Şems mi Olmak İstersin Mevlana mı
Öğlen güneşi görevini tamamlamış bulunduğu dik konumdan yavaş yavaş kaymak üzereydi. Sıcak havanın verdiği rehavetle olsa gerek gözlerime hakim olamıyordum. Boynumun üzerinde bir o tarafa bir bu tarafa yaprak gibi sallanan başın sahibi ben değildim sanki...
Yaklaşık onbeş gün olmuştu, Erzurum'dan Konya'ya geleli. Memleketten bir yakınımızın aracılığıyla hemşehrimiz olan Taner ve arkadaşlarının yanına yerleştirilmiştim. Şems Hz.'nin meftun olduğu türbe ve caminin arka sokağındaydı evleri. Her öğlen buraya gelir,huzur bulurdum. Bu öğlen de yine ayaklarım beni buraya kadar getirmişti.
"Öğlende fazla kaçırdım galiba,yoksa ayran mı sersemletti?
Allah Allah hiç böyle olmazdım." Kendi kendimle iç hesaplaşma içindeydim. Acaba abdestim kaçmış mıydı?...
Yine de yenilesem iyi olur. Bir tembellik, bir ağırlık var üzerimde sormayın. "Şimdi kim kalkacak ta şadırvana gidecek" diye mücadele üstüne mücadele veriyorum.
Yüzyıllardır ayakta kalan tek minareli tarihi Şems caminin şadırvanı da camiyle aynı yaştaydı. Caminin giriş sağ tarafındaki mermer levhada yazıyordu. Nice nice insanlar gelip abdest aldı, ahşap oyma işçiliğinin nadide eseri bu şadırvanda. Yüzlerce imam namaz kıldırdı, yüzlerce müezzin "Allah'u Ekber" nidalarıyla çağrı yaptı. Onbinlerce Müslüman huşu içinde alınlarını secdeye koydular bu güzelim camiide. Ne olaylara, ne yaşamlara şahitlik etti bu asırlık abideler.
-Çaylarrr! Kahveci Hamdi abinin her zaman ki gibi çayını pazarlama sistemiydi bu...
-Ya "çaylarr" diye bağırır, ya da sen istesen de istemesen de çayı getirip burnunun dibine dayardı.
Saatime baktım.
-Ooo daha iki saat var ikindi ezanının okunmasına...
-Ver Hamdi abi ver; belki kendime gelirim, mis kokulu çayınla...
-Evvet abicim tavşan kanı bunlar, buyrunnn!
Çayı yudumlarken, karşıdan bu yöne doğru gelen bir silüet gördüm...
"Allah Allah! Bu geliş hedefli bir geliş, tam gaz bana doğru geliyor" diye kendi kendime alıp veriyordum. Biraz daha yaklaşınca;
"Bu simayı bir yerden tanıyorum ama bakalım anlarız" dedim içten içe...
-Selamun Aleyküm İbrahim Bey!
-Ve Aleyküm Selam gardaş! Sizi bir yerden tanıyorum ama kusura bakma çıkaramadım.
-Tabi ne arar ne sorar, ne de gelir gidersen tanımazsın...
-Evvet bu ses! Osman sensin. Ya kusura bakma gardaşım, öğlen yemeği ve güneşin rehaveti ne olur beni affet.
-Buraya geldiğini Zafer söyledi. O söylemezse senin Mevlana diyarı bu güzelim şehre geldiğini ancak mezun olduğunda duyacaktım heralde.
-Bu sitemler akşama kadar sürer değil mi Osman? Hiç değişmemişsin...
-Ne yapayım duyunca çok sevindim ama bir o kadar da kızdım sana.
-Nerde kalıyorsun İbrahim?
-Şeyy!
-Evet! Onu da duydum. Derhal o ne idüğü belirsiz, saçı sakalı birbirine girmiş kime hizmet ettikleri belli olmayan acayibül garaip insanların yanından çıkıp yanıma geliyorsun. Bu emrivaki karşısında söyleyecek söz bulamamıştım.
-Tamam tamam gelirim!
-Osman, senin kaçıncı yılın?
-Bu ikinci senem, Biyoloji Bölümü okuyorum.
-Sen?
-İnşaat Mühendisliği
Hoş beşten sonra yaklaşan ikindi namazı için beraber abdest almaya şadırvana doğru yürüdük.
-Şadırvanda oturduğum iskemle tam Şems Hz.'nin makamına doğru bakıyordu...
-Osman!
-Buyur İbrahim!
-Şems mi olmak istersin, Mevlana mı? diye gayri ihtiyari bir soru sordum...
-Taştan ses çıktı, Osman'dan çıkmadı...
-Osman; Abdestini gayet rahat ve kendinden emin tavırlarla alıyordu...Dikkatimi çekti.
-Beklediğimden de erken sordun bu soruyu?
-Nasıl yani?
-Sorunun cevabını sözlümü istersin, yoksa yaşayarak mı?
-"Ya-şa-ya-rak" diyebilmiştim kekeme vari...Nedense; heyecan ve korku sardı tüm benliğimi....
***
"AŞK" OLMAK İSTİYORUM AŞIKLARA VARAN
Şems Hz.nin makamını ziyaret. Çise çise nur yağıyor, buram buram aşk kokuyor, gül kokuyor o makam-ı gönül dergahı. Ayaklarım bulutların üzerinde sanki. Mevlana ile Şems sema ediyorlar bu ulvi mekanda. Onları seyretmeyi onlara müştak olmayı, o devirde yaşamayı onların dergahına yüz sürmeyi ne kadar isterdim. Bir an Şems'in şehit edilişi geldi gözümün önüne. Titredim. Sonra, Mevlana'ya Şems şehit edildi dendiğinde, o an ki haleti ruhiyesini kavramaya çalıştım. Şöyle inliyor ve içini asumana şöyle döküyordu ;
Ey! Şems;
"Ağlaya inleye sen gittin ama,
Gökler de arkandan durmadı ağladı.
Parça parça etti yüzünü ay.
Gönlüm arkandan kan bağladı.
Şimdi ne edeyim, kime sorayım seni?
İyi insanlar arasında mısın orda?
Yani dostlar meclisinde mi?
Yoksa bir kenarda boynun bükük mü kaldın?
Öyle bir yere gittin ki bu sefer,
İzinin tozu bile belli değil.
Ne kadar da kanlıymış gittiğin yol!" evet inliyordu Mevlana...
-İbrahim, İbrahim
-Bir eldi beni daldığım hülyadan uyandıran...
-Hıı!
-Hayırdır! Amma derin dalmışsın dedi Osman
-Ev ev evet! Dalmışım Osman gardaş...
-Ezana bir iki dakika var gel girelim camiye...
-Tabi tabi!
Makama hürmet babından geri geri çıktık bedenen ama ruhum orda kalmıştı. Şems yakalamıştı ruhumdan "Namazdan sonra dostumun yanına git ve selamımızı söyle" diyordu...
"Ney havalı, gül kokulu makama gittiğinde ona Şems'ten haber ver" diyordu sanki...
Ama gafildim tabi, böylesi aşkın birleştiriciliğini göremeyecek kadar...Mekanlar, makamlar farklı olabilir amma gönüller,aşıklar bir aradaydı. Onlar hiç ayrılmadılar ki... Onlara ayrı ayrı selam vereyim...
-Bak İbrahim! Burası Şems'i Tebrizi Camii
-O güzel gönlün şehit edildiği yer burası.
-Evet abi evet! Hakiki aşk'ın şehidi...
Namazlar eda edildi.Yürüyerek Selimiye Camii ve makamı Mevlana'ya geldiğimizde, göğe uzanmış elleri ve yeşil kavuğuyla Mevlana oturuyordu sanki o güzelim mekanda... Yığın yığın insanlar, dünyanın her tarafından gelmişler...
Gel diyen o gönül'ün çağrısına uyarak gelenlere şöyle seslenmişti asırlar öncesinde;
"Gene gel, gene gel
Ne olursan ol, ister kafir ol,
İster ateşe tap, ister puta,
İster yüz kere tövbe etmiş ol,
ister yüz kere bozmuş ol tövbeni...
Umutsuzluk kapısı değil bu kapı,
Nasılsan,
Öyle gel..."
Evet! Ey yüce gönül sahibi insan ben de geldim. Beni de kabul et. Hem de Şems'inden gelerek geldim. O'ndan sana senden ona geldim...
-Osman?
-Buyur gardaş
-Sana bir soru sormuştum sen de cevap vermemiş ve ;
-Cevabını sözlü mü istersin yaşayarak mı demiştin...
-Evet!
-Cevabını buldum galiba...
-Osman, gülümseyerek yüzüme baktı.
-Elini ağzına götürüp sus işareti yaptı...
-Sus ve dinle... Çünkü Mevlana'da susmuştu...
"Hamuş!.. Demişti Mevlana kendisine Hamuş!... Yani Suskun!... Sustuğu yerde açıldı kapılar önüne serildi ışıltılı kelimeler kalbi duygular. "Hamuş!" dedi ve sustu Mevlana. Sustu ve kapandı karanlıklara... Karanlıklara Şems doğdu sonra... Baktı ve gördü!... Adına "Aşk" dedi. Candan özge candan öte olana... Yaprakta tohumu damlada okyanusu gördü sonra...
Hamuş! Demiştim ben de kendime. Sözün bittiği yerde noktanın konduğu yerde susmuştum. Bütün kelimelerimi anlatmak yormuştu nazenin bedenimi. Anlaşılamamak ise en çok yüreğimi yormuştu. Sustuğu yerde anlaşılmaktı belli ki bütün derdi..."
O güzelim makam da huzur deryasına dalmış, hubdan huba uçuyordum. Geçici heva ve hevesler insanı oyalayan metalardı. Ne kadar sun'i ve yalındılar gözümde...
Olanca gücümle bağırmışım;
-Ey! aşk sen nelere kadirsin?
-Ben de aşık olmak istiyorum....
Etraftan insanlar bir an için bana baktılar, lakin başka yerde olsa deli derlerdi. Gülümsediler. Sadece gülümsediler. Onlar da aşk aşk coşuyordular, lakin benim gibi toy delikanlıya ağır gelmişti yük, dışarı vurdum hemen...
-Osman?
Ben aşk olmak istiyorum...Hakk'a giden yolun çilekeşi olan Şems'i, ona pervane olan Mevlana'yı birbirine birleştiren aşk olmak istiyorum...
Onları her daim görebilen aşk olmak istiyorum...
Elinde ki peçeteyi gözyaşlarımı silmek için uzuttığında;
Osman'a sarılarak; AŞK olmak istiyorum...
Osman, AŞK, AŞK, AŞK diye defalarca haykırmışım....
-Kalk gidelim İbrahim kalk!...dedi ve gittik...