Sırlar Şatosu

Sırlar Şatosu

Gökyüzüne asılmış bir şatoda yaşıyordum herkesten uzakta. Göğün yıldız sakinleri hızlı geçişler yapıyorlardı penceremin önünden. Bir sürü anı, bir sürü fotoğraf, sayısız alın yazısını oradan oraya taşıyorlardı bir arşivci gibi. Sıkıldığımda penceremin kenarına oturup yıldızların bu ani geçişlerini izlerdim. Bu kadar hız bana göre değildi sanki. Göğün mesaisinde ben, hiç hükmündeydim. Ciğerlerimden hırıltılı sesler duyuyordum. Yüreğimin sevda hallerinden en koyu halimle penceremin önünde oturmuş yıldızları seyrediyordum. Sanki şatom gibi düşüncelerim, hayallerim de göğe asılı kalmış gibiydiler. Göğün koridorlarında ağır ağır oksijen soluduktan sonra akşamın alacakaranlığında, yüreğimden uzattığım iple yere iniyordum. Yerlere inmek yazıldığı ya da söylendiği kadar süfli bir durum değildi aslında. İnsanın ayaklarının yerlere basması haliydi. Olgunluk vardı yere inmekte. Acıların ağırlığı sevinçlere galebe çaldığında yeryüzü yürüyüşleri başlardı yüreğimde. Çam ormanının sonunda sırlar şatoma çıkmadan az önceki o son durakta, ahşap bir posta kutusunu kontrol ederdim her gün hiç usanmadan. Göklerden bir haber beklemiyordum hayır. Zaten sırlar şatomla göğün en merkezi yerinde asılmış, günlerimi geçiriyordum. Bu şey gibiydi biraz, kayak merkezlerindeki teleferikle geniş bir alanda dolaşmak gibiydi ve farklı bir özgürlük deneyimi vardı bu seyahatlerimde.

Hakikat bir ayna olsaydı birçok insan göğe tutup, oradaki sırları öğrenmek isteyecekti belki. Bense yüreğimdeki ipi yerlere salmış, yeryüzünün sokaklarını dolaşıyordum karanlıkta. İnsan yüzlerini arıyordum; hangi yüz daha tanıdık, hangi yüzler eksik, hangileri vefa, sevgi, ilgi, bilgi taşıyor anlamaya çalışıyordum. Şatoma döndüğümde ise yapmaktan en çok hoşlandığım şey, yeni güne yeni bir şeyler demlemekti; çay gibi, sımsıcak bakan insan yüzleri gibi ya da tebessüm gibi. İçimde çok daha mutluydum, huzurluydum ama içim dışımla, dışımda saydıklarımla, dışında kaldıklarımla bu ritmi sürdürmekte zorlanıyordu. Göğe asılmış fenerler bir anda maskelere dönüşüyordu böyle anlarda. Yıldızları tanımakta zorlanıyordum. Gökyüzü şenliğimdeki küçük sinekler ya da göğün tabağından çıkan incecik bir kıl gibi içimi kabartan anlar yaşıyordum yalan değil. Bir tek sırlar şatomun içindeyken zaman takvimi kullanmıyordum. İçimde yeşertip bereketlendirdiğim filizler ve kırıntılar adına göğün sahibine minnet duyuyordum. Çünkü biliyordum ki her şey küçücük bir filizle başlar, başladı nitekim.

İçimdeki sırları bir harmoni içinde demliğe koyup çayımı demlediğimde gün doğmak üzereydi. Bir dilim limonla çayımı daha da tatlandırdım. Şimdi her şey demindeyken kendi şatomda yaşıyor olmanın, kendimle var olabilmenin o derinlikli dik duruşunu, bir çay kaşığı şekerle taçlandırmak, hislerimi ayrıştırma evresinde ruhuma çok iyi gelecekti. Gündüz şatoyu sırlamak istiyordum. Sırlarımla sırlanmak. Çünkü herkesin zihin ve yürek sandığında kilitlerini yalnızca kendisinin açıp kilitlediği sırları vardı, olacaktı da sonsuza kadar. Madem ki insan topraktandı, yüreğine yakışan da bir güzel sırlanmaktır diye düşündüm çayımı yudumlarken. Her gün kendisini biraz daha güncellemenin adıydı sırlanmak.

Gökyüzünde asılı yaşamanın artıları ve eksileri çoktu pek tabi. Uyuyacağım zaman yıldızları söndürüyor kimin kim olduğunu sorgulamayı bırakıyor, kendimle baş başa sessiz sohbetler yapıyordum çığlık çığlığa. Rüzgarlara tembihliyordum iç sesimi uzaklara taşımamasını. Başka bir gün de göğün koridorlarından topladığım iç seslerini ceplerime doldurup bir radyo frekansına çeviriyordum insan titreşimlerini. Kendi sesimi de eklediğimde ortak bir cızırtı yayılıyordu evrene. Yürek cızırtısı adını vermiştim bu ortak cızırtıya. Ancak bu cızırtıda birleşenler birbirinin yüreğini görebileceklerdi çünkü. Ve birbirlerini hesapsız seveceklerdi.

Şatoma çıkmadan az önceki o son durakta isimsiz bir mektup bulmuştum posta kutumda. Sen sev diyordu sadece. Sev; insanları, hayvanları, bütün canlıları, bir bütünlük içinde. Sev ki çokluk gitsin, birlik gelsin. Bu akşam göğü ters çevirdim. Tabağımda umut vardı . Açlıktan umutlarını yiyen insanlardan olmayacaktım. Söz verdim kendime, göğümü tepe taklak eden her şeyi yeryüzünde yeşertecektim. Sırlar şatosunun filiz filiz büyüyen gül bahçeleri de olmalıydı elbette. Yıldızlar şarkı söylediğinde oturup dinleyebileceği bir de radyosu. İnsan radyosunun anteni kalemdendi belki de. Dinleyip, yazdıkça dünya sevip sevdiriyordu kendisini. Daha iyi çekiyordu insanlık frekansı...

13 Mart 2025 4-5 dakika 78 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar (6)
  • 17 gün önce

    "Açlıktan umutlarını yiyen insanlardan olmayacaktım" İlhama ait sırlar da var bu şatoda ama sırların birgün ortaya çıkmak gibi de bir huyu var. Yine güzel bir makale tebrikler Şule Hanım

  • 17 gün önce

    okurken çocukluğum aklıma geldi,çocukluk hayallerim,güzeldi yüreğinize sağlık.

  • 10 gün önce

    Tebrikler müthişti