Siz Hiç Rüyanızda Ölüp Hayalinize Dirildiniz mi
Taze çayın mis gibi kokusuyla, memnuniyet dolu bir '' ohh'' çıktı dudaklarının arasından. Sallanan sandalyesinde akasya ağaçlarının, çayın kokusuyla karışımını çekti ciğerlerine... Rüzgar çanı, uzaklardan gelen uğultuları, mistik coğrafyaların büyülü müziği tadında kulaklarına kadar değdirdi... Ufuk çizgisinin ötesinde var olduğunu bildiği uzaklara daldı gözleri...
Sallanan sandalyenin gıcırtısı uzun zamandır kendisinde var olduğuna inandığı klasik müzik zevkini köreltip ,değiştirmişti. Hayatında tek değişen şey bu değildi; ne çok şey eskimiş, değişmiş ve ne kadar çok yaşanmamışlık biriktirmişti. Zihninde geçmişe doğru bir pencere açılmıştı. Geriye baktığında o zamanlardan tanıdık hiç bir şey kalmamış, ailesi, arkadaşları, dostları, meslektaşlarının çoğu göçüp gitmişti. Hayatında geçmişine ortak kimse kalmamıştı. Çevresi bomboştu. İçi ise dopdolu..!
Sağlığı da iyi değildi. Elli yıllık sigara tiryakiliğinin armağanı, kuru ve inatçı bir öksürük, suikastçı örümceğin ağına yapışan sinek misali uykularına yapışmıştı. Gecenin bir yarısı ciğerlerini tokmaklayıp, sabaha kadar rahat bırakmıyordu. Sinirden fırlayan tansiyonu da cabasıydı. Her gece aynı sahne... Öksürükten uyan... Bardaktaki akşamdan stoklanmış suya uzanmaya çabala ve yerde paramparça olan bilmem kaçıncı cam bardak... Bu yüzden uzunca bir zamandır plastikten bardaklar kullanıyordu. Üstelik, doğanın hiç bir yerinde bulunmayacak kadar eğreti bir yeşil renkte...
Huzursuz ve uykusuz geçen geceleri düşününce, sinirden olacak ki; yine istemsiz bir şekilde hızlı hızlı hareket etmiş ve sandalyenin gıcırtıları ritmini artırmıştı... Çayından bir yudum daha aldı... Zayıf gören gözleriyle '' koltuk değneği '' olan gözlüklerini masaya bıraktı. Gözlüğü, üniversitenin yüksek tavanlı ahşap sınıfında, taze beyinlere verdiği dersten kalan bir bölümü üşüştürdü beynine...
Görme biliminin kurucusu Alman fizikçi Herman Van Helmholtz, algıyı bir ''bilinçsiz çıkarım ''diye adlandırmıştır. Örneğin, günlük olayları izlerken göz kürelerinizi her döndürdüğünüzde, retinalarınızda ki görüntü, fotoreseptörlerinizden inanılmaz bir hızla geçer. Video kameranızı odada gezindirirken gördüğünüz bulanıklığa benzer bir şey. Fakat gözlerinizi çevrede gezdirdiğinizde nesnelerin uzadığını veya yanlarından geçerken büküldüklerini görmeyiz. Dünya mükemmel şekilde durağan görünür; retinanızda ki görüntüler hareket etse de dünya hareket etmez. Nedeni şu. Beyninizdeki görme merkezlerine, göz hareketlerini kontrol eden motor merkezler tarafından '' ihbar '' gider. Motor alanı, ne zaman göz küresi kaslarına emir gönderecek ve hareket etmelerine neden olsa, görme merkezlerine de sinyal göndererek '' bu hareketi görmezden gel, gerçek değildir ''der... Bu da tek parça halinde görmemizi sağlar.
Bu anı memnuniyetsiz bir şekilde yüzünü buruşturdu. Yediği içtiği teori ve kuramlardan oluşan; yaşamın güzelliklerinden nasibini alamamış, hayatı hep ıskalamış, asabi, sinirli, kuruntulu bir sinir bilimci, lanet bir nöroloji profesörü...!
Oysa ki çocukluğundan ilk gençlik yıllarına kadar tek hayali; şiirlerin, öykülerin, romanlarının içinde yüzen,Türkiye'den dünyaya doğan muhteşem bir yazar, bir edebiyatçı olmaktı...! Zihninin derinliklerinden babasının o günkü üst perdeden yüksek sesle buyurgan nutuğu gürledi...
-Bir yazar, bir edebiyatçı olmak mı ? Şiir yazmak mı ? Sen bir doktorun oğlusun...! Yarın sınava girecek ve elinden gelenin en iyisini yapıp tıp fakültesine girecek ve benim gibi akademisyen bir doktor olacaksın...!! Şiirmiş ...! Romanmış...! Soyut işlerle beynini ziyan etmene izin vermeyeceğim...! Dediğimi yapacaksın o kadar...
Bu kahrolası nutuk, sanki pis bir kara sineğin kanadına yapışıp, yüzünün önünde vızıldıyormuş gibi, kovalamak istercesine ellerini yüzünün önünde hızlıca salladı... Git başımdan..! Çayından bir yudum daha alacaktı ki birden sandalyede sallanmayı durdurdu... Sahi kendi hayallerinin peşinden koşup, babasının hayaline boyun eğmeseydi ne olurdu sanki ? Şimdi bu koca evde bir başına ölümü bekliyor olmazdı herhalde. İşlerin, derslerin, hastaların yoğunluğundan bahaneler icat edip vakit ayırmadığı o kadar çok özlemi vardı ki...
Hiç evlenmemiş, hiç aşık olmamıştı. Gece yatağına uzanan çocuğunun üzerine masallardan yorganlar örtmemiş, bir kadını kendine aşık edip, ruhunu şiirlerle öpmemişti...! Deniz kenarında oturup balıkçıların telaşelerini gülümseyerek izlememiş, uzun bir tatil yapmamış, doğa ile tanışmamıştı hiç... İnsanlara olduğu gibi doğaya da tümden yabancıydı. Sağ olsunlar öğrencileri de bunu destekler gibi, bir sürü nahoş etiketler yapıştırmışlardı alnına...'' Somurtuk '' ...'' Yabani''...'' Duygusuz''..''Kaçık ''...
Ah! Bunların hepsi o günün, o sınavın suçuydu... Şair olmalıydı, edebiyat fakültesine gitmeliydi... Kalbini dinlemeliydi; beynini değil..!
O gün somurtup oturduğunda annesinin sıcak ve tatlı sesinden yayılan tesellisi ne kadar da yakın geldi bir an. Sanki aradan yıllar geçmemiş, sanki dün gibi, bugün kadar taze ve diriydi. Annesi yanına oturup...
-Canım benim, göz bebeğim. Babanın sözleri seni incitmesin sakın. Çok stresli bu günlerde. Hem biliyorsun baban çok fakir bir çocukluk geçirmiş, deden okuma yazma bilmediği için mahallenin çocukları babanı ''Cahilin oğlu kör cahil '' diyerek oyunlarına hiç almazlarmış. Bu yüzden bütün bu söyledikleri ... Hem bak sana bir sır vereceğim; çok zeki, merhametli, sorumluk duygusuna sahip, titiz, hırslı ve hayal dünyası çok geniş bir gençsin. Bu özellikler seni hem başarılı bir bilim insanı hem de harika bir yazar yapar... Bir şair... İkisi birden neden olmayasın ki..?
Ahh! Annem benim. Tek biri oldum; kaçık olarak damgalanmış bir profesör...
Çay fincanı elinde öylece kalakalmıştı. Saatler geçmiş, hava kararmış, ortalık anıları gibi geceye doğru yol almaya başlamıştı bile... Garip bir biçimde bu anılar, tüm hayatını kare kare anımsamak... Pişmanlıkla geçmiş koca ömrünü tekrar yaşamak ağır gelmişti kalbine... Üşümüştü... Üşüyordu... Çay fincanı elinden önce kucağına, sonra yere ağır çekimde düşüyordu... Sanki yıllar kadar uzun bir düşüş. Kalbine bir korku çığlık gibi çöreklendi... Tanrım..! Ölüyor muydu ne ?Evet ölüyordu işte...! Yapayalnız... Issız... Hayalleri gerçekleşemeden... Hiç kimsenin içinde gülmediği köhne bir ev gibi çöküyordu bedeni. Tüm vücudunu korku, heyecan ve ateş karışımı zangır zangır bir titreme almıştı...
Çok uzaklardan derinden gelen bir ses peydah oldu zor işiten kulaklarına. Var gücüyle net olarak duymaya ve kurtarıcının elleri gibi o sese tutunmaya çabaladı.
Anne... Annemin sesi bu..! Kurtar anne ölüyorum ben ..! Ölmek istemiyorum ..! Tek bir şiir bile yazamadım daha..!
Ses giderek daha da netleşmeye başlıyordu, ağır ses tonu yabancılıktan, aşina bir çağrıya bir ricaya dönüşüyordu...
- Ercan... Ercan... Uyan oğlum... Sınava geç kalacaksın....!!
Kalan son gücüyle, son bir hamleyle anılarından sıçrayarak, yatağında sırılsıklam terlemiş olarak uyandı
Gözlerini kısa bir anlığına ışığa alıştırdıktan sonra... Aman Allah'ım... Dirilmişti... Yok... Yok... Yaşıyor ve hala 17 yaşındaydı...! Annesinin şaşkınlıktan hafif çarpılmış yüzüne baktı bir an ve tüm dünyayı tek bir bedende kucaklıyormuş gibi sımsıkı sarıldı annesine. Taze bahar kokan annesinin omuzu üzerinden, tıp kitaplarından oluşan yığının yanında duran, üzerinde kendi el yazısıyla yazılmış şiir denemesine bakıp fısıldadı :
-Annem... Canım anneciğim... Rüyamda ölüp hayallerime dirildim ben...!
YA SİZ ?
Hayallerinize dirilmek için... Hiç... Bir rüyada öldünüz mü?
09.08.2014
tek kelimeyle "harika". muhteşem bir anlatım. tebrik ederim.