Sniper
“Poly’nin anısına…”
Yaşamın Üç Rengi
Alan temizliği yapıldı, ilaçlandı. Rüzgar, üç buçuk yönünden iki knat, ortalama dört knata kadar hamleler yapabilir. Hamle yapma aritmik. Zaman periyodu on saniye değişkenlik gösteriyor, otuz kırk saniyede bir. Güneş açısı arkadan kırk derecelik açıya inmek üzere. Atış için oldukça uygun.
Görüş mesafesi netliği yüzde yetmiş, havada uçuşan bitkisel toz kırıntıları görüş engeli çıkartabilir. Nem yüzde seksen, sıcaklık otuz beş derece, vücut ısımız otuz altı buçuk derece üzerinde seyrediyor. Terleme tepki seviyemiz şu an kabul edilebilir seviyede, atış için olumsuzluk üretecek durumda değil. Kuş geçişleri normal, orman hayvanlarının hareketlerinde şu an dikkat çekecek herhangi bir olumsuzluk yok. Herşey olması gerektiği gibi.
Atış için uygunluk oranı yüzde doksan…gerisi sende şampiyon.
Haftalardır hazırlandığı an gelmişti. Herhangi kaşıntıyı yol açmaması için ilacını içmiş, elinin terlememesi için kremlerini sürmüştü. En güvendiği markanın özel yapım eldivenlerini de giymişti. Yansıma önleyici yüz boyalarını özenle sürmüştü. İçinden ölüm duasını bile yapmıştı kurbanı için.
“Baş kaldıranlara senin yollarını öğreteyim günahkarlar geri dönsün sana” 13
“ Kurtar beni kan dökme suçundan. Ey Tanrı beni kurtaran Tanrı, dilim senin kurtarışını ilahilerle övün.” 14
Yine de kızgınsan bana
“ Tümüyle yıka beni suçumdan” 2
Çünkü ben
“ Suç içinde doğdum. “ 5
“ Bakma günahlarıma. Sil bütün suçlarımı” 9
“ Bilgelik öğret bana.” 6
“ Mezmur”dan.
Ey Tanrım! Kötülük ve iyiliğin ne olduğunu bize öğreten Tanrım. İyiliğin kötülükte yeşerdiği düşüncesini kalbimden al. Kötülük senden ayrıldı, geriye iyilik kaldı, işte ben, senden ayrılan bu kötülükle savaşıyorum. Bana yardım et, hep yanımda ol. Yine de yanına gönderdiğim kullarını bağışla…onlar günahkar.
Çünkü ben, bana öğretilenle öyle irade ettim, öyle karar verdim. Beni karar verici kılan sendin.
“ Benden”
Birazdan iki kilometreden biraz fazla uzaklıktaki yüksek güvenlik seviyesinde korunan askeri kampın zalim komutanı, korumaları ile kapıda belirecekti. Bir aya yakın yaptıkları keşifte saniye sapmaları dışında anormal bir durumla karşılaşmamışlardı.
Tüm düşüncelerinden sıyrıldı sol gözünü özel bir solüsyon sürerek bantlamıştı, sağ gözüne damlattığı nemlendirici damlanın etkisiyle göz kapağı ve çevresi geçici olarak uyuşmuştu. Göz bebeği hafifçe büyümüştü. Tetik parmağına boylu boyunca sürdüğü krem de kas gerginliği görevini son derece iyi yapıyordu. Bunu tetiğe hafifçe her dokunuşunda hissediyordu.
Kendisini, yanındaki gözlemcisinin yani hedef saptayıcısı olan yardımcısının söylediklerine de kapatmıştı artık.
Ölüm için, öldürmek için hazırdı.
Bir son, bir başlangıç, bir görev, bir yükümlülük. Ve huzur…
Tanrısal bir gereklilik…
Canlı ya da organizma terimi ne anlama gelir. İşin biyolojik yanı yazımızın ilk bölümünün konusudur. Canı olan, can sahibi olan şey moleküllerin veya olan her neyse bir araya gelmesi canlıyı oluşturur. Moleküllerin de kendinden kaynaklı, kendinden var olan bir canlılık özelliği var mıdır bilemiyoruz. Moleküllerin kendi dünyasında nasıl bir özelliği var ki hareket eden, nefes alan, beslenen bir yapıya dönüşebilmektedirler. Canlının bu durumuna son verilmesi başlangıcı gibi yine gizemdir. Hatta buna canlının kendi karar vermesi verebilmesi ayrı bir gizemdir.
Bilinmeyen her şey bizim için bilinmediği sürece bir gizemdir, bu bilememe durumu belki de gizem olan şeylerin ilk basamağıdır. Cahillerin bilmediği şeyleri kastetmiyoruz, onlar için bilmedikleri şeyler gizem değil, canlının bayağılaşmasıdır.
Hareket eden her şey acıkır, nefes alır atık oluşturur. Bunun zamanını belirleyen ise o her neyse kendi gerçekliğine göre ayarlanır. Yani bir atomun, bir molekülün enerjiye ihtiyaç duyması, misal acıkması veya diğer özellikleri göstermesi kendi ne ise ona göre oluşur. Maddenin yani özdekin bizim kabulümüz, bilgimiz dışında olan kendince bir canlılık özelliği göstermesi pek ala mümkündür. Bu bizim için şimdilik yine bir gizemdir.
Başkalarının zihinlerinde ve yaşamlarında sahip olduğu adaleti, kendinden farklı olan bizim için de uygulamaya kalkmaları veya bizim için uygun gördükleri, uygun görülen ayrı adalet oluşturmaları, gerçek olan adaletin farklılaşarak, gerçekten ayrılmasına asla etki etmez. Orada duran orijinal, olması gereken adalet ne ise o dur, kişi veya kişiler istedi diye farklılaşamaz. İnsan bilgisi ve zihni bunu değiştiremez. Değiştirdiği tek şey başka insanlar için yapay kargaşa, bunalım, butlan üretecek kendi düşünceleridir.
Orada bir yerlerde duran gerçek adalet de bizim için şimdilik bir gizemdir, misterydir.
Var olan bir şeyi anlayamama, anlayamayan şey için gizemdir. Elbette ki anlama yetisi gelişmiş insansı organizmalardan bahsediyoruz. Gerçekte ise olması gereken o şeydir.
İnsanın ilk gizem alanı, yaşamın gri alanını yani yaşamın gri rengini oluşturur. Gri alandan beyaz alana sarkmalar insanın bilgisi ölçüsünde gerçekleşir.
Öyle ya da böyle biz özelliklerini taşıdığımız için canlı olmayı kabul ettik, ettirildik. Canlı olmanın sayılamayacak çok sayıda çeşitli formları olması bile bizi farklı moleküllerin dünyasında yaşantı biçimleri, özellikleri çok fazla ilgilendirmiyor. Tıpkı insanın hayvandan ikinci renk olarak kabul edebileceğimiz gri alandaki farklılıkları gibi. Hayvanlar için metafizik alandan söz edilemez veya en azından bunu biz bilmiyoruz.
Her şeyi olduğu gibi kabul etmek, bize doğru bir yöntem gibi geliyor. Aksi halde bazı düşünceler etrafında bilinçsiz bir ruh ve bilgi hali ile döner dururuz. Olan ne ise onu kabul etmek zorundayız “kabul”ü bile hafif geliyor. Bu düşünceyi bile söylemeye insan olarak yetkili değiliz.
Ama yetkili olduğumuz çok etkili alanlarımız var sırası geldikçe bunlara değineceğiz. Korkmadan, ürkmeden, cesurca…
Yaşamın üç rengi beyaz, gri ve siyahtır. Beyaz içinde bulunduğumuz beş duyu ile algılayıp beynimizin açık bilinçle işleyebildiği, her an hissettiğimiz duyumsadığımız günlük yaşamımız. Burada bir hazır bulmuşluktan söz edemeyiz, tabi ki bireysel zihin alanından söz ediyoruz. Kaldı ki insan eliyle oluşturulan toplumsal bilinç bile öyle ya da böyle doğru ya da yanlış, bize hazır bir şeyler sunar. Bu hiç yoktan iyi bir şeydir, en azından içinde tecrübe, deneyime, gözleme dayalı bilgiler barındırır.
Oysa biz, “bilgi - yüksüz” olarak giriş yaptığımız bu alan, üstelik temel ihtiyaçların bile çoğunluk için çok zor elde edildiği, “akıl - bilgi” seviyemizin yani duyulara dayalı algımızın çok da yüksek olmadığı, dengesiz yani adaletsiz ölçülere sahip bireyler olarak varlık dünyasındaki yerimizi alırız.
Bu aslında büyük bir acımasızlıktır, haksızlıktır. Ve üstelik tüm bunlar yetmezmiş gibi birde gri alandan olduğu dayatılan sözlerin tutarsızlığında sömürüye dayalı eziliriz. Tanrı bizi bu kadar yoksun olma durumunun yanında, bir de peşimize aklımızı çelmesi için çok üst seviye “kurnaz – zeka” sembolü şeytanı takması, insanın tabi tutulduğu sınavı boş kağıt verme pozisyonuna sokar. Tanrı bize yalan söylemediğine göre yalan söyleyenler, Tanrı adına hareket ettiklerini ve kendinde bu yetkiyi gören çeşitli motifteki ruhban sınıfıdır. Bunlar sıradan bir din adamı olabildiği gibi kendinde insiyetik özellikler taşıdığını söyleyen hezeyanistler, kurnazlar, ticari ve politik yüzlü insanlar da olabilir. Bireysel bağımsızdan tutun da örgütlü hatta sistemli kompleks bir yapıda da olabilir. Bu, zenginlerin basit kurnazlığından, farkına varılamayacak nitelikte sistemli bir üç kağıtçılığa kadar gider.
Kendisini içinde bulunduğu dünyada herkes tanıyordu, daha doğrusu varlığından herkes haberdardı. “Kushim ” olarak lakap takmışlardı kendisine, ölümün muhasebesini tutardı çünkü. “Gece sisin içinden gelen ölüm” anlamına gelen yerel bir lakabı daha vardı. Bu lakabı kuzey ülkelerinde yaptığı atışlardan dolayı kendisine ders veren ustası takmıştı. Sisin içinden fırlayan hayali bir canavar gibi hedefin üzerine çullanmayı ve tek atışta yok etmeyi çok severdi. Kısa mesafeli ama etkili silahlar kullanmak onun için vazgeçilmez hobisi idi. Ölüm hobisi…
Tanrı’nın yeryüzünde kendisine en yakın iki mesleğin var olduğunu düşünürdü. Tıpkı melekler gibi. Cerrahlar ve sniperler…Biri çağıran diğeri gönderen. İnsanı dünyaya yolcu eden meleği bilmiyorum ama gönderen Azrail yani bir melek.
Beklediği an gelmişti. Onlarca askeri koruma çevreye dağılmış. Orman içi, gözetleme yapan uzun menzilli dürbünlerle birkaç kez daha dikkatlice izlenmişti. Komutan nihayet kapıda görünmüştü. Biri önde diğeri çapraz arkada bulanan iki yakın korumanın tedirgin hareketleri bir saldırı duyumu almış olduklarını güçlendiriyordu. Gerçi bunu daha önce birkaç kez yaptıkları provalarda da hissetmişti. Belki de komutan ölümcül şüphe hastasıydı, olup bitenler buna da delaletti.
Komutan, önünde bulunan geniş ama kısa yükseklikli ilk basamağı inerken, korumalarla olan açısı değişmiş, genişlemişti. Atış için daha uygun geniş alan yaratıyordu. Bu bir fırsattı. Önünde inmesi geren dört basamak daha vardı. Son basamakta ölümcül atışını yapabilirdi.
Kendisini hedefe kilitlemişti. Hedef sabitleyicinin “atış iptal atış iptal” sözünü dahi duymamıştı. Kamuflaj örtüsünün üzerine eğik duran akasya ağacının dalından küçük boz bir akrep namlunun ucundan eline doğru ilerliyordu. Anlaşılan gözcü bunu görmüş atışın iptal olduğunu fısıldıyordu.
Başını hafifçe kaldırıp sol gözünü açtı. Arpacıktan, kamufle edilmiş namlu boyu üzerinden geze doğru ilerleyen küçük boz akrebin kıskaçları boyutuna göre oldukça iriydi. Gardını düşürmeden rakibinin üzerine kendinden emin salına salına gelen sinek sıklet boksör gibi görüntüsü vardı. Yanağını tekrar kabzaya yapıştırıp sol gözünü yeniden kapatırken, dürbünün kilitlendiği noktadan sapma yapmadığına sevinmişti içinden.
“Atış iptal şampiyon atış iptal!”
“Hayır, dedi içinden. Bu fırsatı kaçıramam.” Risk yoksa başarı da yok, diye düşündü. Elinin üzerindeki açık alanın kemikli yapısı akrep sokması için uygun bir yer değildi. Akrepler yumuşak dokuyu severler diye düşündü birkaç kez kendini rahatlatmak için.
Gözünü tekrar nemlendirmek için iki kez istemli şekilde kırptı. Hedefin son adımını son basmağa atmasını bekliyordu. Biraz sonra görevi tamamlamanın büyük huzuruna kavuşacaktı. Ve Tanrı’ya buna izin verdiği için şükranlarını sunacaktı.
Nihayet beklediği an gelmişti. Tetiğe bastığı anda parmağında patlamayla birlikte tiz ve keskin bir acı hissetti. Acıya içinden verdiği irkilme tepkisiyle birlikte “sniper rifle” nin orman içinde gök gürültüsünü andıran yankılanışı her şeyi bastırmıştı.
Hedef vuruldu! Hedef vuruldu! dedi yardımcısı iki kez. Görev tamamlandı!...Gidiyoruz şampiyon.
Hedef, beş santimlik sapma ile iki kaş ortası yerine, sağ kulak kökünden vurulmuştu. Kulağın kopan parçaları korumaların yüzlerine saçılmıştı. Aynı anda çatıda hazır bekleyen sniperlar, ağır makineli tüfeklerin yaygarası eşliğinde, bulundukları bölgeye rastgele karşı ateşe başlamışlardı. Bu panik yaratma atışlarıydı…
Akrebi tetik parmağının tersi ile tetik yuvasına sıkıştırıp ezmişti. Hızla eldiveni çıkarttığında parmağının birinci boğumunun üzerinde küçük bir delikten zehir sızıyordu. Gözlemcinin uzattığı amonyaklı sargıyla parmağını bastırarak sildi.
“Hadi şampiyon çekiliyoruz.”
Tüfeğini bir kez daha hedefe yönelterek durumu anlamaya çalıştı. İçeriye güvenli alana sokulmaya çalışılan komutanın son anda beresiz başından kan fışkırdığını gördü. Ama ayaktaki sağlam duruşu, neticenin alınamadığının da göstergesiydi. Öyle sanıyordu ki sağ kulağı kökünden bir daha onarılamayacak biçimde kopmuştu ama ölümcül bir yara değildi bu.
İlk defa ıskalamıştı. Tanrı’yı düşündü o da işler yolunda gitmediği zaman hiç ıskalamış mıydı? Yoksa kendisi böyle bir ıskalamanın ürünü müydü? Bunu cevap alamadığı dualarında çoğu kez soracaktı Tanrı’ya.
Belinden çıkardığı keskin çakısı ile sol işaret parmağını derince kesti. Akan kan ile çıkardığı not kağıdına “ Söz yeniden geleceğim.” notunu yazdı. Bir mermi çekirdeğinin iki kilometre yol aldığı sürede üç renk alana sıkıştırılmış yaşam, gerçeğin neresiyle açıklanabilirdi.
Gri rengimiz ya da alanımız genel olarak metafizik olarak kabul edebileceğimiz inanç, bedensiz varlıklar, şamanik haber almalar, madde veya madde dışı etkilerle bilinçten uzaklaşarak algımızın fraktalize yolla gerçeğe koridor açma, anomali olarak kabul ettiğimiz bu yaşamdan uzaklaşarak gerçek alana ulaşma çabaları. Sanrılar, rüyalar, hayal kurmalar gibi gibi gibi… Bunlara akla yakın ve yatkın en iyi verebileceğimiz örnek şu olur.
Bir gün her insanın bedensel varlığının dağılacağını biliyoruz. Bu dağılmada beden yeniden moleküllerine dönecek, biçim ve varlık özelliğini değiştirecek. Bu durum, insanın bir başka şeye geçmesi, dönüşmesi anlamını taşır. Yani kabaca şunu demek istiyoruz bir gübreden beslenen bitkiyi tüketmek bile ne gübrenin aslını ne de bitkinin aslını yok saymayı irade edemeyiz. Yok sayamayız. İşte bu moleküler ya da her ne ad koyarsanız koyun, o şeyin değişmesi yok olması anlamına gelmez. Bu, yanan her şey karbona döner gibi basit bir kimyasal dönüşüm kuralı değildir.
Onca yıldır canlı kalmayla yani bir ömür boyu biriktirdiğimiz, depoladığımız hafızadaki anılar, bilgiler, hisler, dokunmalar vs. vs. yok mu olacak. Hafızanın moleküler dağılması yani hafızanın atomik yapısının dağılması o hafızadaki yaşanmışlıkları yok sayamaz, yok kabul edilemez. İşte bu örnek en azından minicikte olsa beyaz alanın metafiziğidir. Gri alanı kabul etmek ve bu alana geçmek için bize bir şablon üretmemizi gerekli kılar. Aksi halde her şey yok olur. Hatta hiçlikten bile söz edemeyiz, hiçliğin kendisi bile yok olur.
“Baba…”
“Efendim Poly.”
“Üniformalı amcalar geldi. Senin adını sordular bana.”
“Şimdi neredeler oradalar mı?”
“Evet baba. Adını söyledim ama inanmadılar ba...”
“Poly!...Poly!”
Siyah alanı ise ölüm ve ötesi olarak kabul edebiliriz. En gerçekçi alan, bu alandır.
Beyaz renk, organizmanın beden bulduğu etten, kemikten veya selülozdan oluşan dokunulabilir, hissedilebilir biyolojik bedenden söz ediyoruz. Bu bir hayvan ya da insanın bedeni olabildiği gibi bir bitkinin bedeni de olabilir. Hatta bizim için geçmişte gri alanda olan ama bugün, gelişmelerle birlikte beyaz alana aldığımız basit bir virüs dahi olabilir.
Bir şey değişmez…
Burada insanın dışındaki tüm canlıları bir kenara koyup, sadece yaşamın en ilginç formu olan insan için olan yaşamının üç rengi ile ilgileneceğiz.
Beyaz renk; insanın yapısal bedenine ilaveten beş duyu ile donatılmış düşünebilen, karar verebilen, uygulayan bedeninin yaşantısıyla oluşan beyaz alan, bu yaşantının ötesinde inandığı, inanma alanları ile kendince bir takım ipuçları bulduğu gri alan ve yaşamın en bilinmedik yeri gibi duran ama en gerçekçi olan ve zihnimizin kabul ettiği zaman kavramına göre, en uzun süreyi hatta süresizliği yani sonsuzluğu yaşayan siyah alanı anlatmaya da çalışacağız. Siyah gerçekçi, beyaz net olmasının yanı sıra en bulanık alan ise gri alandır, bu renk bulanık bir renktir. Beyaz alanın üzerinde egemenlik kurabilir, onu lekeleyebilir.
Bu yazının dili, doğadaki gerçek ahlakı bile edepsizlik olarak gören, kabul eden. Gerçek olmayan bilgilerle ve zamanın yükledikleri ile zihinleri kat kat olmuş, katılaşmış, kötüleşmiş inanmaların etkisinde kalan insanlara ters gelebilir. Tepkisellik oluşturabilir, bu bile onların ahlaki dağınıklılık içinde yetersizliklerini gösterir.
Umursamıyoruz!...
Ahlakı gerçek manada anlayamayan, kabul edemeyen mutlu olamaz. Bu, tüm çizmeye çalıştığımız üç alanın ortak bir yerde buluştuğu kesişme ve aynı zamanda birleşme noktasıdır. Mutluluğun temelinde, kökeninde ahlak yatar. Doğadaki ahlak bunun en temel, en somut kanıtıdır. Doğa bu yüzden sorunsuzdur, mutludur.
Biz düşüncede yanılmama adına beyazdan siyaha doğru dönüş yapmadan gideceğiz yani renkler arasında git geller yapmayacağız. Siyah ya da gri rengin beyaz rengi etkilemesine fırsat vermeyeceğiz.
Üç bin iki yüz yetmiş beş metre … söz verdiği gibi yeniden gelmişti, hem de tek başına. Bu atış en yakın rekorun dokuz yüz metre ötesinde bir atış olacaktı. Bakırı ve barutu artırılmış, sapma engelleyici çizikler atılmış özel çekirdekli tek mermiyi, uzatılmış ultra süper magnum namlulu tüfeğinin mermi yatağına yerleştirdi.
“Baba…”
“Efendim Poly”
Her sabahki gibi aynı vakitte odasından çıkan “Kulaksız Komutan”ı bekliyordu dürbünün işaret merkezinde. Yıllar öncesine göre daha yüksek tahkim edilmiş duvarın hemen üzerinden aynı basmakları seçebiliyordu. Sadece basamakların başına yerleştirilmiş kırmızı renkli tahta iskemleye anlam verememişti. Oraya neden konmuştu birazdan öğrenecekti.
İlk atışındaki yerinden yaklaşık bin yüz metre daha geriye yerleşmişti. Kangren olmaktan amonyak sayesinde kurtulduğu akrebin soktuğu parmağının etli yeri hala zaman zaman sızlıyordu. Birkaç kez boşlukta parmağını tetik çeker gibi yaparak kan dolaşımını hızlandırmaya çalıştı.
Kulaksız komutan nihayet kapıda belirmişti. Derince nefesini çekti…zaman gelmişti. Tanrı’nın kendisinden ne büyük bir sınav istediğini düşündü bir an. Aslında bu bu düşünce yaşamının odaklandığı, inanma çizgisini oluşturuyordu. Komutan basamağın başına gelmişti, kollarını yukarıya doğru dairesel hareket yaparak içine derin derin nefes alıyordu. Tam iki eli yukarıda iken öylece kalakaldı, göz bebekleri korkudan irileşmişti. Ormanın içinde uzaklara kendisine doğru bakıyordu, hissediyordu ölüm de kendisine bakıyordu.
Dürbünün tam merkez noktası iki göz ortası burun bitiminden ve kopan kulağını kapalı tutma gayretiyle sağa yatık duran beresinin orta noktasının tam ortasına kilitlenmişti.
“Baba…”
“Efendim Poly.”
“Burada da kötülük yapacak mı?”
“Hayır Poly! Onu seni üzdüğü için Tanrının huzuruna gönderiyorum. Tanrı öyle istedi.”
Beyaz alan biyolojik olarak sürdürdüğü insanın kendi yaşantısıdır, tamamen hayvani özellik gösterir. Aslında tüm kutsal metinlerde bu hayvanilikten söz eder. Hayvaniliği bir hakaret, bir aşağılama olarak algılamayın, yaşamın biçimsel bir formu olarak algılayın. İslam kültüründe bile bu vardır. İslam kaynakları, “İnsan”ın yaklaşık yüzde seksene varan bedensel hayvani özelliğinden bahseder. Hatta coğrafyaya bağlı toprak yapısı ile kan, gen yani biyolojik özeliklerin farklılığından söz eden İslam düşünürleri dahi vardır. Doğru ve sahih olan bilgilerdir bunlar.
Bu İslam karşıtlığı ile yapılmış saldırgan bir tutum değildir, tam aksine İslam düşüncesinde olanları yani Müslümanların zihnen rahatlayıp, iman ve itikatlarını sağlamlaştıran bir doğrulamadır. Ama fatalist cehalet altında bırakılan kör kaderci mümin bunu anlayamaz, algılayamaz. Çünkü o tutsaktır, tutsak edilmiştir, kendisi olmaktan uzaklaştırılmıştır. İhlası yani samimiyeti, içtenliği, bağlılığı yanlış üzerine kurulu hiçbir şey doğru iman ve itikata sahip olamaz. İnanç, başkalarının bizim için uygun gördüğü adalet kavramı gibi biçim, kavram ve bilgi değişikliğine uğratılmıştır.
Sözün zaman aşımından söz ediyoruz. Tarihselcilikde sözün zaman aşımına uğraması, yeni kutsal metinlerin gelmesi, eski olanın hükmünün ortadan kalkması kutsallık alanında kabul edilen en temel şeydir. Yeni eskiyi tedavülden kaldırır. Ki bu durum yeni gelen kutsal metinlerin kendi cümleleri arasında bile vardır. Yani yeni gelen cümle eski cümleyi sonlandırır. Buna kısaca söz eskimesi diyebiliriz. Bu söylediklerimiz doğru şeylerdir ama;
Herkes ne istiyorsa onu düşünebilir, dedik ya… umursamıyoruz.
Beyaz renk, kişinin kendisiyle birlikte gelen ve sonradan edindikleriyle bir toplumda yaşamanın etkisiyle lekelenir. Bu lekeler gittikçe çoğalır. Kişi bu lekeleri beyaz rengine yapıştıran şeylerle uğraştıkça kendini yalnız ve suçlu hisseder. Bu kişinin bilgisizliği ölüsüyle doğru orantılı olarak çoğalır.
Gerçek öyle değildir. Beyaz renk hep saf ve temiz kalır. İşlenilen suç veya günahlar yoktur, bunlardan bahsedilemez. Kendini tanıtmak isteyen Tanrı, helezonik akıl üretirken büyük bir adaletsizlik örneği sunar mı hiç? Şunu demek istiyoruz…Farklı düzeylerde akıl, farklı şartlarda beden, farklı kültürlerdeki zihin Tanrı’yı tanıma konusunda eşit olamayacağı gibi varılan hedefte aynı olmayacaktır, farklı bir hedef olacaktır.
Hem Tanrı neden böyle bir istekte bulunsun ki…Bu istek çok mantıklı gözükmüyor.
Hatta, insanlara siyah alanda yani ölüm ve ötesinde, söz dinleyen kullarına vaat edilen cennette sadece su ve yeşillik dolu mekanlarda “cinsellik, beslenmeye” dayalı bir yaşamı, hedef olarak amaç olarak kutsal ideal olarak hayalini kurdurmak hiç de Tanrısal bir vaat gibi durmuyor, üstelik erkeksilik katarak karşı cinsi yok saymak hiç de Tanrı’ya göre olmasa gerek.
Bu, kendilerine yaşamları için gerekli konforlu olarak gelebilecek bir kümes, kulübe veya barakada barındırdığımız ve lezzetleri hoşlarına gidecek yiyeceklerle beslediğimiz hayvan dostlarımızın yaşantısından farklı olmasa gerek.
İnsan, Tanrı’nın bakmayı üstlendiği hayvanları mıdır? Kutsallığın, bizim için geleceği böyle temellendirelebilir mi?
Böyle bir gerçeklik üzerine varlık inşa edilir mi? Hem de Tanrı tarafından…
Bilginin, eşyanın, mutlakın, saf bilincin, yaratılışın, oluşun, var olmanın, gerçeğin mutluluğu dururken basit hazlara dayalı vaatler ancak insanları kandırmaya yönelik olabilir. Tanrı, insanın geleceğine zar atmadığı gibi insanları kandırmaz da. Buna ihtiyacı yoktur.
Asıl suç ve günah doğadaki ahlakı reddetmeyle oluşur.
Devam edecek…