Sevgili Anadolu


Yaşlı teyze, sormamıza fırsat vermemişti, Adatepe köyündeki tarihi caminin oymayla işlemeli tahta kapısını zorlarken. “Oğlum, dedi. İmam yok, gavurları gezdirmeye gitmiştir, siz boşuna beklemeyin.” Sonra kılık kıyafetimizi süzerek sözünü esirgememişti. “ hoş sizin de gavurdan pek farkınız yok ya…” Ne açık sözlüdür Anadolu’mun insanı.

Oysa ne çok istemiştik, ormanın içindeki denize nazır Zeus Altarı’nda kayanın başına tırmanmış, yüreğimizi rüzgara bırakıp denize karşı içimizi boşaltmıştık. Küfür, öfke, hiddet ve nefretimizi boşluğa bırakıp günah ve suçlarımızdan arınmış olarak tertemiz olmuş, kendi kutsal mabedimize yönelmiştik.

Tanrı’nın karşısına çıkacak olmanın duygularıyla doldurduğumuz zihin açıcı atmosferde, adeta ruhsal bir yolculuk yapıp dünya dışına çıkacaktık. İçerideki halıların ağır kokularını bile hissetmeden, diz kırıp içsel bir inziya çekilip bekleyecektik, müezzinin “Allahü ekber” sesine kadar.

“Anahtarı yok mu? Kılarız biz “Cuma”mızı,” dedik biz teyzeme.

Yaşamındaki belki de en büyük şaşkınlığı yaşamıştı.

“Ülen, dedi. Gavur gibi giyinmişsiniz, bi de hani nerde cemaat?”

“Ben imam olurum sevgilimde cemaat, yetmez mi?”

Köy meydanına beraber indik, inerken de sağlı sollu evlerde oturanları sayıyordu. Şu Fransız, şu Alman, Şu Hollandalı, şu da Japon…

“Türk yok mu Türk”deyişime duygulandı.

“Satan gitti satan gitti. Bir hayırsız imam, bir de ben kaldık.” Gönül almak için, çektiği özlemi hafifletmek için “Ev bul biz gelelim o zaman” deyişimize gözleri parlayarak nasıl da dört elle sarıldı. Ah! Anadolum. İçtenlik ne çok yakışıyor sana hüzün dolu bile olsa.

İzin verdi ellerini öptük teyzemin. O da bizim yüzümüzü gözümüzü şapır şupur öperken ağlamaklı olduk hep birden. Bu içtenlik nerede var…

“Sen burada bekle emi, biz yine geleceğiz, söz.”

Sümela Manastırı’na tırmanmanın yorgunluğunun öfkesini, rahibelerin oradan oraya koşturan gölgelerinden çıkartmıştık. Altımızda uzanan beyaz bulutların gizemine bakıp “ öldük mü biz?” diye birbirimizi çimdiklemenin çığlıklarına yeni gelen turist kafilesinin şaşkın bakışları, kahkahamızla karışılık bulmuştu. “Savulun Battal Gazi geliyor” naraları eşliğindeki kılıç kalkan oyunumuza gerçekten korkmuşlardı. Fırsatı kaçırır mıydık hiç filozofça konuşmamızı okkalı üç beş küfür sallayıp, süsledik. Ama görevliyi hesaba katmamıştık. “Ulan, dedi anarşist misiniz nesiniz siz?” “Şimdi arıyorum jandarmayı...”

Karadeniz’imin saf insanı, bir sıcak dokunuşla, bir iki güzel sözle dost oluverdik hatta allem edip kallem edip yazı tura kumarına bile oturtmuştuk.

Kazanırsan iki lira, kaybedersen bir lira. Hey yavrum hey!

El çabukluğu marifet “gitti dedik bir lira”. Kafile mafile hak getire... “Bu gavurlar gözbağcı olur, fresk mresk atarlar çantalarına, git mukayyet ol şunlara” dedik.

İnat etti “yok dedi, alacağım sizden iki lira.” El çabukluğuyla attık istediği“yazı”sını, gitti bizim iki lira. Yoksa bizi bırakacağı yok. Vatan elden gidiyor, koş la koş… bu nasıl bir saflıktır.

Yokuşu çıkarken gözümüze kestirdiğimiz, suyun başında elimizi yüzümüzü yuduk inişte. Gözlerimiz kurnazca bakıştı birbirimize. Bedava ekmek ve su, kalacak yerde cabası. İçimizdeki hinlik düşüncesi adrenalimizi artırdı. “hadi yapalım,”dedik.

“Yok öyle yağma, koftiden bir dövüş başlattık, ver bakalım iki liramızı.” Dedik sonradan olma en son akrabamıza yani bekçiye. Arattık sonunda ısrarla jandarmayı. Paslı demir parmaklıkların arasından ellerimizi kenetledik, sabaha kadar bilmem kaç kere “İzmir’in dağlarında”yı söyledik, araya Ilgaz’ı ve Gümüşdere’yi sıkıştırdık.

Bir bardak tencere çayı, kuru soğan, ekmek, sabah kahvaltısı. “En büyük asker bizim asker!”

Torosların Silifke tarafı, Uzuncaburç beldesinin muhteşem dokusu Zeus Sunağının derin kuyusu “Ulan Zeus emmi, yine mi sen!” genzimizi yakan kan kokusu...sesimiz nasılda yankılanıyordu kurbanların canhıraş feryatları arasında. Antik tiyatronun önünde gladyatörleri izledik. Ne barbarmış bunları seyredenler.

Tanrı Türk’ü korusun!

Yaşlı bir teyze patikler v.s örmüş satıyordu, Yörük çadırından iki sıkma, bir ayran alırken söylemişlerdi. O Ermeni’ydi. Havadan sudan sonra geçimini sorduk, bunları yaparım gavurlara satarım, dedi. Şaşırmıştık “Müslüman mısın?” dedik. Üç nesildir İslam dinindelermiş, zorla değil gönüllü geçmişler Osmanlı’yı pek severlermiş. Kim sevmez ki kendine bunca ayrıcalıklar vereni…

“Bunlar” dedi az ötedeki kıl çadırdakilerini göstererek, yukardalardı “bu Türkler dağda perperişan, Osmanlı gomazdı buralara, hep kovalarlardı.” Yazılı tarih uydurulmuş mu bilmem ama canlı şahidinden dinledik vallahi billahi.

“Yörük, Türkmen, Tahtacı...”

“Atatürk endirdi bunları, ev verdi ocak verdi yurt verdi, kıymet verdi.”, “Bizimkilerin çoğu da göç etti.”

Teyzemin yarasını deştik, diye düşündüm, az bi suçluluk duydum, inandırmışlardı ya bizi.

“Çok mu zulüm ettiler size,” dedim. Kızgınca gözüme baktı, sesini yükseltti, ürktüm. “Sen, Osmanlı’ya sırtına dayar varır kapısına, obasına dayanırsan canına, malına, namusuna göz dikersen, onlarda karşılık verecekler elbet” dedi. Atatürk, çok iyi etti, dedi adalet geldi, bize de isteyende yerinde kalabilir, dedi. Bak ben kaldım.” Sustum... ama gururluydum, suçluluğum öfkeme dönüştü. Ah, kimlerin zihninden çıktın sen ey tarih!

Tanrı Türk’ü asıl şimdi korusun!

Tarihin ilk yapılmış olan taş yolunda el ele gezindik, yorulduk. Bahçeden sarkan dut ağacının gölgesine oturduk elimiz yüzümüz boyana boyana iştahla yemeye başlamıştıkki, şalvarlı Yörük dikildi karşımıza. “Çok mu beğendiniz, dedi. İçeri gitti. Birbirimize bakıştık eyvah eyvah, dedik aynı şeyi düşündük. “Haydar’ı alıp mı gelecek?”.

Biri dolu bir boş iki poşet, “Üzümlerimiz de pek güzel olur, buna da duttan katıverin” dedi.

Sevgili Anadolum!

Çankırı, Mart köyünde erik ağacına sırtımızı yaslamış Mozart’ın Türk senfonisini dinliyorduk, traktörün epey ötemizde durduğunu bile farketmemiştik. Uzaktan bize uzaylı gibiymişiz gibi bakan yüzün dudaklarından kovucu dualar döküldüğünü tahmin ediyorduk.

“İn misiniz, cin misiniz?”

“Gel emmi gel ne iniz ne de cin, Tanrı misafiri bir yolcuyuz.” dememe kalmadı hızla traktöre doğru kaçtığını gördüm, yanıbaşımdaki sevdiğim fosforlu sırt çantasını kafasına geçirmişti. “Benim uslanmaz sevimli serserim”

Yemin billah zor ikna ettim, bizi evine davet etti. Pirinç pilavı, tavuk, kuru soğan, turşu, pekmez, ayran. Daha yok muydu? Bu ne cömertlik, özveri ve cömertlik en büyük erdem der, evrensel ilkeler. Alamanya’dan emekliymiş, teyzem ölünce bir başına kalmış, çoluk çocuk pek uğramazmış. Döndüm yoldaşıma baktım.

“Geliyor dedim, HAZAN...”

Az sonra kapı çaldı, “Dayı, dedi. Cinler senin evde mi?” İçeriye orta yaşlı biri girdi, ürkerek lafa girdi bizi görünce. “Siz miydiniz, dedi. Akşam göletin başında düğün yapan. Ben, suyun öte yanından geçerken sizi gördüm uzaktan, birileri acayip türkümü ne söylüyordu sizde oynuyordunuz. Siz bana el edincek ben de kaçtım.”

“Biz de seni gördük, dedim. Gel de bir iki laf edelim istedik.”

“Yav gardaşım beni ne kadar korkuttunuz, sabaha kadar uyuyamadım.”

“Yok dedi, yoldaşım. Biz bedensiz varlıklardan korkmanıza gerek yok, az sonra suyun yanındaki akrabalarımızın yanına gideceğiz, düğün sonrası ziyaret adetimizdir, bak emmim de bize en sevdiğimiz yemek pirinç pilavı yaptı, tavuk kemiğine bayılırız, bir de kuru soğan kabuğu, az da tezek olaydı iyiydi.” Jorge Livraga’dan yalanlar... yemin billah inandılar. Ne çok meraklılarmış doğaüstü fenomenlere inanmalara…

Sandalyelerin ayakları birbirine dolaştı, odayı dualar ve yalvarmalar kapladı. Yine yapmıştı yapacağını benim eşsiz serserim. Arkamızda köy odası söylencelerine ve torunlarına anlatacakları epeyce masallar bırakarak yola düştük.

“Ah! Saf Anadolum.”

Kırıkkale Keskin’in kestirmesinden Kesikköprü barajına inecektik, yolda nohut tarlasına daldık, yanımızda duran traktöre aldırış etmeden. Hani bir fıkra var ya o misal. Bahçenin bir yanından öküz girmiş bostana diğer yanındansa bir hoca. Çocuk bağırmış, baba bostana öküz girdi. Adam don gömlek dışarı fırlamış. Lan oğlum demiş öküzü boş ver hocayı kovala. Yani bu misal…

“Maşallah, maşallah babanızın malı gibi yiyin?” dedi gür sesli amcam.

“Yok, dedik fütursuzca babamızın değil Hasan emmimizin malını yiyok.”

“Deyin bakalım o zaman siz bana, ne zamandan beri akrabayız.”

Aynı anda söyledik “ Orta Asya’dan beri”... helalleştik yine yola düştük.

Ankara soğuk, Ankara tipi... SSK hastanesinin önünde titriyor ince ceketle üşümüş biri.

Hani, anlatmıştım da sana kızıp köpürmüştün, “Niye vermedin üstündekini Anadolu’ya?...”

Ne olur keşke söylemeseydin bunu.

“Kış gelmiş duygularıma.”

Rahmetli babam son üç yılını yatalak geçirdi, yanıda olmam onunla laflamam çok hoşuna gidiyordu. Yorulduğumda ayaklarımı uzatır sallanır, dinlerim diye sallanan bir tahta sandalye almıştım. Yattığı yerden babamın gözleri parladı “ Bana mı aldın, dedi? Bir sandalyeye baktım, bir ona “ evet dedim sana aldım iyileşince buna oturur sallanırsın. Gece ne zaman odasına girsem gözü hep ona bakıyordu, öldüğünde de gözü oradaydı. Bir kapalı açık kalmıştı...

“Selam yolladım sevdiğime, ilettiğini söyledi...”

Daracık balkonumun bir köşesine iliştirdiğim sallanan sandalyemde hep yola bakıyorum, el ele tutuşmuş bir çift serserinin yolunu gözlüyorum.

19 Temmuz 2024 8-9 dakika 22 öyküsü var.
Beğenenler (5)
Yorumlar