Solgun Yapraklar
Sabahın ilk ışıklarıyla dolmuştu şu aciz 4 kişilik odam. Sınav telaşının sardığı haftaların birindeyiz. Dün akşam uzun uzun şarkılar dinlemiştim. Bilirsiniz... Mayıs akşamları bir başka oluyor. Daha sonra kahvaltı falan derken çantamı alıp merkezî kütüphaneye gitmek için dışarı çıktım. Yine sıcaktı hava ve yine gülümsüyordu bana mor çiçekli kaldırımlar. Kütüphaneye vardığımda soluk almadan başladım çalışmaya. Çok tanıdık vardı. Bir de tanıdıktan öte olanlar... İki üç saat geçince çıkıp nefes almak istedim. Sol taraftaki kaldırımda bizim Melike oturuyordu. Agresif bir telefon görüşmesindeydi. Ağırdan yanına geçtim.
- Tamam abla. Kapatıyorum abla. Tamam. Tamam dedim ya abla...
Güldük. Ablası aramış ama sohbet uzun diye bi türlü kapatmıyormuş. Sınava çalışıyordu o da. Sonra başladı beni o karanlık sokaklara sürükleyen sohbetimiz:
- Nasılsın Hasan?
- İyi , dedim.
- Gülsene o zaman. Bak güneş yerinde.
Sustuk. Şu bendeki karamsarlık yeterince boğuyordu herkesi , ben dahil. Sonra sebepsiz yere " Sevgi" konusuna geldik.
- Birini unutmak neden zor geliyor bize be Hasan?
- Bilmem. Belki de biz unutmak istemiyoruz. O kır çiçekli günleri, ıslak durakları, karanlıkta dans edilen o sokakları belki de biz unutmak istemiyoruz, dedim.
- Öyle de unutmak gerekmez mi?
- Kime göre neye göre, dedim.
Sustuk yine. Öyle böyle değil yorgunduk ikimiz de. Dingin sulardaki yalnızlığa balıklama atlamıştık. Cam parçaları dökülüyordu yüzümüzden. Yer yer soğumuştu yüreklerimiz. Bozmak istedim sessizliği:
- Birini ne kadar güzel sevebilirsin Melike?
- Sevmek mi? Sevmenin kendisi güzel değil mi be Hasan... Düşünsene açmışsın yüreğini birine. Karşındakinin kör gözlerine rağmen öyle usulca seviyorsun. Hani bazen o kadar sevdim diye dalga geçen çıkar ya, heh bizimkisi öyle işte. Biz mi çok erken sevdik, zaman mı hızlı geçti bilemiyorum. Oysa bana göre zor değil birini sevmek. Güzeli de olmaz zaten. Çünkü sevmenin ta kendisi güzel...
Dedi ve daldı uzaklara. Çok uzaklara gitti sanki. Bir yerlere takılı kaldı gözleri. Bir yaprak parçası aldım yerden. Yanaklarımız gibi o da solgundu. Belki o da kaldıramamıştı yağmur altında ıslanmayı. Yeşilini kaybedene kadar beklemişti belki. Farkında değildi o da bizim gibi solduğunun. Zaten her şey çok sonradan anlaşılıyor... Solgun bir yüz bize bakarken aynada anlıyoruz yorgunluğumuzu. Oysa biz yaramaz değildik ki. Ne melike ne ben ne de yaprak tanesi. Biz sevdik sadece zamanında solacağımızdan bihaber...
- Eee Hasan ne yapıyorsun? Devam mı ediyorsun şiirlere, öykülere?
- Öyle,dedim. Güzel oluyor biliyor musun. Düşünsene seni dinleyen biri var. Aşık oldun diye eleştiren de yok unutamadığın için kızan da. Öylece döküyorsun içini beyazlara. Mesela yanıbaşında bir taş fındık içi bir de portakal suyu, yazıyorsun uzun uzun. Usanmadan sıkılmadan. Şiiri sorarsan o farklı. Öyle her istenildiğinde şiir yazılmıyor. Özlemek, sevmek ya da tükenmek gerekiyor bana biraz. Sonra yazdığın şiiri okuyorsun mesela. Birine şiir yazmışsın. Ne kadar hoş değil mi?
- Aklıma şey geldi Hasan. " Aşk bahanesidir şiirin." Sözü. Hatırlıyorsun dimi o gün bu filmi konuştuk seninle?
Başımla onayladım onu. Birazdan içeri gidecektik.
- Melike, dedim. Ağlıyor musun sen hiç?
Durdu cevap vermedi önce. Diğer tarafa çevirdi başını. Az üzülmüş gibiydi.
- Bilmem. Ağlamayan insan yok ki Hasan'ım. Dün sen , bugün ben , yarın bir başkası. Ama iyi geliyor ağlamak. İçimde biriken onca şey yaş olup düşüyor yanaklarıma. Ayıp değil ki ağlamak. Belki de dünyadaki en güzel şeylerden biridir ağlamak...
- Haklısın, dedim.
Derken Hâkim ile Sevde geldi yanımıza. Hâkim acıkmış yemeğe gidelim diyordu. Sevde gelecek yıl yapacakları gezilerden. Melike göz göze geldik. Bazen gözler yetiyordu bir şeyler anlatmaya. Ayrı yüreklerdi bizimkisi ama aynı mevsimlere denk gelmiştik. Onda yağmur yağarken ben şemsiye tuttum. Ben de kar yağarken avuçlarıma o temizledi. İki iyi dosttuk. İki ayrı kafa olabilirdik ama anlıyorduk birbirimizi. Sahi bir insanı neden bir başka insan yorar? Mesela Melike severken neden yoruldu? Neden ben çok severken hep bekledim? Cevapsız sorulardı bunlar. Belki de öyle kalmalıydılar. Ne de olsa Nazım Hikmet özetlemişti her şeyi: " sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı? Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık yahut hiç sevmeseydi Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?"
Sonra kalktık kaldırımdan. Sonra konuşuruz,dedi. Sevde ile Melike içeri girerken biz Hâkimle yemeğe gitmek için sol tarafa yöneldik. Yoldan geçerken aynadan bir silüet gördüm. Belki de yanılsamaydı. Hatırlamıyorum... Yapraklar döküldü içimde. Bir hüzün daha geçti üzerimden öylece. Solgundu bütün yapraklar. Ve yine başlamıştı yağmur. Öyle olurdu zaten her şey. Elmayı seven yıprandıkça elma olduğu gibi kalır olduğu gibi yaşardı hayatını. Sevilen hiçbir zaman anlamazdı uzakta kendisi için yitip giden birinin olduğunu. Ve yağmur kendisini seven sararmış yaprakları anlayamadan yağıyordu. Ne mutlu o yapraklara... Ne mutlu ıslananlara... Ne mutlu zamanında sevmesi bilenlere.
Hüzünlü bir yaşanmışlık belki biraz. Aşk bu, o da hayatın içinden bir parça, insan kimi zaman umduğunu bulsa da, bazı zamanda bulamıyor. O zaman işte yıllar geçse bile anılar giriyor devreye... Neden olmadı, neden yürümedi sorusu ise insan ahrete göçünceye kadar hep aklın bir köşesine gelip gidiyor... Kutlarım...