Saklı Bahçe



Yağmur, şehrin yüzüne örtülen ıslak bir duvak gibi sessizce sarıp sarmalıyordu bütün insanları. Bardaktan boşalırcasına hınçla yağan yağmur, bir anda varlığı ancak su birikintilerindeki küçük dalgalarla anlaşılan uysal damlalara dönüşüyor, artık üzerlerinde tozun zerresi kalmamış pencerelere kararsızca tüneyip yok olacakken, tekrar hızlanıp eski hıncına kavuşuyordu. 


Filiz, ıslanmış elbiselerinden sızıp tenine ulaşan ve her hareketinde daha da sevimsizleşip, çekilmez bir hal alan o soğuk duygunun varlığına rağmen, sıcacık bir tebessümle, mavinin tonlarına öykünen ve şimdi her zamankinden daha berrak görünen gökyüzüne doğru baktı. Bakışlarını gökyüzünden aşağıya doğru devirdiğinde duvar diplerinde yürüyen insanları gördü. Kısacık etek giymiş bir kadın, duvara yaslanmış boş gözlerle bakıyordu çevresine. Geniş omuzlarıyla kaldırımları ve yol boyunca sıralanan dükkânları tehdit edercesine yürüyen, beyaz gömlekli, rugan pabuçlu iki genç adam kesik kesik cümlelerle öksürür gibi konuşuyorlardı. Caddenin her iki yanında dev beton binalar yükseliyordu. Arabalar, sağrılarını ağır ağır sallayarak ilerleyen taylara benzeyen bir sakinlikle hareket ediyordu. Filiz yürümeye devam etti. Her adım da, ıslak elbiselerinin vücuduna yaşattığı ızdırabı küçümseyerek, her adım da biraz daha kendine güvenerek, her adım da hiç susmayacak sandığı nice duyguyu aniden susturup, kendinden ve gerçek olan her şeyden uzaklaştı. 


Filiz, o gün öğleden sonrayı çok sevdiği şehrin sokaklarında amaçsızca dolaşarak geçirdi. Daha önce hiç girmediği dükkânlara girdi, alışveriş yaptı, acıktı, tanımadığı mutfaklardan daha önce hiç tatmadığı yiyecekler yedi. İstanbul’un bir başka yüzünü gördü; caddelerde telaşlı adımlarla yürüyen insanların gözlerinde, günlük keşmekeşte nice tedirginliklere katlanarak büyüyen ama asla kendini ele vermeyen sırlarını hissetti. Gelip geçenlerin, göçüp kalanların farklı yaşam ve kültür anlayışlarıyla beslenen bu obur şehrin, misafir ettiği insanlara kolaylıklarla değil, tam tersine güçlüklerle dolu bir yaşam ikram ettiğini, en moda akımları, en yeni eğilimleri ancak onun sokaklarında, onun meyhanelerinde, onun gecekondularında, onun hapishanelerinde yalnızca onun izin verdiği ölçüde yakalayabileceğini bir kez daha anladı.


Yorulduğunu hissedince, deniz kıyısındaki tahta masaları örtüsüz eski bir çay bahçesinde oturdu. Yağmurla gelen toprak kokusuyla, sahile çarpan denizin hırçın görüntüsü çelişkili ama huzurlu bir serinlik yayıyordu içine. Karşı kıyıdaki tepelerin sessizliğini dinledi Filiz. En telaşlı ruhları bile yatıştıracak anlamlı bir sessizlik vardı heybetli çehrelerinde. “Ne kadar güzel ve ne kadar eski...” diye mırıldandı. Sessizlikle birlikte şehrin, değerine paha biçilemeyen eskimiş bir yalnızlığa kavuştuğunu düşündü. Evet, şehir tam da o sırada antika bir vazoydu onun için. Bütün güzelliğiyle binlerce yıldır orada sessizce duran, el değmemiş, keşfedilmemiş bir vazonun tozlu güzelliği... Sonra o sessizlik, yağmurun tamamen dinmesiyle beraber yerini günlük hayatın bilindik uğultularına bıraktı; vitrinlerin ışıkları yeniden neşelendi, dükkânların önüne tabureler atılıp spordan, siyasetten ve kadından konuşuldu. Yağmurlu ve yorgun bir sabaha uyanan şehrin ahalisi, dinç ve çağıltılı hayatlarına tekrar kavuştular. 


Yanına doğru sokulan uzun boylu, kara yağız garsondan kahve getirmesini rica etti Filiz. Ardından elini çantasına atıp, sigarasını ve çakmağını aldı. Çakmağını ateşledi, genzini tutuşturan derin bir nefes çekti sigarasından. Elini küllüğe doğru uzatırken sigara izmaritinin üzerindeki kırmızı ruj izlerini gördü. Kahvesinin gelmesini beklerken, sağ elinin parmaklarıyla hafif ve ritmik bir şekilde örtüsüz tahta masaya vuruyor, yalnızca kendisinin işitebildiği bir melodi yaratıyordu.  Filiz’in sabırsız mizacı bu ufak el hareketlerinde kendini ele veriyordu. Vücudundaki her uzvun efendisi olup söz geçiren, en sarsıcı olaylardan bile yüzünde en ufak bir ürperme olmadan geçen, gözleri boş bir kuyu kadar ketum olan bu güzel kadının elleri, efendisine isyan eden bir köle gibi asi, hırçın ve sabırsızdı. Her an her şeyi yapmaya muktedirdi; küçük bir çocuğun yanağını sevgiyle okşayabilir ya da hiç tanımadığı bir erkeğin bedenine ihtirasla dokunabilirdi. Üstelik ikisinden de aynı ölçüde mutlu yahut pişman olabilirdi.


Garsonunun elinde kahve fincanıyla kendisine doğru geldiğini gören Filiz,  ellerini masanın üzerinden çekip küllükte unuttuğu sigarasına götürdü. Sigarasından bir nefes daha alırken, ellerinin hiç itiraz etmeden kendisini dinlemesine şaşırdı. Garson, sesinin rengine değin yansımış, doğulu, erkil yapısına hiç uymayan, kırkyama kenar bordürü gibi her incelikten bir parça kuşanmış, üzerinde eğreti ve komik duran bir kibarlıkla kendisine doğru geliyordu. Filiz, garsonun kahveyi masanın üzerine bırakırken gereğinden daha fazla eğilip büküldüğünü görmüş, bunun o budalaca kibarlığından kaynaklandığını düşünürken, garsonun gözlerinin, üstten iki düğmesi açık gömleğini aşıp çoktan göğüslerinin çatallarında oyalandığını anlamıştı. Üstelik bakışlarındaki patavatsızlık ve cüret daha da fazlasını görmek istediğini anlatıyordu. Filiz, oturduğu yerde kıpırdanıp, narin bir sesle boğazını temizleyerek garsonun bakışlarını göğüslerinden alıp yüzüne odaklamayı başardı. Garson, bakışlarındaki çıplaklığın farkına ancak o anda varabildi. Karşısında duran kadının kendisini tersleyeceğini düşünmesinden mi, bağırıp kendisini işinden etmekle kalmayıp, ele güne de rezil edeceğinden mi ya da uzun zamandan sonra ilk kez kendisinden, kaba ve soğuk bir hitapla bir şeyler istemeyip, sadece rica eden çok güzel bir kadının sözlerindeki büyünün etkisini yitirmesinden mi bilinmez, aniden utandıran bir korkuyla sarardı. Filiz, kendisine kahve için teşekkür ettiğinde, yeniden büyünün esaretine kapılmamak için, Filiz’in yüzüne bir an olsun bakmadan hızla uzaklaştı masadan. Filiz, kendisinden kaçar gibi giden garsonun arkasından bakarken, yüzünde onu yakinen tanıyanların bile anlam veremedikleri, keskin bir zekânın nezaretinde, hınzır bir tebessüm belirdi. “Erkekler...” diye mırıldandı.


 Filiz, bu eski çay bahçesinin loş serinliğinden, tahta masalarından ve masaların üzerlerinde duran küçük vazolara konulmuş gerçek çiçeklerin, plastik duyguları yok eden kokularından hoşlanmıştı. İncecik, narin bir rüzgâr dolaşıyordu bahçede. Yaşlı çınarların gölgesi suya vuruyor, sevecen bir esintiyle hareketlenen suların mavisine kızılımsı bir renk katıyordu. Gözleri, çay bahçesinin içinde gelişigüzel salınırken, az ötesindeki masada oturmuş, üzerinde su lekeleri bulunan, ince belli çay bardağından dolu yudumlar alan başka bir erkeğin kaçamak bakışlarını gördü. Evcilleştirmekte güçlük çektiği gür sesiyle, karşısında oturan genç kadına bir şeyler söylüyor sonra sesini yatıştırıp, karşısındakine sezdirmeden kendisine bakıyordu. 

Filiz, hiç tanımadığı bu erkeğin bakışlarından mutlu olmuştu ancak mutluluğu, çekiciliğinin yabancı bir çift bakış tarafından tescil edilmesinden kaynaklanmıyordu. Onun güzelliği, gözlerini bir an olsun alamadığı, yüksek duvarların ardına gizlenmiş, cazibeli bir bahçe gibiydi; kimi zaman o bahçeden dışarı baksa da, dışarıda sadece kendi bahçesinin yansımalarını ve işaretlerini arıyor, bunu bulamadığı zamanlarda ise, merakla kendi bahçesine adanmış, yabancı bakışlardan küçük mutluluk oyunları yaratıyordu. Bütün duyguları gibi bu da iliğine değin bencildi. 


Filiz, iyice üşüdüğünü hissedip kalkmaya hazırlanırken telefonu çaldı. Elini yavaşça sandalyenin ucunda asılı duran çantasına doğru götürdü. İçinden telefonunu aldı. Telefonun diğer ucunda, sesindeki çocuksu tınıyı her harfin çevresinde neşeyle gezdiren bir erkek sesi belirdi.  Önce, kendisinin nasıl olduğunu merak etti bu ses. Filiz, sorunun ruhuna mı yoksa bedenine mi yöneltildiğini düşündü bir an. Sonra düşüncelerini topladı, “iyi değilim, üşüyorum...” dedi, onu yakinen tanıyanların bile anlam veremedikleri, en kavi öfkeyi dahi yatıştırıp, sonsuz bir acıma hissine bürüyen ses tonuyla.  Filiz, nezaketen de olsa “sen nasılsın” diye soracaktı ama karşısındaki ses buna fırsat vermeden konuşmasını sürdürdü. Sesindeki çocuksu tını gitmiş, yerini çocuğunu merak eden bir ebeveynin telaşlı ürpertileri almıştı. 


Filiz, hiçbir şey söylemeden hatta nefes bile almadan onu dinledi. Konuşmasına müsaade etseydi; kâh uslu bir vakarla kâh delicoş bir esriklikle yağan yağmurun altında tek başına, saatlerce yürüdüğünden, insanların ışıkların, renklerin susup şehrin paha biçilmez bir eskimişlikle kendisine seslendiğinden,  ıslanmış elbiselerinin altında belirginleşen iç çamaşırlarının pek çok arsız bakışın iyesi olduğundan, yağmur dinip de güneş sevimli yüzünü göstermeye başladığında nefti bulutların denizin üstüne kadar eğilip kendisini selamladığından, genç garsonun korkudan çok çaresizliğin utancından allak bullak olmuş yüzünden, kendi ruhunda hapsettiği saklı bahçesinden, Dostoyevski‘yi okumayı eskisinden daha çok sevdiğinden ama sözcüklerin eskidikçe mi eksildiğine yoksa eksildikçe mi eskidiğine henüz karar veremediğinden ama en çok da kendisini, karşı koyulamaz bir hisle ne kadar çok özlediğinden bahsedecekti. Ama olmadı. “Neredesin?” diye soran telaşlı sese, “Kadıköy’deki çay bahçesindeyim...” diye karşılık verdi.  Telefonu kapattığında, zihninde afili sözcüklerle tasvir ettiği, kendisine kısa bir an dahi olsa özlemini duyduğu sessizliği ve huzuru bonkörce veren eski çay bahçesinden, alelade bir yermiş gibi bahsettiğini fark etti. Duygularından şüphe etti bir an. Masum bir tebessümle, “Galiba eskidikçe eksiliyor sözcükler Dostoyevski efendi...” diye mırıldandı.


Sirenlerini açmış,  süratle ilerleyen bir ambülâns, Hazreti Musa’nın, asasıyla Kızıldeniz’i iki yarmasını andıran garip bir kudretle, yoldaki diğer araçları yolun kenarına savurup, yoluna devam ediyordu. Paslı şilepler süzülerek iskeleye yanaşıyor, boynunda siyah lekeler bulunan gri bir martı, bir süre gökyüzünde daireler çizdikten sonra atik bir hamleyle denize dalıyordu... 

Elini sigarasına doğru uzattı Filiz. Yine derin bir nefes çekti sigarasından yine izmariti kan rengine belendi. Bahçede bulunan müşterilerden biri kalktı, bir başkası oturdu. Onu, diğerleri izledi.  Kalkanlar, kasaya doğru yöneldi. Paralar bir elden diğerine geçti. Ağlayan bebeğini susturmaya çalışan bir anne, şefkatle bebeğinin sırtını pışpışladı. Akrep kaçtı, yelkovan onu kovaladı. Aynı kalıptan çıkmışçasına birbirine benzeyen iki bıyıklı adam birbirine bağırdı. Esnaf, siyaset, spor ve kadın hakkında konuşmaya bir müddet ara verip onları izledi. Bir kaçı, kavga çıkmasın diye aralarına girdi onların. Bir kaçı, hiç oralı olmadı. Apartmanların gölgesi uzayıp, siyah asfaltı boydan boya kapladı. Filiz, bir eliyle kor ateşleri andıran kızıl saçlarını rüzgâra savurdu. Bekledi...


-Merhaba Filiz. Çok bekletmedim değil mi?

-Hayır, bir sigara içimi kadar ancak. Geldiğin için teşekkür ederim Hakan.

-Nedir bu halin kuzum? Islanmışsın, hem yüzün de solgun görünüyor.

-Yağmurda yürüdüm biraz.


Hakan ellerini çenesinin altında kavuşturarak, denizin üzerinde, balık sürüleri gibi şaşkınlıkla keskin dönüşler yapan şileplere, suyun yüzünde kırılarak yayvan bir parlaklık kazanan güneş ışıklarının kıyıdaki çakıl taşlarına uzanışına hayranlıkla baktı. Sonra gözlerini Filiz’in gözlerine dikip, “eee, bana bir şey ısmarlamayacak mısın?” diye sordu. Gülümsedi Filiz. Telefondaki telaşlı erkek sesi, keskin bir dönüşle, kaygısız ve ilgisiz bir bedene bürünmüştü. Hakan, Filiz’in, o gün neler yaptığını, neden şemsiyesini bile almadan yağmurda yürüdüğünü sorma gereğini duymamıştı.


Henüz birkaç aydır tanıdığı bu adam çelişkilerle doluydu. Filiz’in onun için hissettiği duyguları, zihninde berrak bir yer bulamamıştı; tutarsız bir erkek, iyi bir dost, tutkulu bir sevgili ya da hiçbiriydi. Uzun boyluydu Hakan, iri ve biçimli vücudu, yüzündeki genişliğe uymayan küçük burnu, siyah saçları ve gözleriyle yakışıklı olmasa da, insan da sürekli bakma isteği uyandıran erkeklerdendi. Dini inançlarına sıkı sıkıya bağlı, zengin bir ailenin tek çocuğu olan, lisede toy bir mücahitken üniversitede ateist olmaya karar veren ve nihayetinde agnostizmde karar kılan,bohem bir hayat özlemi ile kariyerindeki hırs arasında tökezleyen Hakan’ın hayatı kadar, sözleri ve mimikleri de birbirine dolanmış bir ip yumağı kadar karışıktı. Zihninden ve kalbinden geçenleri asla basit, kestirme kelimelere anlatmaz, diliyle kelimeler arasında uzanan bütün sapa ve tali yolları kullanırdı. Gideceği yere vaktinden çok sonra varan ama güzergâhı boyunca gördüğü her şeyden mest olmuş bir seyyah gibiydi.  Bir keresinde kendisine,“ Kötü görünüyorsun, canını sıkan bir şey mi oldu?”  diye soran Filiz’e, “hüzüntülüyüm” demiş, Filiz, onun duygu dağarcığından böyle bir ifadeyi bulup çıkarmasına hayran kalmıştı.


Hakan, karşısında oturmuş kendisine, bazen şefkat bazen ise şehvet ile bakan kadına hayatı, esen rüzgârla birlikte dört bir yana savrulan yapraklar gibi insanların da zorluklar karşısında mukavemetini yitirip dağıldığını, Antik Yunan’da gladyatörlerle fahişeler arasında yaşanan aşkları, Afrodit’in tanrı olan kocası Hephaistos’u yine başka bir tanrı Ares ile aldatmasını, aldatan ve aldatılan bir şeyin tanrı olamayacağını, yeni aldığı son model arabayı, eski kız arkadaşını zaman zaman hatırladığını, hatırlanan bir şeyin eskimiş olabileceğinden ise emin olmadığını anlattı. Filiz, her konuda ancak çok kısa bir an konaklayan sonra bambaşka kurgulara yelken açan Hakan’ın söylediklerini sessizce dinledi. Ona sözcüklerle değil, yüzündeki kasların ani değişimleriyle cevap veriyordu;  kaşlarını çatıp gözlerini kısarak baktığında, konuşulanlardan haz almayan kibirli bir hanımefendi, hafifçe öne doğru eğilip gülümsediğinde ise herkesin kolaylıkla sohbete koyulabileceği hafifmeşrep bir kadın oluyordu.


Filiz,  saçlarını dağınık bir şekilde arkadan topuz yaptı. Uzun ve biçimli boynu ortaya çıktı. Hakan, yüzündeki her uzvun muntazam bir ahenkle yaratıldığını düşündüğü Filiz’e gülümsedi. Orta yaşlı garson, kahveleri masaya servis ettikten sonra ağır ve isteksiz adımlarla uzaklaştı oradan. Filiz, uzun boylu, kara yağız garsonu düşündü, gözleriyle onu aradı. Bulamadı. Hakan’ın kelimeleri daldan dala konmaya devam etti. Filiz, dalgalı, siyah saçları, çevresine küçük bir çocuk kadar mahzun bakan iri gözleri ve geniş omuzlarıyla karşısında oturan adamın sözlerinde, duruşundaki masumiyete hiç benzemeyen bir dalgalanmanın olduğunu hemen anladı. Henüz birkaç aydır tanığı Hakan’ın gözlerine daha dikkatli baktığında; tek gecelik aşkların ve çetelesi tutulmamış kim bilir ne türlü günahkâr tecrübelerin çapkın gölgesini, her an ağlayacak gibi duran çocuksu gözlerinin bir ip cambazı gibi ustalıkla arsız bir yetişkinliğe geçişini, ama en önemlisi en azılı ve ahlaksız düşüncelerden bile, vicdanında en ufak bir yara almadan çıkabilen, bambaşka iki duyguya, bambaşka iki dünyaya, bambaşka iki insana açılan garip bir adamı gördü. Hafifçe gülümsedi Filiz. Tıpkı karşısındaki adam gibi, kendi içinde de birbirinin tam zıddı iki duygu, aynı oranda güçlü ve aynı oranda açık bir biçimde belirmişti: Faili belli bir korku ve sonu meçhul bir mutluluk…


Caddenin diğer yakasında, tabelasında yaldızlı harflerle “Düşyeri” yazan barın kapısından sarsak ve dengesiz hareketlerle ilerleyen sarhoş bir adam çıktı. Hemen arkasından, ayaklarına mukayyet olabilen, iri kıyım bir adam aynı barın kapısını aralayıp sarhoş adamın koluna girdi. 


-Siz erkekler çok aptalsınız!

-Aptallığımızı neye borçluyuz?

-Şunları görüyor musun? Bir enkaz gibi ne yana devrileceği kestirilemeyen şu sarhoş adamı ve yaverini. Bünyelerinin içkiyi nasıl da kaldırdığına dair kaç kez fütursuzca ahkâm kesmişlerdir sence? Kaç konsomatrisi dizlerinin üzerine alıp, ‘sene bilmem kaçtı yavrum,’ diye söze başlamışlardır? Kaçı yaşadığı çağın hoyratlığına, yaşadığı hayatın bayağılıklarına kadeh kaldırıp, şeref sandıkları şeyin aslında yalnızca çaresizliklerini kusma isteği olduğunu anlayabilmiştir? Sizin sorununuz, içkiye sanki bir kadınmış gibi belirleyici bir cinsiyet yakıştırıp, sizi baştan çıkarmasına izin vermenizde.

-Evet, haklısın; erkeklerin, tesiri altına girdikleri her şeyi meşum bir kadın çekiciliğiyle izah etmeye yatkın bir doğası var. Ama basit bir aptallık değil bu. İstanbul’u düşün Filiz. Tevfik Fikret, Sis şiiriyle bu şehri önce  ‘bin kocadan arta kalan bakire’ diyerek küçümsedi, sonra Rücu şiirinde ‘nikâhı altına almak isteyecek’ kadar yüceltti. Sadece o da değil, pek çok şair ve yazar İstanbul’u bir kadın olarak düşledi; kâh hanım hanımcık bir bakire, kâh fettan bir yosma... Bunun nedenini düşündün mü hiç?


Hakan karşısındaki kadını sözcüklerle nasıl köşeye sıkıştıracağını, üzerine gelmesi için nasıl kışkırtacağını, nasıl şaşırtacağını ve sonra bu şaşkınlığı tek bir tebessümle nasıl yatıştıracağını içgüdüleriyle bilen bir erkekti. Söylediklerinin tesirini görmek için Filiz’in gözlerine baktı. Filiz,  dudaklarını şımarık bir kız gibi büküp,  sesindeki belirgin şakacılıkla “Hıh!” dedi;

-Erkek egemen zihniyetin saçmaları işte. Hem kadının orospusu var da erkeğin yok mu? Jigololar ne o zaman? Madem, cinsel tercihler bu teşbihin baş koşulu eşcinseller de edebi türlere ilham kaynağı olmalı bence. Eşcinsel bir erkek, İstanbul’u betimleyecekse eğer cinsel tercihine uygun bir şekilde yapmalı bunu.


Eğer Filiz, Hakan’da kendi saklı bahçesinin günahkâr meyvelerini görmüş olmasaydı ya da dişiliğine daha az güvenen bir kadın olsaydı karşısındaki adamı ve mahremiyet duvarını aşan sözlerini görünce bir an düşünmez kaçardı. Tuhaftır ki, erkeklere karşı hissettiği güvensiz duygularını anlatırken seçtiği cümleler onu bir başka erkeğe yakınlaştırıyor, onun karşısında silahsız ve korunaksız bırakıyordu. Henüz yeni tanışmış bir kadınla bir erkek arasında olabilecek en tehlikeli üslubu seçmişlerdi. Aslında Hakan seçmiş ve Filiz’de ona muhteşem bir uyumla ayak uydurmuştu. Birbirlerinin cümlelerini tamamlama alışkanlığı bile aralarındaki bağın göstergesiydi.  Şimdi ikisi de aynı anda susmuştu. İkisi de bu sessizliklerinin anlamını biliyordu üstelik: Gizli bir şeyler konuşurken yakalanan ya da birbirlerinin sohbetinden sıkılan iki yabancının suskunluğu değil, tam aksine birbirlerinden hoşlanan, aralarındaki duyguyu gizlemeye çalışan ve nice cümleyle anlatılmayacak duyguları sessiz bir renkle daha çekici kılan iki garip insanın suskunluğuydu bu. 

Hakan, ellerini tekrar çenesinin altında kavuşturarak denize baktı. Filiz, Tevfik Fikret’in oğlu Haluk’u düşündü...


Caddenin karşısındaki apartmanın üst katlarındaki açık bir pencereden komşusuna seslendi kadının biri. Bir şilep daha iskeleye yanaştı, küpeştesine düşen güneş ışıkları onu olduğundan daha şaşalı gösterdi. Dakikalardır otobüs durağında bekleyen başörtülü kadının yeşil gözlerinde bezginlik, kımıl kımıl dudaklarında beddua vardı. Hakan bakışlarını denizden alıp, usulca Filiz’in üzerinde gezdirdi. Karnının üzerinde birbirine sıkıca kenetlemiş bir çift el gördü; parmakları uzun ve biçimli, başparmağının ucu işaret parmağına doğru hafifçe meyilliydi. Kızıl ve gür saçları arkadan topuz yapılmış,  çenesi biraz sivrice, geniş sayılabilecek bir alnı ve şakalarına doğru kavisler çizen incecik kaşları vardı. O kaşların altında ise karşısındakinin ruhunu allak bullak eden, dünyanın en siyah ve dünyanın en güzel gözleri duruyordu.  Hakan suskunluğunun bu gözler karşında eriyip yok olduğunu hissetti. Sanki konuşmasına hiç ara vermemiş gibi sözlerine devam etti:


-Yanılıyorsun Filiz. Kadından başka hiçbir benzetme büyük bir şehri, büyük bir mutluluğu veya büyük bir acıyı onun kadar sarsıcı anlatamaz. Çünkü kadın bütün duygularını uçlarda yaşar; en güzelini de en kötüsünü de. Senin gibi Filiz;  pek çok maske var yüzünde, kimisi uysal, kimisi hırçın. Bazen hiç gitmediğim, bilmediğim ülkeler kadar uzaksın, bazen soluğum kadar yakın. Nefesim yüzüne çarpıyor da kalbim buğulanıyor gibi hani. Ama en tuhafı ne biliyor musun? Ben senin her halini seviyorum…


Sevgi sözcüğü, henüz yeni tanışmış bir kadınla bir erkek arasında her telaffuz edildiğinde, o kadınla erkek her kim olursa olsun, dostça duygularla inşa edilmiş masumiyet kalesini ağır ağır yıkıp kendi ihtirasını ve çekiciliğini yaratır, kendisinden korunmak için sığınılan en kuytu köşelerden, en sağır gecelerden,  en iffetli düşüncelerden insiyaki bir hareketle sıyrılıp hazza ve günaha ulaşır. Öyle bir an gelir ki; sözcükler, tiradını unutmuş bir oyuncu gibi utançla sahneyi terk edip yerini ellerin, gözlerin, bacakların ve dudakların sultasındaki bedenin boyunduruğuna bırakır. Zevkle ve acıyla atılan küçük çığlıklar, iniltiler, belli bir duyguyu karşılamayan kesif iç çekişler, şuh kahkahalar ve sözcüklerle tanımlanamayan onca duygu kendilerine tanınan bu imtiyazdan hoşnut, doludizgin at koşturur bütünleştiği bedenin yasaklı ve çıplak coğrafyasında.

Sonra bütün bunlar olup bittiğinde; şehvet, havası sönmüş bir balon gibi küçülüp ihtişamını ve iktidarını yitirmeye başlar, kırışmış çarşafların arasından yükselen ter ve sperm kokusu küçük ama güçlü bir korkuyla birleşip günahtan, zevkten, ihtirastan ama en çok da insan olmanın verdiği o kusursuz zaaftan beslenen bütün bu duyguların iktidarına son verir. Ne tuhaftır ki henüz yeni tanışmış bir kadınla bir erkek, artık bedenlerinde dokunulmadık bir köşe, girilmedik bir mabet, saklı bir bahçe kalmadığını anladıklarında, başladıkları yere dönüp sevgi sözcükleriyle teselli ederler ruhlarını. Artık dost olmadıklarını ve bundan sonra da asla dost olamayacaklarını anlarlar. Önce en zayıf olanı terk eder sahneyi ve sonra diğeri. Kapanır perde bir sonraki sözcüğe değin… 


Bu kez de öyle oldu. Filiz’in yüzü kıpırtısız bir göl gibi kayıtsız dinledi Hakan’ı. Elleri ise kendisine itaat etmekten çoktan vazgeçmiş, cephede sabırsızlıkla beklediği hücum emrini duyan askerler gibi istekli ve atik bir hamleyle Hakan’ın ellerine doğru koştu. Hakan’ın şaşkınlıktan daha da büyümüş gözlerinin içine bakarak, “Hadi gidelim buradan,” dedi, onu yakinen tanıyanların bile anlam veremedikleri, sivil yaygaraları bir çırpıda susturan, aydınlığı bile ayartıp üryan bir karanlığın koynuna sokan sesiyle…


Modern görünümlü şehrin içerisinde, eski dokusunu kaybetmeksizin hayatta kalmayı başarmış lüks bir otel odasının kapısından gittikçe artan bir heyecan ve arzuyla geçtiler.  Odanın ortasında duran krem rengi, saten örtülü, bir göl kadar derin ve yumuşak görünen yatağın her iki yanında plastik çiçekler ve aksesuarlarla soğukluğu giderilmeye çalışılmış komodinler vardı. Birbiri içine geçmiş düz olmayan, asimetrik şekillerle bezeli, neşeli kaşmir halının üzerinde, simetrisi ve düzgünlüğüyle dikkat çeken sehpa oldukça huzursuz görünüyordu.  Filiz başını hafifçe yukarı kaldırıp tavanda asılı duran şaşalı avizeye baktı. Işıkları sönük avizeden yüzüne doğru kırılgan bir aydınlığın uzadığını kirpiklerinden süzülerek gözlerine dokunduğunu hissetti. 


Hakan ellerini Filiz’in beline dolayarak kendi bedenine doğru çekti, saçlarını kokladı, dudaklarını boynuna değdirip sevgiyle öptü. Kalbinde başlayan tutku kasıklarına doğru ilerlediğinde, soluğu dörtnala koşan kısrakların nefesi kadar hırslanmış ve güçlenmişti. Filiz, utangaçlıkla ahlaksızlığın birbirine karıştığı gülümseyişiyle,  Hakan’ın yüzünü kendine doğru yaklaştırdı, işaret parmağını dudaklarının üzerine götürerek “şşşttt, bu kadar basit değilim,” dedi. Sonra ani bir hamleyle onu yatağın üzerine doğru itti. Gömleğinin düğmelerini çıldırtan bir yavaşlıkla açmaya başladı. İlmeğinden kurtulan her düğme, yatağın için de sabırsızlıkla kıvranan Hakan’ın yüzüne daha önce hiç görmediği yeni çizgiler ekliyordu. Filiz çırılçıplak bedenini yavaşça yatağa bıraktı.  

Usul usul dokundular birbirlerine; yabancısı olduğu şehrin sokaklarını merak ve şaşkınla arşınlayan bir seyyah gibi bedenlerinde yeni yerleşkeler, yeni duraklar ve yeni hayatlar keşfettiler.  Filiz, Hakan’ın kekremsi bir heyecanla titreyen dudaklarını küçük öpücüklerle yatıştırdı. Dinmek bilmeyen bir tutkuyla seviştiler. Hakan ilk kez sevişme aralarında bir kadının göğsüne başını yaslayıp yattı, ilk kez tüm bedenini kayıtsızca bir kadına teslim etmenin huzurunu yaşadı.  Filiz zevki, acıyı ve günahı aynı anda, aynı adamın kollarında yaşayarak, bu şehirde yaşayan pek çok kadının bir ömür bilmediği, işitmediği hazları tattı. 


Yorulduklarını, akşam karanlığının dalga dalga odanın içine dolmasıyla anlayabildiler ancak. Hakan, bacaklarını karnına doğru çekerek kendini uykuya benzer bir dalgınlığa bıraktı. Filiz, yüzünde çocuksu bir mutlulukla yatağın içinde sızan adama doğru çevirdi gözlerini sonra ellerini başının arkasında kenetleyip, bakışlarını tavana dikti. İçinde adı konulamayan bir duygu belirdi; eksik bir cümle, tutulmamış bir söz yahut varılmamış bir menzil gibi rahatsız edici bir histi bu. Hakan’ı yanağından yavaşça öpüp banyoya gitti. 


Sevişmenin bütün izlerini silmek, yeni bir sevişmeye tertemiz ve taze başlamak istercesine itinayla yıkandı. Akıp giden suyla birlikte bütün günahlarından arındığını düşünüyordu. Banyodan çıkıp aynanın karşısında saçlarını kuruladı, taradı.  Komodinin üzerinde duran sigarasını aldı, çakmağını ateşledi ve ağır adımlarla pencereye doğru yöneldi.  


Pencereyi açtığında şehrin uğultusu hafif bir meltem gibi yüzünü okşadı.  Çocukların seksek çizgilerini ezen bir motosikletin homurtularını duydu, top oynayan, misket yuvarlayan, koşan, merdiven başlarında ağlayan, nereye saklanacağını kestiremeyen çocukların sesleriyle neşelendi, polis telsizinde resmi bir ivedilikle bahsi geçen adamın eşkâlini işitti, kapı önlerinde gelip geçenleri bakışlarıyla süzen orta yaşlı kadınların birbirleriyle fısıldaşmalarına kulak verdi… Filiz onca sese rağmen sanki şehir bütün insanları içine çekip, yutmuş gibi ortalıkta kimseleri göremedi.  O anda, adını bir türlü koyamadığı duygu bütün açıklığı ve çıplaklığıyla belirdi karşısında: Pişmanlık. 


Pişmanlığının kaynağı yaşadığı günahın utancı değildi.  Kocasını her aldatışında karşısına yüksek bir duvar gibi dikilen bu duygu,  vicdan azabından da beslenmiyordu. Onu böylesine pişman eden; kocasının bakışlarındaki, dokunuşlarındaki o sarsılmaz güveni apaçık görmesine rağmen Hakan ile yaşadıklarını bir başka erkekle daha yaşamak için duyduğu heyecan ve isteğinin önüne geçememesiydi. Gözlerini sıkıca kapadı. Sadece kendisinin duyabileceği bir sesle mırıldandı:


“ Ölmeyi hak ediyorum...”





14 Ocak 2025 25-26 dakika 4 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar