, yaslan yaslanabildiğin kadar. Ne umut dileniriz ne de umut satarız. Kendi yasalarımız, kendi ilkelerimiz, kendi normlarımız var bizim. Yumuşamaz, eğilip bükülmez karakterlerimiz var bizim, kaskatı ama yumuşacık yüreklerimiz var bizim. Yalpa nedir bilmeyiz. Çelik eğilir, biz eğilmeyiz.
Bu yüzden ruhlarımız sürekli acı çeker, sürekli ızdırap çeker.
Ruhumun mekanı olan bedenlerimiz bile bazen bize çakallık yapar. Kendi konforu için “bir daha mı
geleceğiz şu yaşama” deyip zamanı, kendini karakterlerimize karşı kullanmaya kalkar.
Yer miyiz ulan!
Rafet abi iyi adamdı, hem de çok.
“Ne aradın?” dedi ön yolcu koltuğuna iki büklüme yakın oturduğumda. “Bu meretin arkaya sürgüsü nerede?” soruma mahcubiyetle “kolçaktaki düğmelere bak” dedi.
Ha!…arabası benden akıllıymış meğer düğmeye dokununca bir sürü de soru sordu rahat etmem için, bir çay kahvesi eksik.
“Bu ney lan böyle bu nasıl böyle bir şey gavur malı!” deyişim ağzımdan kaçmış olmalı ki. Rafet abi söyleyişimi garipsedi, yüzüme garip garip, uzun uzun baktı. Suskunluğu hayra alamet değildi, yüzüne baktım biraz da gergindi.
Bayağı, basit ve yaygın görüşler içinde bunalan zihnimin gaz kaçırması gibi bir şey oldu işte. Pardon mu demeliydim?
Hangi ortamda bunu yapmalıydım merakı uyandı içimde hinlikle karışık biraz kıkırdadım. bende mi suç! Gerçekten böyle olsaydı buna ne cevap verirdiniz? Zihinsel miyopluğunuzla, her şeye mekanik bir kulp buluyorsunuz ya.
Dur mu dediniz durduğum yerde yoksa aşağı mı ineyim sizi anlamak için. Peki siz yukarı çıkmayı deneyemez misiniz bayım. İnici misiniz yoksa çıkıcı mısınız buna karar verin. Tabi kültürel korkunuz yoksa yani fobikültürel misiniz siz? Genelde ben bu terimi kara cahiller için kullanırım. “af edersiniz”
Ama siz de beyaz cahillerdensiniz, bunu belirtmeme lütfen izin verin. Kendimle konuşuyorum ya…
“İyi misin?”
“İyiyim Rafet abi, sorun yok.”
Kırmızı ışığa hızla yaklaştığımızda ışığı fark etmediğini anlamıştım yaptığı acı ve sert frenden. Hiç hissetmedim vallahi ne yumuşak bir duruştu o Rafet abi. Evdeki koltukta oturur gibiydim. Gavurlar ölçüyü düzgün tutmuşlar demek ki, başımıza bir iş gelmediğine göre. Bu frenlemeden Tanrı’yı suçlayacak da söz dökülmedi ağzımızdan ama…
“Bu ney lan” dedim. İkinci kez ağzımdan kaçışına peşinden okkalı bir sövmenin çıkışına da engel olamadım bu sefer de… yan yan baktı ve ekledi patron edasıyla. Zenginlik pek yakışıyordu Rafet abiye, vakarlı asil duruşluydu.
“Söyleyeceğimi yaz!”
“Hayır” dedim. Yazmam.
“O zaman anlatayım da dinle hiç olmazsa” dedi.
“Hayır, dedim dinlemem.” Çünkü bende o kadar çok yaşam var ki, ağırlığında eziliyorum, beni sır küpü zannediyorlar, taş zannediyorlar, kaya zannediyorlar, üzerlerine beton döküyorum zannediyorlar. Oysa kimsecikler bilmiyor, ben geceleri çok ağlıyorum. İnsanım ulan ben de insanım!..
“ doksan dokuz metre sonra ilk kavşaktan sola dön.” Uyarısını yapmıştı ekrandaki renkli navigasyon. Bize rota çiziyordu. Ne çok rotalar çizmişlerdi bu navigasyoncular.
“Peki, dedi. Anladım.”
Dedim ya, Rafet abi iyi adam, çok düzgün adam.
Zamanı niceliksel yaşamamış, nitelikli ömrün sayısını söylemeye gerek var mı? Birçok şeyi eskiye göre daha az emekle, daha az maliyetli, daha az zamana sıkıştırmayı kastetmiyorum. Zamanın kalitesinden bahsediyorum, yaşamın kalitesinden bahsediyorum, ruhun zamanından bahsediyorum.
Bir insan çıkmış demiş ki; ey ahali aklımız var iken bir şeyler üretelim, ürettiğimiz şeylere içimizden en iyi anlamları yükleyenleri yüksek payelerle onurlandıralım, rütbeler verelim kendilerine, yüceltelim. Bunlar bir şeyler biliyorlar diyelim.
Hak, hukuk, adalet, demokrasi, hümanizm salla gitsin modernizmin ayetleri de bunlar dersen okurlar vallahi. Madde ya da mana üzerine olsun fark etmez. İnanın fark etmez. İnsan her şeye inanır.
Hem böylelikle günlük yaşamın sıkıcılığından da bir parça kurtulmuş oluruz. Oyun oynarmış gibi falan filan işte…
Çok param yok benim. Onu, bunu, şunu, öteyi beriyi alamıyorum ama önceden alıyordum…. Bedensel tatminimi ve hazzımı, algı organlarımla en yüksek seviyede destekleyerek hayvansal yönümü zirveye çıkartamıyorum.
Lan ….. adamına bak!
Çevolli müziği eşliğinde leziz yemekleri mideye indirmiş, yanında bilmem ne şarabı. Az da duman vermiş kendine, kafa bin beş yüz… Sayının ne günahı var değil mi ki sayıya sövelim? Varmış karşı cinse de yanaşmış.
Ne etti bir hesaplayalım. Göz, kulak, tat, dokunma ve konuşma. Bizim ki parmak hesabı. İhtiyaçlar bütünü bunların tatmininden mi ibaret.
Lan abov…benim it de yapıyor bunları. Hayvana oğlu hayvana bak.
Müzik mi? Çağırmak için ıslık çalıyorum ya kendisine, müzikten sayın sayın biraderim. İnsan çoğunlukla hayvan, azcık bitki ve topraktan meydana gelirmiş. Öyle neşet etmiş. Mineralleri de tuzdan sayın gayri tadı olsun…
Tradisyonlar da bunun böyle olduğunu söylüyor.
Söyledim ya Rafet abi iyi adam. Vallahi iyi adam.
Çiftçiyim ben abi…söylemiş miydim? Ara sıra amelelik ara sıra da bağda bahçede çalışırım yevmiyeli. Bu günlerde yevmiyeyi de pek düşük tutuyorlar. Bizi insan yerine koymuyorlar ki emeğimizi koysunlar. Yani sahiplerin belirlediğini alıyorum. Onlar karar veriyorlar. En büyük patron gibi yani Tanrı gibi. İşine gelirse “bu” diyorlar. Aynı zamanda deşirici yani toplayıcı ve avcıyım az da olsa. Eskiden bunları iyi yapardım az yaşlandım ya doğa bile sertleşiyor bana karşı ama olsun. Bereket versin…
Daha önceleri yaşadığım toplumsal düzende hiç başarı sağlayamadım, ödüllerim, aferinlerim, başımı sevdirmelerim, sırtımı sıvazlatmalarım yok benim. Hakkını yemeyim adamlar iki kez ödül verdiler. İlkini ertesi gün geri alıp yerine ceza verdiler on beş gün yattım, ikincisini de siz kim oluyorsunuz da bana ödül veriyorsunuz, diye ben reddettim yine ceza verdiler.
Bu yüzden, en büyük başarım başarısızlığımmış. Öyle söylüyorlar…
Ama Rafet abi çok başarılı olmuş yaşamda.
Bunlar yüksek karanlıklarmış, oysa kimse bilmiyor zannediyordum, bir gün yanıma yanaşan bir karaltıdan yani şimdi şu anda yanımda oturandan anladım. Bunları niye mi söyledim…
Söyledim ya Rafet abi iyi adam. Çok sakin, çok olgun adam, karıncayı bile incitmeyen adam, çocukla çocuk olan adam. Karısına ömrü boyunca öte git dememiş adam. Çok nazik adam.
Sert bir fren daha yaptırdı o koca mercedesinin en büyük kasa, en son modeline. El freninin düğmesine basıp yan döndü bana bakarken.
“Sıçırtma lan … şimdi. Bindiğinden beri vır vır beynimi …..”
“Abov Rafet abi ne yaptın sen ya hu yakıştı mı sana bu” diyesime bile fırsat vermedi. Ne çok sinirlenmiş bana.
“Ben diyeceğim sen yazacaksın kafana!”
“Tamam Rafet abi.”
Deniz;
Sabahları temiz olur, berrak olur, sakin olur, kimsesiz olur, durgun olur. Güneş ışınlarının kumda dans edişine tanıklık edersiniz kefal yavruları eşliğinde. Tan yeri ağarırken hem gecenin şerrini hem de sabahın hayrını serin düşünceler içinde içinize çeker, özümsersiniz yüzerken.
Abi, demişti balıkçı Kenan. Liman tarafına fazla yanaşma, açıktan geç oraları tehlike.
Vatos mu?
O da var da, asıl tehlike aslan balığı aman gözünü seveyim uzak dur.
Süslü püslü bir şey, kokana gibi renkli giysisi var, lakin zehirli mi zehirli iş bitiren cinsinden. Oldum olası uzak durmuşumdur görsel albenisi olan her şeyden. Mazallah altından bir Çapanoğlu çıkar mı çıkar.
“Eyvallah Kenan” demişliğim aklıma geldi, arkamda bir karaltı kulacı daha hızlı at babam at, kaç babam kaç. Ama ne mümkün şapırtı çöktü yanıma… böğrümden huylanırım, tikim var gıdıklanırım ama kalbimin hızını bile duyamaz oldum korkudan.
Sadakallahül azim?
Rafet abi imiş meğer arkamdan yanıma yanaşan karaltı. Orada tanıştık, denizde… denize ilk ev onun eviydi, önünden gelip geçerken görebildiğim tek şey, düzenli gazete okuyan, kahvesini yudumlayan ve çoğu zaman kara gözlüklü bir adam otururdu, büyükçe bir masada tek başına çevresine çok ilgisizdi.
Kardeş, dedi sana yetişmek için yoruldum. Az soluklanıp tanışalım hasbıhal edelim. Temiz yüzlü bir adam, saçları kısa kesilmiş alın hafifçe açık, değirmiden ovale yakın bir yüzü vardı, dikkatimiçekti tıpkı bendeki gibi sol kaşının yan kenarından neredeyse çenesine kadar inen kapanmış kalınca yara izi vardı.
Yaradaş olmak varmış Rafet abi ile. Birbirimize baktık aynı soruyu sorduk.
Kaza mı? Aynı cevabı verdik.
I…ııh!
Az birlikte yüzdük, saatine baktı benim vakit tamam hadi eyvallah, der gibi değildi yüzüme bakması.
“Kahvaltıya gelin…” Sözü emrediciydi ürküttü beni, davetin emrivaki olması değil, sorması gerekene sormaması.
Yanlış anlamayın, Rafet abi iyi adam dedim ya …
“Olur, dedim. Geliriz.”
Denizden çıkarken sağ yanına çökük omuzları ağır bir skolyoz altında olduğunu gösteriyordu tıpkı benim gibi. Keyfimi kaçırmıştı bu ikinci benzerlik, peşinden aceleyle çıkarken yanına fazla yaklaşmışım, gülümsedi.
Aman Tanrım!...
Sağ arka omuz altından karın bölgesine kadar ilerleyen kavisli bir yara izi daha vardı, derin ve belirgin.
Tıpkı benim gibi…
Bakmayın yara bere içinde olduğuna, Rafet abi iyi adam.
Bu garip benzerlileri ve garip tanışmayı anlattığımda yaşam yoldaşımın hareketlerindeki tedirginlik gittikçe arttığını mırıldandığı duaların çeşidinden anlayabiliyordum.
“ Tanrım bizi gada beladan koru!”
“Gitmesek mi acaba bir şeyler uydursan da” isteğini her seferinde olmaz deyişimle kahvaltı masasında bulduk kendimizi. Yerel insanlardan biri çalışıyordu yanında ev işlerine yardımcı olarak, beni görünce öyle sevindi ki tabi ki Rafet abinin ve hanımının dikkatinden kaçmadı bu durum.
“Maşallah, dedi seni de buralarda tanımayan yok.”
“Sağ olsunlar, burası küçük yer olduğu için tanırlar” dedim.
“Feride nasılsın, sıkıntı yok ya…” soruşuma Rafet abinin hafifçe çatıklaşan kaşları tepki veriyordu. Biz burada eşekbaşı mıyız da sıkıntı olsun, der gibiydi bakışları.
Ha!…
Gecenin körü az canım sıkkın memleket hallerine, kasabanın harabeleşmiş yıkık evler tarafına gittim. Pek kimse oturmaz buralarda bir kaç gariban dışında ecinniler yaşar, yaşamları yıkılmış tıpkı evleri gibi ama olsun yine de rahatsız etmemek gerek cini, periyi de üflüğümü kısık tutup yol bozması sokaklarda dolaşasım geldi.
Bir çocuk ağlaması derinden derinden, iç çekerek kesik kesik… duvarın dibine sinmiş Feride’nin kucağında morarmaya yakın.
“Kız ne oldu?”
“Abi Murat, bizi sokağa attı yine.” Alt düşüncelerim birbirini kırıyor, eziliyorum insanlıktan çıkmaya çalışan duygularımın tutsağı oluyorum. Vay veledi zina!
“Hı…anladım. Ben yanına bir varayım şunun, az sen kulağını tıka emi.” Zaten kulağıma çalındıydı üstelik birine de sünermiş ütne. “pardon”
Beni görünce beti benzi attı, kağıt gibi kireç gibi oldu yüzü.
“Abi sen nerden çıktın?”
“Papanın cehenneminden.” Hani Attila için söylemiş ya cehennemden çıkmış azgın köpekler gibiydiler. Yüzüm öyle hal almış olmalı ki öyle hissettim kendimi.
“Anlamadım abi ne papazı.”
“Peki anlamadıysan tanır mısın?”
“Kimi abi?”
“Ziya Paşa’yı? Ama nereden tanıyacaksın değil mi? Bak ne demiş duy!”
“ Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir. Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”
“Ne diyon abi kafayı mı yedin sen?” Atalar haklıymış…
Yer misin yemez misin…”afiyet olsun”
Altımda vıyıhladıkca vıyıhlıyor “gurbanın olayım” “ ayağının altını öpeyim” “ tövbeler olsun” “ iki gözüm önüme aksın ki” sırala babam sırala. vallahi bazlama hamuru gibi oldu, yumuşacık. Üstüne bağdaş kurup bir de sigara yaktım. Zor oyunu bozar. Hem de ne bozar.
Sadizmin keyfiyetçi zaferi. Yaşasın mı demeliyim.
İyilik adına kötülük yapmıştım…bu kötülüğü oluşturan kümenin elemanları çok mu masumdu? Yasa, onlara kadar uzanmalıydı, yasa adalet için yoksa hiç bir önemi kalmaz, sadece iyilik adına sizde kötü olursunuz. Devletin yasaları böyle değildir, olmamalı. Hatta sendikalar, sivil kurumlar kendi ilkelerini devlet adına üretirler. Devlet de otorite eliyle “güç” adına üretir tüm bunları.
Ve kıytırıklarla idare edilir halk.
Devlet adına “imkan”lar, bilim adına “bilgi”, Tanrı adına “cennet” vaat edenler. Ne çok yalan söylüyorlar. Tiksiniyorum!
O son oldu…
“Murat nasıl” soruma. “İyi abi, nasıl olsun mayalı bazlama gibi, Rafet abi de şimdi bir işe goyuh, işde çalışır. Hepsini sıdarasından yaparmış meğer…”
Ha!...
Dedim ya kötülük kümesinin elemanlarını ileri sürmüş Murat, Feride de inanmış, sıdaradan numarasına. Belki de doğrudur, çıkış yolu budur kısacık ömürlerimizde, inanmak gerek. İnanmak rahatlamaktır.
Kısa da olsa merkezden yani ev sahibinden çalışana kayan bu sohbet Rafet abinin pek hoşuna gitmedi. Gözlerindeki anlam değişmesini saklama gereğini duymadı bizden. İyilik, insanların iyilik yapanın kurallarına uyması için baskı oluşturursa o iyilik, iyilik sayılmaz…tıpkı sivil kitle örgütleri gibi.
Rafet abi bunu hissetti, zihnimden çekip aldı, ne de olsa akıllı adam.
Ne garip ne tuhaf…
Öyle demeyin, iyi adam Rafet abi. Yarısına geldiğimizde artan söyleşinin hayranlığına başta kaş, göz ve ağız olmak üzere yüz mimiklerini “hım!”sesinin yumuşaklığı tamamlıyordu dinlemesini.
Ben konuştum Rafet abi dinledi, ablam konuştu biz dinledik. Ama Rafet abi hep dinledi, dinledi.
Duvara iliştirilmiş eski bir konsolun üzerinde duran boyarlı sıyrılmış metalrengine bürünmüş eski bir tabanca dikkatimi çekti. Bu dikkat çekmeye, Rafet abi başını kaldırmadan cevap verdi.
“Hanımın silahı, kendisi eski emniyetçidir.” Lakin asıl dikkatimi çeken o değildi, göz sekmesiyle baktığım onun hemen yanı başında özenle katlanmış eski bir gazete duruyordu, tarihini zar zor seçebiliyordum “ 21 Aralık”lı.
Rafet abiyi ilk kez atlatmıştım sonra bunun da farkına vardı ama…hakkını yememeliyim.
Ne garip sürekli aynı gazeteyi mi okuyordu Rafet abi… Yine ne garip ki, kış gün dönümüne denk gelişi.
Lanet olası…bu tarih benim en can sıkıcı dönümüm.
Tesadüf mü tevafuk mu ya da bir oyun mu? Ya da antin kuntin ruhsal aldatmaca.
Kahve faslına tam geçecektik ki ablamın bir kaş işareti ile yardımcı Feride çekildi sahneden. Karşıma gelip durdu.
“Sen bana sohbet esnasın da birkaç kez abla mı dedin?”
“Evet.”
“Lafın gelişi mi yoksa samimi misin bu konuda?” Şaşırmıştım…
“Samimiyim.”
“Öyleyse öp elimi!” derken elini uzattı. Rafet abi ile aynı yaştaymış ablam, çocukluk aşkı. Yüzündeki kırışıklıkların her biri ayrı öykü barındırıyordu. Dilik dilik, deri derin, acı acı gülümsedi.
Gariplikler bir türlü bitmek bilmiyor, hanımın lafına uyup keşke bir şeyler uydurup bu ortama girmese miydik pişmanlığına sürüklenirken, Rafet abinin kısık sesle, ablama “yapma “dediğini duyar gibi oldum.
Öptüm…
Düşünce değişmesine mi uğradım zannediyorsunuz.
I ıhh!…
Üç torunundan ikisi Amerika’da başarılar elde etmiş, erken yaşta her şeyi tatmışlar lakin denk geldiğinde birgün “öp abiyin elini” dendiğinde, özüne hızlı dönecek kadar alçak gönüllülük özelliğini gösteriyorlardı sadakatin teminatı ve güveni altında erdemli olmanın. Nitelik yüklenmişti onların aklı, beyni, düşüncesi ve yaşamları.
“Öyleyse bundan sonra sen de benim “gardaş”ımsın.” Yine Rafet abinin kısık sesiyle “üç oldu” deyişini duydum.
İnsanlar daha genç yaşlardan itibaren yaşamlarını kurgulamaya çalışırken kendilerine kazandırmaya çalıştıkları, yüklemeye çalıştıkları özellikleriyle, önlerindeki yaşamların nitelikli bir yaşam olacağını umarlar. Bu uğurda kendilerini öyle bir sıkıştırırlar ki, sosyal dumura uğramaya kadar giderler, aykırı olduklarını zannederler oysa sadece kendilerini yitirirler, bunun farkına bile varmazlar.
Ha bire nicelik biriktirirler…öyleki kendilerinin ulaştığı nokta yakın çevrelerinden itibaren gitgide genişleyen insan yapısını küçük görürler, kendilerine gelecek için engel teşkil ettiğini düşünürler. İçten içe neden yükselemediklerini, neden bilgiden yeterince yararlanmadıklarını bunun kendi yaşamlarına olumsuz yansıması olduğunu düşünerek topluma karşı nefret biriktirirler. Bu ister kendi ürettiği basit bir düşünce ya da sosyo-kültürden kaynaklanan bir öğreti üzerine olsun.
Bu böyledir.
Bireysel akıl, tüm bunları üretirken aynı zamanda o bireyin zihninde baskı fikri, sömürü, yararcılık ve hatta akılsal faşizm üretir. Bu hal, bu durum aklın niceliğe dönüşerek somutlaşmasıyla zihinsel tiranlara dönüşür, firavunlaşır ve kendi Tanrı’sını oluşturur. Sahipler, bunun böyle olmasını isterler. Her alanda toplumun hiçbir zaman gerçek bilgi toplumu olmasını istemedikleri gibi aklın kendi kullanımlarında olmasını isterler. Bunun o kadar çok kolay başarırlar ki emek bile sarfetmezler, doğal seleksiyonun akışı gibiymiş gibi gerçekleşir bu durum.
Bu da en kolay inanç, aidiyet ve entelektüellik üzerinden gerçekleşir. Toplum aklının kıtlığı karşısında bu akıllı bireyler, inanç sömürücüsü, milli duygu savaşçısı veya bilgi kibiri haline getirilerek sahiplere hizmet eder.
Ama Rafet abide bu yoktu…onun için iyi adam Rafet abi, dedim ya.
Gözleri çakmak çakmak olmuştu, öfke yüklü değildi ama öfkeye yüklüydü. Yani öfkeye gebeydi.
Aladağların eteklerinde bir yerlerden bahsetti. Bir güz vaktiymiş kışa yakın. Derme çatma bir ev, köyün en dışında gözden uzak, kemliklerden ırak bir yerde.
Bir kocakarı, ana baba ve altı çocuk. Sabahı sabah etmişler. Yerler kırağı tutmuş ayak izleriyle sıkça ezilen yerler bile hemen donuyormuş.
Ahırda kara inek böğürdükçe böğürüyor, gazını salamamış çatlamak üzere. Ahırdan az hallice olan dam evinde evin reisi Kara Çavuş da sancısı tutmuş, dolanıyor ortalıkta. Bağırmayı kendine yediremiyor ama bazen feryat figanı yırtıyor havanın ayazını bile. “ Südüklüğü tutulmuş”
Sinsi katiller mi dolaşıyor ortalıkta can almak için.
Evin yaşlısı kocakarı çıra lambası eşliğinde sürekli kuran okuyor kısık sesiyle. Çocuklar sıralanmış yan yana iki döşekli çul altında ısınmaya çalışıyorlar. Kadın çaresiz bir dışarı bir içeri gecenin körleşmiş vaktinden ağarma zamanına kadar.
Rafet abinin yüzü gerildikçe gerildi. Onu hiç böyle görmemiştim.
Kadın dışarı çıkıp kara ineği salmış bahçeye, böğürtüsüne dayanamış. Ayaz vursun da uyuştursun diye Kara Çavuş da başlamış voltaya. Kime üzeleceğini şaşırmış. Biri evin direği diğeri geçim kaynağı…aç kalırız vallahi. Aç kalmakla kalmaz bunca sırtlan bunca tilki nefesleri kötülük yüklü.
Sonra kocakarının içerden sesi duyuluyor. “ Sadakallahülazim” Ve bahçeden yükselen kadının feryadı “gitti Kara Çavuş ve kara inek”
Çulu üstümüze çektik, çıkmak istemedik. Fazla lafa gerek yok. Ne sancılı ölüm!
“Rafet abi” dedim.
“Hı!...”
“ 21 aralık mı?”
“ Evet.”
“Abi…Lahmacun yiyek mi?”
Daha da pekişti dostluğumuz o günden sonra. Sırdaşlık ettik birbirimize, tüm sırlarımızı yan yana koyarak. Yaşam bu, hep aynı devam etmiyor ki, koptuk bir süre sonra, seyrek iletişim kurduk.
Bir zaman sonra aklıma geldi, arayıp sesini duymak istedim. Ablam açtı telefonunu, arkadan fon müziği gibi bir ses duyuluyordu.
“Sadakallahülazim”
“Hayırdır abla?”
“Rafet abinin kırkı…”
Yetmiş üçündeydi. Dedim ya Rafet abi, iyi adam…dı.
Kutlarım Mehmet bey okunası ve ders alınası güzel bir öyküydü Saygılarımla
Güzel bir öykü çalışması
keyifle okudum
Kutlarım .
Gunaydinlar Abi.
Dün gece gördüm yazdığını. Bugün, yola çıkacaktım ve yola çıkmadan önce sabah çayı ile okuyacağım dedim. Iyi ki de öyle yapmışım. Tadı inanılmazdı. Neden bilemem ama daha birbirimizin sadece öykülerini okuduğumuz zaman ki tadlar kaldı zihinde... Gülümsedim sonunda, Rafet Abi'ye rağmen...
Burada yeni bir arkadaşım daha oldu Abi. Adı Sercan. Benden 10 yaş küçük. ODTÜ'yü bir türlü bitirmek içinden gelmiyor. Kim uygun gördü ise maletalurji yazmış. Zerrece de ilgisini çekmiyor. Damascus bıçak gösteriyorum, ben söyleyince anlıyor filan Damascus çeliği olduğunu...
Cumartesi akşamı aile ile yemek yedik. E, biz iki kardeş şehrin bir ucuna, anne baba öbür ucuna doğru ayrıldık. Takside benim telefonum çaldı. Arayan Sercan. Biliyor aksam aile ile yemek yiyecegimizi... Dönüşte de sabahlayalim diye arıyor.
-N'aber Abi?
-Iyiyim kardeşim, yemekten dönüyoruz, sen ne alemdesin?
-Yemek yedim. Sizi bir arayayım dedim.
-Afiyet olsun kardeşim. Nerede yedin?(bu soru aslinda hangi civarlarda olduğunu anlamak için)
-Carfour'dan aldım, parkta yedim...
Güldüm çokça tâbi. Abim, sen tatlı tatlı, daha izole biçimde yaşıyorsun da, bizim nesil ve sonrasında, parkta tek başına yemek yemek olayı kahreder yarısını bizimkilerin. Bu, Sercan için gayet normal bir şey, benim için tatlı bir detay. Gerekirse ben de parkta yer, Tanrıya bir teşekkür eder kalkarım. Bundan da mutluluk duyarım. Belki de o parkta yemek yemek için çok şeyini feda edebilecekleri yerler gormedilkerindendir. Bilmem...
Evde zaten bizi baska bir arkadaşım bekliyordu. Onur. Dışarı fazla çıkmaz. Bilgisayardan video montajı ile kazanir hayatını. Ben ve bir başka arkadaşı daha var sadece. Bir de iste benim birader ve Sercan ile de rahat rahat sohbet etmeye başladı. Zehir gibi cocuk O da...
Sabaha karsi bir bes dakika kadar, derin bir sessizlik oldu. Baktim benim çocuklara... Hepimiz huzursuz cocuklarız. Algı arttıkça huzursuzluk da artıyor dedim bir kere daha... Dört tane 20 30lar skalalarinda adam. Gidip geceyi bir kadınla gecirmek, bir barda sacma sapan icip durmak, ne bileyim futbol maçı filan izlemek yerine huzursuzlugu paylaşmaktan daha çok huzur duyuyor, birbirimize bakıp, asıl hastalıklı olanın toplum olduğunu filan görüp rahatliyoruz belki de...
Tanrı, Rafet Abileri, Sercanları, Mehmetleri, Firatlari bir yerde toplasın lütfen. Ahirette de olacaksak.
Derin ve ham sevgim ile...