Sibel'in Almanya'sı
"Almanya'sınında....Böyle evliliğinde....Böyle yaşamında...." diye söylene söylene seçtiği sebzeleri alışveriş sepetine doldurdu genç kadın. Soğan, domates, patates, pırasa almak için dil bilmek gerekmiyordu. Sebzeler açıkta duruyor, herkes alacağı kadarını naylon torbalara koyup kasaya getiriyordu. Kasada da dil sorunu yoktu, çünkü görevli otomatik okumaya tuttuğunu bir tarafa koyuyor, ne kadar ödemesi gerektiği de ekranda görünüyordu.. Bunları öğretmişlerdi Sibel'e. Evden markete ve günde iki saat çalıştığı temizlik işlerine nasıl gidip geleceğini de bir kağıda yazıp eline tutuşturmuşlardı..Şimdi yedi aylık hamileydi ve halen sabah ve akşam ikişer saatten dört saat temizlik yapıyor, bunun karşılığı olarak kazandığı 800 euronun tek kuruşunu bile görmüyordu. Ne de olsa aile kasası kayınbabası ve kaynanası idi..
Güzel kızdı Sibel. Liseden sonra çok istediği halde babası okutmamış, almanyadaki amcasıoğlunun ısrarlı istemeleri karşısında pes etmiş, fikrini bile sormadan "verdim gitti be emmoğlu, iyi çocuktur Sinan yeğenim, mutlu olurlar inşallah" demişti. Ve babalar arasında alınıp satılmıştı böylece Sibel'in geleceği.. Aslında Almanya fikri pek de kötü değildi hani.. İzine geldiklerinde ikinci göbekten kuzeni Sinan ile görüşüp konuşuyor, Türk gençlerine benzemeyen giyim kuşamı ve rahat tavırları ilgisini çekiyor, anne babasının ve kendisinin oradaki yaşamları konusunda iyi kötü bir fikir veriyordu. Hatta bir keresinde Sinan kent gezisine de çıkarmıştı onu son model arabası ile. Bu nedenle pek itiraz da etmedi babasının kararına. Üç aya kadar geliyorlardı yine. Önce söz kesilecek, iki hafta sonra da düğün yapılacaktı.. "Nikahı konsoloslukta yaparız" demişti Sinan'ın babası..
Kararlaştırıldığı gibi de oldu. O yıl yaz tatiline geldiklerinde önce bir iki takım elbise alındı Sibel'e söz için, sonra da görkemli bir düğün yapıldı. Takılar takıldı, yepyeni araba gelin arabası olarak süslendi ve Almanya'ya dönüş gününe kadar kalmaları için orta halli bir otel bile ayarlandı Sinan ile Sibel'e. Ve nihayet aile ile birlikte arabayla Almanya'ya kadar geldi Sibel.. Yol boyu gözünü kırpmamış, Bulgaristan'dan başlayarak kendisi için çok yabancı olan bu coğrafyayı izleyerek Münih'e kadar gelmişti.
İlk şoku daha eve girdiklerinde yaşadı Sibel. Üç odalı bir evde yaşıyordu aile. Odanın biri büyük kaynı ile eltisine aitti. Birinde kaynana kayınbaba yatıyordu, birinde de kendisi kalacaktı kocası ile. Evin en küçügü Seher ise salondaki kanepelerden birinde uyuyacaktı. Eşyalar eski, ev badanasız ve tuhaf bir koku içindeydi. Sibel kendi odalarındaki eşyalara da dikkat etti haliyle. Hiçbirinde yeni bir görünüm yoktu, ne elbise dolabı, ne yatak ne de başka birşey yeniydi, hepsi derme çatma ve birbirine uymayan eski püskü şeylerdi.."Allahım, ben nereye geldim" diye düşünmekten kendini alamadı.. İkinci şok akşam yemeğinde yaşandı.. "Düğün borçları ödenecek kızım" denilerek takıları alındı elinden. Hiçbirşeye değil de anneannesinin iki kuruşluk dul maaşından arttırarak alıp taktığı küpelere yandı Sibel.. Oysa ne ümitlerle gelmişti buraya.. Ne sözler verilmişti kendisine.. Dil öğrenecek ve meslek yapacaktı, sonra da çalışacaktı bir iş bulup. Sinan bir telefoncuda çalışıyordu. Büyük kaynı ve eltisi bir döner-tavuk dükkanı işletiyor ve akşamları eve koku içinde geliyorlardı. Yattıkları oda bile kokuyordu neredeyse. Kayınbaba henüz emekli olmamıştı, kaynana da bir hastanede temizlik işi yapıyor, sabahları kendi işine gitmeden önce de iki saat bir okulun tuvaletlerini temizliyordu. Sinan ise işten çıkınca eve geliyor, akşamları temizlediği binaya gidiyor sonra saat ona doğru işi bitince yeniden evine geliyordu.
İlk günler çevreyi öğrenmekle geçti. Market, dünden kalan ekmekleri ucuz fiyata satan ekmekçi eve yakındı. Birkaç kez küçük Seher'le gidip gelince öğrenmişti Sibel yolu. Hatta alışverişin nasıl yapılacağını da.. "Dil ne'ne gerek, okuyupta mütercim mi olacan" deyip hükmü vermişti kaynanası. İki hafta sonra sabahları kaynanası ile, akşamları da kocası ile çalışmaya başladı Sibel. Pasaportunu elinden almışlar, bir iki kağıda imza attırmışlar ne olduğunu sorunca da "çalışma izni için" diyerek geçiştirmişlerdi.. Oysa bunun, emeğinin karşılığı olarak alacağı paranın kayınbabasının hesabına gitmesine yetki veren bir banka formu olduğunu anlamıştı sonradan.
Bezgin ve yorğun adımlarla çıktı marketten, tuz ve şekeri bulamamıştı. Sebzeler açıkta olduğu için sorun olmamıştı almak.. Ama tuz ve şeker ambalajda satıldığı için bulamıyordu bir türlü. "Dilsiz insan hayvana benzer burda" diye düşünmekten alamadı kendini. Bezmişti, bıkmıştı, bir yılda. Bin pişmandı evlendiğine de, geldiğine de.. Adını bile unutmuştu Sibel.. Hoş, bir adı bile yoktu. "Gelin" aşağı, "gelin" yukarı.. Küçük Seher bile "gelin yenge" diyordu. Bir yıl olmuştu ve halen "gelin"likten kurtulamamıştı. Evin bütün işi onun üstüneydi. Kaynı ve eltisinin tavuk-döner kokulu odasını bile o temizliyordu. Bulaşık, çamaşır, ütü, temizlik, alışveriş, günde dört saat iş...Yetmezmiş gibi sofrada bile "Gelin su doldur, gelin tuzu uzat, gelin ekmek ver" direktifleri canından bezdiriyordu. Bir iki kez anne-babası ile telefonda konuşup şikayetçi olmayı denemiş "seni gelinlikle verdik, kefenle alırız" tepkisi ile karşılaşmıştı..Alışveriş torbaları elinde eve doğru yürürken fenalaştı birden, ve düştü Sibel. Gören bir genç kız koştu hemen ve Türkçe konuşmaya başladı, nasılsa anlamıştı Sibel'in Türk olduğunu. Hemen bir cankurtaran çağırdı genç kız. Sibel'i alıp götürdüler apar topar. Hamileliğin son aylarıydı. Gecenin bir vakti haberi olmuştu ailesinin. Sibel ev telefon ve adresini vermiş, kendisi ile birlikte hastaneye kadar gelen o Türk kızının yardımı ile ailesine haber verilebilmişti.. Kocası ve kaynı geldiğinde Sibel'i bir odada yatar buldular, erken doğum yapmış ve bebek kuvöze alınmıştı. Yapacak birşey yoktu, geri döndüler.. İki gün sonra düştüğünde yardımına koşan o Türk kızı ziyaretine geldi Sibel'in.. Böylelikle tanıdı Ayla'yı Sibel.
Ayla da kendisi gibi yeni evli, ancak eğitimini tamamlamış ve bir avukatlık bürosunda şef sekreter olarak çalışıyordu. Dört yıllık özel bir eğitim almıştı bunun için. Ayla büyük bir yakınlık göstermişti Sibel'e. Sanki içinde bulunduğu girdabı anlamış ve her türlü yardıma hazır bir tavır içindeydi. Doktorlarla ve hemşilerle konuşup Sibel' e döndü.. Birkaç euro harçlık verip yine geleceğini, merak etmemesini daha bir iki hafta burada kalacağını söyledi sadece.. Kocası da her gün geliyor, on dakika yanında oturup gidiyordu..
Hastaneye yattığının üçüncü haftasında bebegi kuvözden çıkarıp kucağına verdiler Sibel'in. Sütü kesilmemişti bu süre içinde. Çünkü hemşireler günde iki kez bir alet takıp sağıyorlardı sütünü kesilmeye karşı.. Ayla' da üç günde bir uğruyor ve ihtiyaçlarını sorup, giderip merak etmemesini söyleyip gidiyordu. Birgün elinde bir bavulla geldi Ayla. "Bütün işlem tamam, hiçbir şey sorma ve hemen hazırlan, gidiyoruz" dedi Ayla..Bir taksiye binip epey yol aldıktan sonra kentin içinde yeşillikler içinde kaybolmuş büyük bir binaya yine büyük bir kapıdan girdiler. Alyla'nın aksiye para ödemediği dikkatinden kaçmadı Sibel'in. Bebeği Sibel, bavulu Ayla almıştı. Kendilerini karşılayan bir görevli eşliginde asansöre binip üçüncü kata çıktılar. Orada büyük ve iki odalı bir daireye yerleşti Sibel bebeği ile birlikte. Buranın bir "Kadın Sığınma Evi" olduğunu nice sonra öğrendi.
Bebeğini büyütmesi için maaş bile bağlamıştı devlet Sibel'e. İki ay sonra yine Ayla'nın önderliğinde eşini ve kayınbabasını mahkemeye vererek yanlarında kalıp çalıştığı süre içinde kazandığı paraları aldı Sibel. Yetmedi, o süreyi kocası ve kayınbabasının sigorta süresinden düşürerek kendi üzerine geçirdi. Ayla bir avukat kadar biliyordu Alman kanunlarını.
Şimdi yeni bir dünyası vardı Sibel'in... İkinci kez "MERHABA ALMANYA" diyordu." Yaşasın iyi insanlar" diye mırıldandı elindeki kitaba dalarken..
Birkaç aylık kurstan sonra Almanca'yı da söktü iyi kötü. Sıra gelmişti iş bulmaya. Önce geçimini daha rahat temin etmesi için dört saatlik bir iş buldu Ayla ona. Bir bakımevinin sakinlerine yemek ve kahve servisi yapıyor, onlarla arkadaşlık ediyordu. Birkaç ay çalıştıktan sonra dilinin mükemmel bir şekilde geliştiğini şaşırarak farketti. Yaşlı almanlarla sohbet açmıştı dilini Sibel'in. Artık kendi kendine yeter hale gelmişti Almanya'da..Ve yeni ufuklara bakıyordu artık.
Yıllar sonra ilk kez Türkiye'ye izine gittiğinde babasının adını verdiği oğlu büyümüş, okula başlamıştı. Kendisi de kendine ait bir parfümeri dükkanı olan bir iş kadınıydı..
KIRK METRE KARELİK ALMANYA filmine bakmıştım yıllar önce yeniden yaşadım şu an. O kadar çok var ki ne umutlarla gelen ve sonra inanılmaz hayal kırıklığına uğrayan ithal gelin ve ithal damat
Daha bu hikayeye benzer niceleri.
İyi ki hikayenin sonu iyi bitti Mehmet bey, ama herkesin karşısına böyle Aylalar çıkmıyor malesef :((
En iyisi insanın kendisi Ayla olacak değil mi?
Tebrikler, yaşanmış bir hikayeyi kaleme aldığınız için 👍
👑 bildiğimiz acı gerçeklerden bir örnek çok güzel düşmüş kaleminizden satırlara... soluksuz okudum yürekten kutlarım 👍👍👍
Bir Ayla birçok Sibel'in hayatını değiştirir. Gerçek hayattan alınmış çok güzel anlatılmış bir hikayeydi. Zevkle okudum tebrik ederim.