Şantiyenin Tuvaleti
Yaz ayları bir başka olur bizim köyde. Dağda kurt, kuş sesleri; ovada çekirge cırıltıları; koyun, kuzu melemeleri, at tepişmeleri ve insanların hasımlarıyla güreş tutmaları... Gündüz dağ gibi güneş çöker insanların üstüne. Bir bir kavurur önüne geleni. Nasıl harman olmaya bu günü gören yüzler ve yürekler. Saflığın ve berraklığın en sadesi bizim insanımızda vurur simalara. Ondan nasiplenir binlerce hikâye ve geceyi yırtan masallar.
Denizlerin Süleyman, Hanların Mustafa ve Yamanların Salih, üç kafadar, aynı okulun, aynı sınıfın, hatta aynı sıranın mezunudur. Yıllar ne kadar geçerse geçsin, üstlerine ne kadar hayat yükü binerse binsin, ayıramaz bu üç dostu birbirinden. Arazileri birlikte sürer, tarlayı, sapanı, bağı birlikte çevirirler. Birinin azcık başı ağrısa, koşar öteki. Birbirlerini kolay kolay yabana ezdirmezler.
Köylünün de dilindedir bunların uzun süren yoldaşlıkları. Kimi çekemez bu uzun dostluğu, kimi kıskanır zaman zaman işte güçte yalnız kaldığından. Kimisine ise laf lazımdır, sokak köşelerinde eğlenecek, eğlendirecek.
Kurak geçen yılların peşinden nihayet yağmurlar yağar ve yeşillenmeye başlar dört bir taraf. Doğayı türlü kokularda çiçekler ve endamlı böcekler doldurur. Bahar kapısını açar ahaliye. Komşu köye yapılan göletin de inşaatı son derece hızla seyretmektedir araziyi enine boyuna yararak. Zaman zaman rast gelmektedir bizim üçlüde arazide nazlı nazlı seyreden kanal ve kanaletlere. Kanalda çalışan yabancı, dili lisanı, giyimi farklı kişileri de gördükçe söylenmeden geçemezler. “Memlekette sanki adam yok, şu müteahhidin işine de akıl sır ermiyor.” Harman ayı gelmiş çatmıştır. Bizimkiler bir ellerinde tırpanlar, diğer ellerinde kösüre çanakları ile kızgın lav, güneşin altında yanmaya başlamışlardır. Harman ayı elbet bereketiyle gelmiştir gelmesine de bu berekete emek eklenmez ise sarı başakların kırmızı buğdayları ambara girmez. Girse dahi bu zahirenin hiçbir bereketi olmamaktadır. Ne kadar alın teri, o kadar mal, mülk, servet. Bu uzun koşuşturmaca arasında, aralarına yeni yetmelerden de birkaç kişi katılmıştır. Kimi zaman şen, kimi zaman şakrak, bir bir işleri kovalamaktadırlar.
Bir gün yine bizim ayrılmaz üçlü grup gittikleri araziden gece vakti evlerine dönmektedirler. Çalıştıkları tarlanın yolu bulunmamaktadır ve yolu bulmak için dört dolanmaktadırlar ahalinin arazilerinde. Yorgun argın eve dönerken yakında hizmet verecek yeni yapılan kanalların etrafındaki buzdolabı şeklindeki beyaz kutu dikkatlerini çeker. İçlerinden biraz da sıska olan ve uyanıklığıyla nam salmış Hanların Mustafa’nın kafasında hemen bir ışık yanar ve Denizlerin Süleyman’ı dürterek “la sizin dolap yoğidi, ahan da bunu size götürek” der. Diğeri de bedava dolap bulmanın sevinci ile “dur şu traktörü alıp geleyim” der ve yola park ettiği traktöre koşar. Az sonra traktör gelir ve bin bir güçlükle dolabı yüklerler ve yıpratmadan sağını solunu sarıp bağlarlar ezilmesin bir tarafı diye…
Ne yapsın Süleyman; cehennem sıcağı gibi olanca gücüyle güneş akşama kadar tepesine işlemiştir. Evde soğuk namına ne bir içecek vardır, nede bir yiyecek. Hiç olmazsa bu dolap sayesinde kursağına soğuk bir şeyler girecektir. “Hangi akıllı bıraktıysa, böylesi gıcır gıcır dolabı arazinin bir köşesine... Aklına yanam” der. Arasın dursun artık diye birde hinlik geçmiştir içinden.
Akşam vakti, güneş çoktan sönmüştür. Ortalığı loş bir ışık kaplamıştır, bizimkiler birazda yavaştan alırlar, köyün yolunu tutmayı. Öyle ya böylesi dolabı traktörde gören elbet soracaktır nereden aldıklarını. Ne olacak tarlada bulduk diyecek halleri de yok ya. Aheste aheste, büklüm büklüm yolları geçerken kör karanlıkta çökmeye başlamıştır bizimkilerin üstüne. İnlerin, hinlerin, cinlerin top oynadığı ıssız köşelere yaklaştıkça, traktörün yanık sesi kayalara çarpar çarpar döner. Yankılanır durur kulaklarda tüm canlının uykuya vardığı saatlerde. Tüyleri ürperten sessizliği yarar bir bir zaman zaman uluyan kurt sesleri ve de buna misilleme yapan çoban köpeklerinin havlamaları… Dere suyu akar geçer. Yol eğilir, bükülür, tükenir birkaç saat sonra. Gecenin bir vakti girerler köyün içine ve bin bir titizlikle indirirler dolabı kimselere görünmeden. Koyarlar köhne odanın birinin başköşesine…
Ertesi gün, gün erken doğmuştur bizim üçlünün üstüne. Ne yapsınlar işler dağ gibi beklemektedir, harman, saban elbet erken kalkmayı ve sıcak altında erimeyi, kavrulmayı gerektirir.
Toplanmışlar bizimkiler Süleymanlarda, banmışlardır er vakit hazırlanan kahvaltıya. Birisi ekmeğini basmakta çökelek sündürmesinin üstüne, diğeri içerisine doldurduğu malzemeye bakmadan koca bir rulo yapmakta yassı ekmeği… Keyifle sabah çayını yudumlarken evin hanımı birkaç saat önce mayaladığı yoğurdu ekşimesin diye dolaba getirip koymak ister. Süleyman mindere iyice yayılmıştır. Başını kaldırdığı yerden bağırır. “Kıııııız daha ilk günden doldurma dolabın içini. Bak sonra içecek bir soğuk su bulamıyoruz” diye.
Hanım: “koca dolap, suda alır yoğurta” der ve dolabın kapısını açar açmaz, dut yemiş bülbül gibi tutulur dili. Şaşırır şaşkınlığı geçmez bir türlü ve nihayet Süleyman’ı ekşimsi bir surat ifadesiyle süzerek “Evin yıkıla herif” der.
Süleyman bağırır: “ne oldu kız, beğenmedin mi yoksa böylesi gıcır gıcır dolabı”… Süleyman olanlara anlam veremez acaba yazıda dolabın içine bir sansar falan mı girdi de hanım koktu diye içinden geçirir ve dolabın yanına koşar. Kapısını açar ki ne görsün bin bir eziyetle buzdolabı diye eve getirdikleri ve birde başköşeye koydukları bu beyaz dolabın içinde tuvalet olmasın mı? Hemen arkadaşlarını acele acele çağırır. Mustafa’yı görünce çıkışır: “Ulan şu bana yaptığınız hale bakın” diye söylenir. Dolabın tuvalet çıkmasına şaşıran arkadaşları, bir yandan teselli etmeye çalışırlar Denizlerin Süleyman’ı bir yandan da “susun ula bunu sakın kimse duymasın aramızda kalsın bu yaştan sonra millete madara olmayalım” derler.
Ertesi gün gece yarısı buluşup, sabah erkenden tan yeri ağarmadan, kimseciklerin haberi olmadan büyük bir sır taşırcasına bu buzdolabını andıran beyaz renkli tuvaleti aldıkları yere götürüp koyarlar büyük bir titizlikle.
Gönül ister ki duyulmasın. Bazı şeyler sır kalsın. Bunca dedikodunun yayıldığı sokak köşelerinde insanların onu bunu çekiştirdiği böylesi bir zamanede, atalar boşa dememiş “Yerin kulağı vardır”. Duyulur bizim üçlünün yediği halt. Bu söylence sığmaz köşe başlarına, ta çevre köylere kadar dalga dalga yayılarak uzanır gider…
Kaynak: Ahmet ÖZTEK/ BÖTÇENIM HİKÂYELERİ