Şahraz
Tabirler ile aram olsaydı iyi bir uykunun rüyası olmak isterdim. Ne var ki o kadar umutsuz değildim. En iyi arkadaşım bir şehir çobanıydı ve en çok insanlardan korkardı. Yeryüzündeki hiçbir uzamsal mekân onun kadar yeşil, onun kadar mavi olamazdı. Her günün sabahı hiçbir düsturunu bozmadan, şehrin tepesindeki ahalinin ‘Ulu Aca’ olarak adlandırdıkları görkemli ağaca gider, ağacın merhametli serinliğine postunu sererdi. Sonra da senden sonra en iyi arkadaşım dediği sazı Şahraz’ını usulca kılıfından çıkarıp, ulu tepelere doğru bağdaş kurarak Şahraz’dan derin bir ‘la’ sesi alır, yeryüzünün kirletilmemiş tüm saflığını selamlardı. O bunları yaparken, ateşiyle çatırdayan çımkıların üzerinde çoktan çayı demlenmiş olurdu. Çay demlenirken, Şahraz da ilk türküsüyle demlenmiş olurdu elbette. Derin iç çekişler, Ulu Aca’nın kuşlarını biraz ürkütse de bu ahvali onda defalarca sezdiklerinden hiçbiri yerinden kıpırdamazdı. Saatlerce elinden bırakmadığı Şahraz’a dem getirip, türküler ihsan eden ilhamına şükreder, şükrederdi. Sonra da her insan gibi o da acıktığını hisseder, çıkısından bir lokma ekmeğini çıkarıp, yarısını yerdi. Kalanı da mevcudiyeti için minnet duyduğu diğer tüm varlıklar için Ulu Aca’nın dibine ufalardı. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmediğimiz bir anda nihayet postunu toplar, Şahraz’ı kılıfına koyardı. Geldiği yoldan hiç şaşmadan evine dönerdi.
* * *
Şahraz, derlerdi. Şahraz geliyor!
Sadece sesler vardı ve titreyen perdeler...
Yüzler kaybolurdu.
'Şahraz bize dilediklerimizi getirmiş,' diye bağırırdı bir gökdelen; 'dilediklerimizin karnını doyurmuş ve onlara engin ruhunun ferahlığını vermiş,' derdi. Gecekondular, aynı baharın gelişini kutlayan nevruz kuşları gibi cıvıldardı. Apartman boşluklarındaki sesler, sevincin harmonisine dönüşür, çocuklar kendi aralarında yaramazca gülüşürlerdi.
Şahraz, bize mutluluklarımızı getirmiş,
Şahraz bize umudumuzu,
Daha yaşlı olanları, Şahraz bize birbirimize olan yüzlerimizi getirmiş, derlerdi.
Şahraz, beton yığınlarının arasından geçip giderken, arafta kalmış yüzlerin buruk tebessümlerini selamladı. Türlü iç çekişlerin, yalvarışların, yakarışların uğultusunda bir an kendi sesini unutur gibi oldu. Nerede olduğunu hatırlamak ister gibi başını göğe doğru uzattı. Üzerinden geçen tek kanatlı bir kuşun çırpınışıyla kendine geldi. İşte sen, Şahraz, olmak istediğin yerdesin, diye mırıldandı. O esnada, kimliğini çoktan kaybetmiş kurak bir ağacın altında boylu boyunca uzanan, genç mi yaşlı mı olduğunu sezemediği bir insan bedeni ile karşılaştı. Bir müddet hiç kıpırdamadan çürümeye yüz tutmuş bu insan bedenini seyre daldı. Seyri geçmiş ile gelecek zaman arasında bir köprü kurarak, dilinde manaya dönüştü: Yaşamak ölümden ibarettir, bir kez ölen hiç yaşamamıştır.
O mana ki manalardan geçer. Şahraz, ölü bedenin avuçlarına yürekten bir dua iliştirip oradan ayrıldığında Ulu Aca’nın ulu dalları çoktan gözden kaybolmuştu.
Öykünün içindeki umut,
Sarsılmaz bütünlüğüm, parçalarıma düşmandır benim. Ben bu düşmanlığı olması gereken nedir, diye sorarak geçen bir ömrün geride kalmış beyhudelerinden bilirim. Şahraz’ı o gün yüksekliğinin kaç metre olduğunu bilmediğim bir duvar çatlağının arasından binlerce umudun ardında ucu göğün maviliklerine kadar uzanan çoban sopasıyla yürürken görmüştüm.
Şahraz’ın binlerce umudu bir bir gözlerimin önünden geçip giderken olanca sesimle Şahraz’a bağırdım: ‘Ey Şahraz, umutlarımı nereye götürüyorsun?’ Şahraz istifini bozmadan şöyle cevap verdi bana: Sadece senin değil, umutlarından doğan umutları da götürüyorum. Ben onları hayatın kendi öz’üne götürüyorum; bir gün gerçekleşebilecekleri özüne… Ancak bu yol öyle bir yoldur ki anlaşılması için ulaşılmaması gerekir.’
Umudun içindeki korku,
Sonra tepelerden kurtağızlı bir karanlık indi. Şahraz o an irkildi, sopasını olanca kuvvetiyle karanlığa doğru savurdu. Kısa bir zaman içinde umutların yüzlercesi karanlığın içinde yok oldu. Şahraz’ın gözyaşlarından doğan sadakat umutların bazılarını kurtarmıştı kurtarmasına ama sürünün yarısı çoktan yok olmuştu. Sadakat, sürüyü çevreledi, hizaya soktu.
Olanca sesimle tekrar bağırdım: ‘Ey Şahraz! Yaşadığın nedir? Şahraz cevap verdi: Korkular, umutları öldürdü. Ancak korku da senindir, umutta. Ne kaybedenlerdensin, ne kazananlardan… Ne artanlardansın, ne de eksilenlerden,’
diyerek yoluna devam etti Şahraz.
Güneş batıya saklanmak üzereydi. Kızıllığı Şahraz’ın yolunu aydınlatmıştı. Acıktığını hissetti. Azığından bir lokma ekmek çıkardı ve ekmeği yedi. Bereketli toprağın çağlayan suyundan demlendi. Etrafına bakındı. Ne çok zıt ikilemlerin odağında olduğunu fark etti. Bulunduğu çağın karmaşıklığı kafasını karıştırmıştı. İnsanlar bu çağda, bolluğun içinde yokluğa hasret kalmışlardı. Öyle bir çağdı ki bu yakınlar öyle uzak, uzaklar öyle yakındı. Sesler ve renkler kendi varlıklarından başka her şeyi ifade edebilirdi. En önemlisi insan bilinci, kendi gayreti ve tekâmülünden oldukça uzaktı. Evler evlerin içinde, odalar odaların içinde, bakışlar bakışların içindeydi. Sırların perdeleri yırtılmış, duvarları yıkılmış, kapıları kırılmıştı. Şahraz gözlerini kapattı. Ulu Aca’nın köklerinden gelen sarsıntıyı en derinlerinde hissetti. Evvela, dedi içinden. Evvela, evimize gitmeliyiz. Evimiz bizim özümüzdür. Sağ elini kalbine bastırdı. Derin nefes aldı. Yoluna koyuldu.
Öykünün içindeki aşk,
… sonra ela gözlerimin sahip olduğu umutların aynasında bir şey gördüm ben. Hissi ve nesli tükenmiş bir şey…
Dile gelen de o, dili tutulan da; her şeyin ve hiçbir şeyin karşısında o vardır. Öyle derler, uğrayana âşık, uğranana aşk… Ve o aşk yüzünden gönül evinde kimi sarayında tahtında, kimi de viranesinde biçare oturmuştur.
Şahraz’ı elinde kırmızı bir elma ile gördüğümde, henüz on altı yaşındaydım. Dünya’yı ve renkleri yeniden tanımaya başladığım bu dönemde içimdeki kıpırtının ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim yoktu. İçimden bir ses sadece bu anın tadını çıkarmam gerektiğini söylüyordu. Sonra nasıl olduysa birden hayatımın renkleri soldu, yüreğimi serinleten rüzgârım esmez oldu. Ruhumu taşıyan bedenimde, benliğim sevdavi bir hale büründü. İşte bu anda Şahraz benim kırgınlığımın üzerinden geçiyordu. Şahraz’a doğru uzanmak isterken elim demir prangaların arasında sıkıştı kaldı. Kendimi hapsettiğim bu yerde çaresiz başımı eğmek zorunda kaldım. Yüce ruhlu Şahraz, ahvalime temenni gösterip yanıma geldi. Benimle şöyle konuştu: ‘Ey derdini bulmuş deva, ricasını etmiş karşılık, kaderine boyun eğmiş çare..! Kendine doğduğun yere hoş geldin. Uzun uzun kaderini seyret. Seyret ki kendinle aşk edip, olacağın yere varasın. Aşk dediğimiz mühlette zaman hızlı akar. Zamanın yavaşladığı yerde ise aşk acıdır. Böyle bir halin zamansızlığında kavuşmak hâsıl olur. Aşk ortadan kalkar. Gözden kaybolur. Aşk dediğimix mühlet, var oluş ile kovulmanın arasında aslında altı gündür. Açlığın karşısında tokluk, tokluğun karşısında karmaşık bir arayıştır. O sırat ki, geçilmez. O günah ki tövbesi yerlerden ve göklerden daha kutsaldır. İşte bu yüzden insan aşka mecburdur.’
Öyle ki Şahraz’ın bu cümleleri sonrasında ağzımda güllerden gem bitti. Onun yüceliğine dair yüce kelimelerden kendimi mahrum ettim. Mahvoldum. Kendimi onun yokluğunda buldum.
Aşka reva kader,
O sırada, Şahraz’ın elindeki elmanın bir kez ısırılmış olduğunu gördüm. ‘Nedendir,’ diye sordum. ‘Aşkın kaderidir,’ diye cevap verdi. Sustum, devam etti: ‘ O kader ki kıyamete kadar nesilden nesile sürecek aşklarına velev ki ceza diye bilinir. Aslında ceza değil armağandır: Rahmetin ve bağışlanacak olmanın armağanı… Bu yüzden kaderim aşka revadır, diyerek karşıya doğru baktı Şahraz.
Ulu Aca, hoyrat esen rüzgârın etkisiyle salladığı görkemli dalları ile kendini göstermekteydi. Ne çabuk, diye düşündü. Ne çabuk vardım. Ulu Aca’m, boynumun borcu... Kimse bilmez ama senin dalında güller kızarır, tohumlar çiçek açar. Ayağımda ne tozlar birikti bilsen… Anlatacağım öyle çok şey var ki. Her ne zaman şehirden geçsem, dertlere gark olur dönerim. Döndüğümde aşina olduğum dertler benden, başka bene dönüşür. Kâh acıyla demlenirim kâh umutla… Öyle ki Ulu Aca, ben bu uğurda ağlayan çocuklardan dizini döven yaşlı kadınlardan ve uzakları mesken edinmiş yaşlı adamlardan, gençliğini ceplerinde gezdiren toy bakışlardan başka hiçbir şey göremedim ben… Lanetli bir güruh vardı ki sorma; onlar para denilen bir şeye ulaşmak adına rahmetten kesilmişlerdi. Para, ruhlarının kafesiydi. Kimi güruh kulaksız, kimi güruh gözsüz, kimi güruh elsizdi. Üç şey çıktı yoluma ilki umuttu ama karamsardı. İkincisi aşktı, kaderinden uzaktı. Üçüncüsü kaderdi, hâsılı olduğu her ne ise terk edilmişti.
‘Kusursuz zamanın, kusurlu birikmişliği… Ne söylenir bu çağa?’ Böyle diyerek yürüdü Şahraz, Ulu Aca’nın gölgeliğine. Kalbi derinden kırılmış genç kızların ahlarını geride bıraktı. Yavrusundan medet görmemiş anne babaları geride bıraktı. Yalandan da olsa görülmeye hasret komşu gülüşlerini geride bıraktı. Sirenleri, sesleri… İcat ettiği eşyalar yüzünden hareket ettirilen insanları geride bıraktı. Şahraz Ulu Aca’nın gölgeliğine geldiğinde zamanın çok gerisinde kalmıştı. Yüzü eskiliğin saflığından püripak olmuştu. Uzaklardan sevdalısına mani atan genç bir adamın yanık sesi duyuluyordu. Derelerdeki suyun akışıyla ortaya çıkan parlaklık etrafındaki çiçekleri nazlandırıyordu. Yorulduğunu hissedince Ulu Aca’nın kalın gövdesini sırtına dayanak yaptı. Elinin tersiyle alnındaki teri sildi. O sırada gözlerine, taze bir mezarın ıslaklığı, mezar taşının beyazlığı takıldı. Ayrıldığımda bu mezar burada yoktu, diye düşündü. Mezara yaklaştı. Mezarın taşında büyük harflerle ‘ŞAHRAZ’ yazmakta idi. Mezara eğildi. Toprağından bir avuç aldı. Yüreğine bastırdı. Azığından bir lokma ekmek çıkarıp Şahraz’ın toprağına ufaladı. Hangimiz yaşıyoruz ya Şahraz, diye dövünerek ağladı. Diyerek ağladı, defalarca diyerek…
Sen benim en iyi arkadaşımın, en iyi arkadaşısın.
Şahraz’ın Mezar Taşında Yazan Şiir
Ben, daireydim. Döndüm.
Yüce bir ruhtum. Arındım.
-Son-
Çok akıcı bir anlatımla yazılmış Şahraz' ın öyküsü. Alem alem içre. İçimizdeki Şahraz, dışımızdaki Şahraz' ın yasını tutsa da kim diyebilir ki Şahraz öldü. Daha nicelerinize. Kaleminiz hep yazsın Mustafa bey. En içten tebriklerimle.
Güne gerçekten yakışmış bir öykü. Tekrar tebrik ediyorum Mustafa bey.