Şapkalı Köyün Kavalyesi 2
"İnsan böyle bir varlıktı işte. Olmayanı bekleyen, yiten ve yitirilen, anlam yükleyen, sevgiyi de nefreti de göğüsleyendi her gün tekrar tekrar..."
Saksağan, kiracısı olduğu kamelyayı tam da terk edip gökyüzüne karışmıştı ki; kirli beyaz, şişman bir kedi aldı yerini. Çatıya, kırk yıldır orada yaşıyormuş gibi keyiflice serildi ve uykunun kollarına bıraktı, esnemekten yorulan vücudunu...
Yüreği soba gibi cayır cayır yanan insanları severdi sevda. Sevda bir kediye benziyordu esas kızın dünyasında. Ona sıcaklık gösteren yüreklerin yanında, sobanın yanında mışıl mışıl uyuyan keyifli bir kediye dönüyordu. Dertlerini, tasalarını ise soba dumanının çıktığı bacadan yolluyordu, çok ama çok uzaklara. Sen hiç parayla keyif satın alan birisini gördün mü diye sordu esas kız yüreğinin ta derinlerinden? Birileri hala mutluluğun asıl sebebinin para olduğunu iddia ediyorsa, mağarada yaşayıp sırtında gömleği bile olmayan adamın ermişliğine, sevincine bakıp iç çeksin. Çünkü sırtsız adam öyle bahtiyardı, az ve öz olanın içinde.
Taş evlerden örülü köyüne daldı esas kız. Hiçbir şeyin, her şey olduğu, en ufak bir parçanın bile işe yarar düşüncesiyle taş aralarına sıkıştırıldığı günleri anımsadı. Çocukluk günlerinde öğrenmişti, şu anda minimalist yaşam diye yutturulan akımı. İnsan yaşayarak öğrenirdi, anılarla çoğaltırdı tecrübelerini, bilgeliğini, benliğini... Önceleri sürekli almaktı moda, şimdiyse azaltmak öyle mi? Bir şey sadece moda akımı olunca mı kıymetliydi, günceldi, sürdürülebilir ya da popülerdi?
Umudu paylaşamayan insanlar, ekmeğini asla paylaşamayacaktı diye düşündü pancar yaprakları dolu poşetini elinde sallarken. Artık eve geçmeli ve hayallerindeki gözlemeyi pişirmek için kollarını sıvamalıydı kız. Günün, günlüklerin, zihinlerin yoğunluğundan o da nasibini almıştı ve her şeyi çok sık unutuyor, bu yüzden de yolda yürürken bile zihinsel tekrarlar yapıyordu kelimelerden örülü...Un, su, tuz, un, su, tuz, unn...
Eve girer girmez oh bee dedi. Ev ve yuva arasındaki o keskin ayrımın içinde, evi yuva yapabilmek için hemen tencereye bir vişne kompostosu koydu, içine tarçın kabukları ve karanfil attı; doğadaki zehirli gazları, insanları, bütün negatiflikleri hiç olmadığı kadar uzağa göndermek istiyormuş gibiydi, bunu yaparken. Öncesinde ellerini yıkamış, şalını askıya asmış, önlüğünü üstüne geçirmiş, tırnaklarını kontrol etmişti bile. Bütün detaylar ait olduğu koltukta yerini aldığında kız, evrene un, tuz ve suyun muhteşem uyumunu yaymaya başlamıştı...Hamur yoğururken insanlık hamuru hakkında felsefe yapmamak için hayallerini, düşüncelerini geçiştirdi çünkü; bu anı kahve saatine saklamıştı. Hamur üç beş tokattan sonra hazırdı ama birazcık dinlenmesi gerekiyordu. Keşke her şey böyle kolay olsaydı 'kıvam almak' denilince diye geçirdi içinden. Sıra kendisini dinlendirmeye gelmişti. Kahvesini şekersiz, duble bir fincana naklettikten sonra balkonda en sevdiği köşeye kuruldu istemsiz. Artık, içinde baharları, balkonunda saksıları, hücrelerinde insanları sevmeye, düşüncelerini ayrıştırmaya, her şeyi günle güncellemeye başlamıştı bile. İçeride tezgahtaki su dolu leğende pancar yaprakları kirlerinden arınıyordu. Öyle çamurluydu ki bir o kadar da gamsız. Tuz serpiştirilmişti üzerinden. Tadı tuzu yerindeydi yaprakların. Mikroplardan arınma işi bittiğinde nazikçe doğranıp ocağa alınacaklarından habersiz, suyun dalgalarında yüzmenin tadını çıkarıyorlardı. Pişmek emek istiyordu. Bugün pancar yaprakları için stressiz, tatil tadında bir gündü. Bahçelerinden koparılmış olsalar da, epeyce yollarda dolaşmış, yeni bir eve taşınmış ve yüzerek günün keyfini sürmüşlerdi. Bir iki durulanmadan sonra da güneşlenmeye de hazırdılar sanki...
Balkonda kahvenin son dumanı, düşüncelerle havaya karışıyordu, balkon camının pervazında eski bir radyodan Neşet Ertaş' ın sesi yayılıyordu bahçeye doğru. Devam edecek...
https://www.youtube.com/watch?v=gjig3YuFMzw&list=
yüreğine sağlık, o havayı yaşadım gibi.