Rüyadan Gelen Mektup

Dürüst olmak gerekirse bir rüyanın peşinden bu kadar koşması doğru muydu? Bunu kendi de bilmiyordu. Açıkçası neden böylesine bir rüya onun gecelerine sürekli giriyordu bunu da bilmiyordu? Şimdi uyumak isteği uyanıyordu içinde. Ama kanınca uyumaması daha hayırlı olacaktı sanki. Off her şey nasılda muammaydı...

Bir bilmece gibiydi susma payı. Çarpa çarpa, buz gibi bir dağın eteklerinde, çaresizliğe gebe bir umut vardı. Geçmişten günümüze sarkan bir tufan... Hortum, küçük bir fırtına gecelerine ezber bir hüküm veriyordu. Hangi şiirin/ şairin tebessümsüz betimlemelerinde yer aldıysa artık, lanetli bir yaşamla ortak olmuştu. Ardından gelen onca acıya rağmen, sakin bir liman görünümündeydi.

Mevsim sonbahardı. Yine buruk bir hicran, ayrılık. Dilinde aynı rüyanın bilinmez harfleri, sürekli düşünüyor, düşünüyordu. Damarlarında artık muamma bir gecenin izini taşıyordu. Parmaklarından düşünce mahkumluğu, gözlerindense yitik bir gözyaşı akıyordu. Anlamsız, sorunlu, tipik tipik rüyalar... Belki hep aynı, ama hep farklı bir rüzgar estiriyordu yüreğinde. Her gün farklı bir araştırmayla uyanıyordu.

Sabah kalktı, nihayet güneş yüzünü göstermiş ve kır evinde nadiren yakaladığı o güzel bahçede kahvaltısını yapıyordu. Bulut, yıldızlarla saklanbaç oynarken gündüz olduğunu farkedip sayı saymayı bırakıyordu. Ay ise hakemliği bırakmış, huzurlu bir uyku vaktinin geldiğini anladığı için kendi mekanına çoktan çekilmişti. Ve zaman gitme zamanıydı. Rüyadaki o kadının bulunma zamanıydı. Hadi bakalım düş rüyaların peşine dedi sonra kendi kendine...

Ve güz yaklaşıyor, saat öğleyi buluyordu. Kahramanımız yollara düşmüş, ilk iş olarak o evi aramaya koyulmuştu.

Rüyadaki adreste güzel ama eski, içinde yırtık pırtık eşyaları olan bir ev ve birde kadın vardı. Kadın sallanan sandalyenin üzerinde sürekli sallanıyordu. Bakışları öyle derin öyle içtendi ki. Bilipte söyleyemediği şeyler olduğu belliydi. Sokağın başında bir simitçi, hemen yanında eczane, onun yanında da fırın vardı. Sokağın ismi hayattı. Boylu boyunca asfalt olan bu yolda çocuk sesi yok, insan sesi yok ve insanların hemen hemen hepsi o kadının bakışları gibi bakıyorlardı etrafa. Öylesine buğu dolu, öylesine dingin, öylesine... İşte öyleydi.

Kahramanımız bu tasvirlere dikkat etmiş rüyasında, her bir karesini beynine kazımıştı. Zaten sokağın ismini bildiği için oturduğu kenti araştırmış ve bulmuştu. Bu tahmin ettiğinden de kolay olmuştu, meğerse o sokak vefat eden babasının eski evinin sokağıydı. Artık daha da yaklaşmıştı sonuca.

Sonra ayaklarından hiç ses çıkmayacak şekilde simitçinin yanından geçti. Bir adım ötede eczaneciye selam verdi. Selamını alınca az daha ilerledi. Ardından evi buldu ve içeriye girdi. Evde kadın yoktu. Ne bir ses, ne bir yaşam belirtisi... Sadece bir ayağı kırık olan masanın ucunda bir mektup buldu. Okudu ardından hemen. Mektupta şunlar yazıyordu;

'Sevgili oğluma,
Yavrum, ben senin iyiliğin için sen küçükken seni yurda bırakmıştım. Sonra başkaları alıp seni büyütmüş, gördüm birkaç kez yüzünü. Ama yanına yaklaşamadım, üzgünüm çok. Çünkü ne tepki vereceğini bilemedim. Acaba beni kabul edecek mi? Beni sever mi? Diye düşünmekten kendimi alamadım. Seni özleyerek gidiyorum bu dünyadan. Ve bu mektubu aldığındaysa çoktan göçmüş olacağım bu diyardan. Ve rüyanda ki kadın, birazdan gelecek, o senin annen, ona iyi bak... Ne olur beni affet! Seni canından çok seven baban...'

Kahramanımız ne olduğunu anlayamadan bayılmıştı. Uyandığında yanında annesi duruyordu. Yine o derin ve içten bakışlarını sergiliyordu. Şimdi durup düşündü, kimsesi yoktu ve yeterince de mal varlığı vardı. Eğer o mektuptakiler doğruysa ?ki doğruluğu hemen kanıtlanır- annesine de rahat rahat bakabilirdi. Ve istediği de buydu. Galiba o rüyalarında bir bildiği vardı. Sonra kendi kendine konuştu.
'Ey Rabbim hikmetinden sual olunmaz. Anladım ki rüyalarında bir bildiği vardır. Bundan sonra asla şüphe etmeyeceğim inancımdan'

21.09.11

21 Eylül 2011 3-4 dakika 17 öyküsü var.
Beğenenler (3)
Yorumlar