Sırra Kadem Ömre Neşter
Geldi, adamın tam karşısına oturdu öfkeyle.
Abartılı makyajı (hiç yapmazdı oysa), ağzında bağımsızlığını ilan etmiş kocaman pembe sakızı (çılgınca çiğniyor), son derece zıt bir renge (belli ki sıkı bir depresyondaydı) boyattığı kırmızı saçlarıyla gözlerini dikti adama.
Adam, anlam veremediği kargaşa denizinin içinde kayboldu bir an. Ne söyleyeceğini bilemedi. Kaldı ki henüz bir konuşma cümlesi de tüketmemişti kadın. Donuk ve aptal bir bakışla sabitlenen adamın duruşunu, huysuz ve hoyrat devinimlerle kıpraşan kadının sert sesi yıkmaya yetti.
İrkildi adam, gürledi kadın.
--Dün beni nasıl ekersin? Aptal gibi çay bahçesinde bekleyişimin senin için hiç mi önemi yok? Beni aramaya tenezzül dahi etmedin ve üstelik telefonun da kapalıydı. Konuş, susma!
Adamla birlikte her şey sustu bir anda.
Pikapta dönen plak, kahvesini höpürdeten pos bıyıklı bir ihtiyar, yere düşen ve kabartmalı süslü karonun üzerinde tuzla buz olan bir soda şişesinin ürkünç sesi, dedikodunun dibine vurup şen kahkahalar atan genç bir kadının hunharca çığlıkları, kasadaki kızın şaşkın bakışlarının arka fonunda duran bir natürmort tablonun içindeki yan yatmış yeşil bir şişe, kahvesini höpürdeten pos bıyıklı bir ihtiyarın karşısında oturan şapkalı zarif kadının kucağında garsona hırlayan bir chihuahua (şivava).
Her şey ama her şey sustu.
Nice sonra adam hınçla ayağa kalktı. “peh” der gibi ağzını yamultarak, elinin tersiyle saçma bir hareket yapıp boşluğa, sert adımlarla çıktı kafeden.
Kadın bakakaldı.
Kadın susakaldı.
Kadın donakaldı.
Kadın kaldı.
Adam gitti.
0—0---0
Adam oturdu paltosunu çekip bir banka yorgunca.
Gökyüzüne bir kuş sürüsü havalandı. Kanat çırpışları gök boşluğuna çarpıp, adamın kırlaşan şakaklarını titretti.
Martıların senfonisi, zaten bir hayli açık yakalı gömleğinden kalbine doğru sorti yapmaktaydı ve oturduğu banktan artık kalkıp eve gitmesi gerektiğini düşünüyordu. Ev neresiydi, ev neydi?
Üşümüştü ve serseri bir yağmur, bağrını delercesine soğuk damlalar döküyordu.
On üç yıldır hiçbir haber alamıyordu kadından.
On üç yıldır kendinden de haber alamıyordu adam.
Tüketmediği şehir, adımlamadığı sokak, bakmadığı otel, bar, pavyon, kulüp, genelev, köprü altı kalmamıştı.
Karakollar, hastaneler, mezarlıklar…
Onu ararken kavgalara da karıştı. Sağlam bir bıçak yedi böğrüne bir keresinde. İki ay hastanede yattı. Ölüyordu az daha.
İzmir’in pavyonlarında onu ararken bir gün, artist bir kapı görevlisi ile kapıştı. Sağlam dövdü herifi. Kendinin de boş olmadığını o zaman anladı. Sonrasında pavyon çalışanları üzerine çullandılar. Temiz dövdüler ama nezarete atılan da o oldu. Bodyguard şikayetçi olmuştu darptan. Mahkeme süreci falan derken iki ay da hapis yattı. İki sene gibi geldi ona.
Ankara Mamak’da bir ara sokakta önünü kestiler bir kış. Buz gibiydi hava, her yer buzdu. Alnından akan sıcak kan iyi mi gelmişti ne? Çok soru soruyormuş bu civarda. Kimmiş, kimin nesiymiş, niye dolanıyormuş ortalıkta karanlık karanlık. Alnından akan kanın sebebi buydu. Copa benzer bir şeyle vurdular kafasına. Cevabını bile beklemediler soruların. Uyandığında bir çöp konteynerinin içindeydi. Sekiz dikiş, umutları yitiriş miydi? Aksine daha bir hınçla aradı, durdu. Tehlikelere aldırmadan atıldı her gizemin içine. Kadını bulmalıydı adam. On üç koca zaman, on üç asır, on üç ölüm. Kadını bulmalıydı adam. Adını bulmalıydı kadın.
Sırra kadem, ömrüne neşter çeken bu kayboluş, hiç ama hiç anlamlı değildi.
0—0---0
Otobüs terminalinde indi taksiden.
Kahredici soğuk rüzgar, paçalarını yaladı yapraklarla bir. Başını gökyüzüne kaldırdı. Yağmur ha yağdı ha yağacaktı. Adam ha yağdı ha yağacaktı.
Otobüse doğru umarsızca yürüdü.
İstanbul yazıyordu camda.
Eylül 2024
Fotoğraf: Nuri Bilgi Ceylan
Muhteşemdi hocam tebrikler bitmesin istedim harikaydı yüreğinize sağlık saygılar.