Seni Düşlemek Evim Benim
E-Kitap olarak yayınlanan, Ölü Harfler Tapınağı isimli romanımdan bir öykü.
Gözlerimi kapatıyorum.
Güzel bir ilkbahar günü ve İstanbul Üniversitesi’nin yan tarafına tezgahlar kurulmuş. Tezgahların üzerinde rengarenk balıklar daracık akvaryumlarda cirit atmaya çabalıyorlar. Kafeslere konmuş kuşlar, asılmış mavi renkli güneş şemsiyelerinin altına. İkindi ezanından tam beş dakika sonra, Sahaflar Çarşısı’nın aşağı kapısından giriyorsun, Kapalıçarşı tarafında olan kapısından. Önüne çıkan basamakları adeta sekerek çıkıyor ve dikkatini çeken ilk kitapçının önünde duruyorsun. Kolundaki ufak siyah çantanı tezgahın üzerine bırakıyor ve güneş gözlüklerini saçlarına taç yapıyorsun. Ellerin, çiçekten çiçeğe konan kelebekleri andırıyor. Bir kitaptan bir kitaba uzanıyorsun. Ben, neredeyse seninle eş zamanda giriyorum Sahaflar Çarşısı’na ve önümde çıkmam gereken basamaklar yok. Üniversite tarafındaki üst kapıdan giriyorum. Kitaplara bakmak gibi bir niyetim de yok ama buradan geçmeyi seviyorum. Bana on metre kadar bir mesafede duruyorsun. Seni fotoğraflarında hep böyle yandan gördüğümden olmalı ki, ilk bakışta tanıyorum. Duruyorum önce ve akabinde sessiz adımlarla sana yaklaşıyorum, beni görmeni istemiyorum. Seçip tezgahın üzerine koyduğun ve almaya niyetli olduğun kitabın üzerinde elin duruyor. Bu kitap benim dercesine bastırıyorsun avucunu kitabın üzerine ve diğer elin başka kitaplara uzanıyor. Tam yanındayım, nefesimi tutuyorum. O kadar dalmışsın ki kitaplara, yanında olduğumu hiç farketmiyorsun. Başımı biraz sana doğru uzatsam dudaklarım saçlarına değecek. Derin bir nefes alıyorum ve elimi elinin üzerine bırakıyorum. Esen hafif, serin yeli elinin üzerinde bu kadar güçlü hissetmenin inanılmaz şaşkınlığıyla bakıyorsun eline. Çekmiyorsun elini, çekemiyorsun. Başını bana döndürüp baktığın anda konuşmaya başlıyorum:
“Müsade ederseniz bu kitabı size hediye etmek istiyorum.”
Mutluluk dolu bir gülümsemeyle söylüyorum bunları sana; gözlerine bakarak. Bakışlarımız birbirine yüzyılların hasretiyle sarılıyor. Gülümsüyorsun. Bana tanıdık olan bu gülümseme içime yayılıyor. İçimden kocaman bir gemi geçiyor sanki, bayraklarla donatılmış, güvertesinde mutlu insanların dans ettiği, şarkılar söylediği bir gemi. Şimdiye kadar hiç görmediğim kadar güzel bir gemi, sevinç gemisi, mutluluk gemisi. Dalgalardan kopan su parçacıkları gözlerimi ıslatıyor. Saniyenin binde biri kadar bu sürede biz birbirimize gözlerimizle, içimizde birikmiş ve birbirimize söylemek istediğimiz ne varsa söylüyoruz.
“Sadece bu kitabı mı?”
Şaşırmıyorum bu muzip soruya. Mutlu olduğun zamanlarda sevincinin nasıl taklalar attığını biliyorum. Mavi güneş şemsiyelerin altına asılı gördüğüm kafeslerdeki kuşlar aklıma geliyor. Onlar özgür bırakılsalardı, aynı senin kadar mutlu olur senin gibi sevinç taklaları atarlardı.
Kitabı alıp dükkana giriyorum. Kitapçıdan bir kalem istiyorum ve kitabın ilk iç sayfasına yazıyorum.
“Kuşlardan daha özgürüz sevgilim…”
Gökyüzüne el ele dokunduğumuz bu anın ölümsüzlüğü bütün yaşanmamışlıklardan daha kutsal, daha güzel, daha özgür. Bak gökyüzümüzdeyiz artık ve zaman bizi bir daha asla kafese koyamaz...
Kitabı satıcıya uzatıyorum, o kitabı itinayla paketlerken sana bakıyorum. Ufak pencereye yan dönmüş duruyorsun, sevinç çığlıkları atmamak için alt dudağını ısırıyorsun sanki. Başın dik, sanki gökten dökülen yağmur damlalarını dudaklarınla yakalamak istercesine bir duruşun var. İçinden kendine söylediklerini duyuyorum.
“Tanrım!” diye fısıldıyorsun, sanki seni duyduğumu bilir gibi kendinle konuşuyorsun. Ellerinle üzerindeki askılı ve kırmızı çiçeklerle bezenmiş bluzunun yakalarını düzeltiyorsun kendinden memnun bir şekilde.Tam seni görmek istediğim gibisin. Muntazam, şık, bakımlı ve güler yüzlü… Tam karşılaşmak istediğin yerdesin.
Renkli kağıda sarılı kitabı sana uzatıyorum.
“Teşekkür ederim. Öpeceğimi sanıyorsan pışık!”
“Sanmıyorum ama diliyorum.” diyorum sana.
Mahcup ama sıcak bir öpücük bırakıyorsun yanağıma. Sevgi dolu. El ele tutuşuyoruz ve senin girdiğin kapıya doğru yürüyoruz. Ayaklarımız yere değmiyor sanki, sağımızdan solumuzdan insanlar akıyor, dükkanlar geçiyor ve el ele biz akıyoruz bu şehrin içinden. Oturup kahve içiyoruz, sana çiçek alıyorum. Gezi Parkı’nda bir banka otuyoruz. Ağaçların yapraklarının gölgeleri yüzlerimizde geziniyor. Önümüzden insanlar geçiyor. Başka başka insanlar. Genç, yaşlı, modern giyimli, başörtülü kadınlar, çılgın görünmek isteyen gençler, sanki takip ediliyor da yakalanacakmış gibi tedirgin bir yüz ifadesi taşıyan ve adımları aceleci olan genç kızlar geçiyor önümüzden. Biz hiçbir şeyden kaçmıyoruz, görülüp görülmeme korkumuz yok. Ne zaman, ne insanlar, ne de bu şehir umurumuzda değil. Olmak istediğimiz yerde ve olmak istediğimiz insanla yan yana ve el eleyiz. Zaman durabilir. Başın omuzumda, saçlarını kokluyorum. Sevdiğimiz o güzel şarkımızın en hoşumuza giden bölümünü mırıldanıyoruz.
“Bir yer yatağında çocuğuz bir anda, omzun evim benim.
Duvara değer ışık, uyanmadık hala, göğsüm evin senin.”
Gözlerimi açıyorum. İstanbul’dan uzaktayım, senden uzakta. Oturduğum bankın üzerindeki boş koluma bakıyorum. Su kenarındayım ama deniz değil. Büyük bir göl, gemiler geçiyor önümden. Bayraklarla donatılmış, güvertesinde mutlu insanlar dans ediyor, şarkı söylüyorlar. Bir çocuk bana el sallıyor, ben de ona el sallıyorum. Gülümsüyor, gülümsüyorum. Ne aşktan uzaktayım ne de aşık olduğum kadından. Yapabileceğim en güzel şeyi yapıyorum, seninle karşılaşmamı düşlüyorum.
Seni düşlemek evim benim...
Ev bilmek, yurt bilmek, memleket bilmek bir yüreği, bir yüreğin olduğu hayali. Bir yabancı gibi dolaşırken insan yerkürede, aidiyet hissi en çok sevgide buluyor sanırım kendini. Güzel öykü için kaleminize sağlık, kutlarım.