Sonsuz Döngünün Bahçesi

Kasabanın kıyısındaki yıpranmış taş duvarlar, yılların ağırlığını omuzlarında taşır gibi titrek bir gölge düşürüyordu. Surların arasına sıralanmış yabani yaseminler, kokularını esrarlı bir fısıltıya dönüştürüp gecenin karanlığına salıyor; her adımda neredeyse duyulmayan bir uğultu yükseliyordu. Bu bahçeye dair anlatılanlar, mantığın sınırlarında gezinirken sezgilerinizi kanatlandıran tuhaf bir denklem gibiydi—bir yanınız her şeyin efsaneden ibaret olduğuna inanmak isterken, diğer yanınız sanki bilinçaltınızdan yükselen eski bir hatırayı yeniden yaşamışçasına ürperiyordu.

Bahçe kapısının bitişiğinde, ahşap korkulukları dökülen terk edilmiş bir malikâne yükseliyordu. Pencerelerinin kırık camından sızan ay ışığı, koridorlarında süzülen toz zerreciklerini aydınlatıyor; duvar kağıtlarının yırtık motiflerinde solan aile portrelerinin gözleri arkanızdan izliyormuş izlenimi veriyordu. Her duvar çatlağının içinden sızan soğuk nefes, sanki zamana karşı saklı kalmış sırları fısıldıyordu.

Bir akşamüstü, Kâzım bahçeyi keşfetme arzusu ile harekete geçti. Kâzım’ın içini kemiren şey yalnızca cesaret değildi; geçmişin tozlu aynasında yitip giden zamanı yeniden bulma umudu, yüreğinde usulca büyüyen bir çağrıydı. Sessizliği delen düşünceleriyle birlikte ilerlerken, taş sütunlar üzerinde asılı gençlik ve ihtiyarlık maskeleri dikkatini çekti—bir yandan gülümserken bir yandan da sonu gelmez bir bekleyişin ağırlığını taşıyorlardı.

Kapıdan içeri adımını attığında, tavana doğru uzanan dalların bataklığa benzer izleriyle örülmüş bir gökyüzü karşısında durdu. Güneş yoktu, ama gölgeler bile ışıkla çizilmiş gibiydi. Yarı saydam güllerin taç yaprakları, kalbe baskı yapan bir ritimle atıyor; her bakışta hafızanızda yeni bir iz bırakıyordu.

Yürüdükçe, taş döşeli patika bir labirente dönüşüyordu. Yolun kenarına yerleştirilmiş mermer heykeller; gülümseyen çocuk yüzleri, kaybolmuş bilge suratlara dönüşüyor, her heykelin elinde eski bir cetvel tutuyormuş gibi; zamanı ölçmeye çalışıyor gibiydiler. Kâzım’ın içi, her bir adımda geçmişiyle çakışan bir yankıyla daralıyordu. Sanki bu heykeller, çocukluk korkularının geometrik hâlleriydi; yüzleri, hatırlamak istemediği duyguların taş kesmiş şekilleriydi. Her figür, belleğinden bir parçayı ölçüp biçiyor; onun zamanla kurduğu mesafeyi yeniden yazıyordu. Adımları, her ölçekte yeniden tanımlanıyor; ne kadar yürürse yürüsün, sanki kendi varlığının sınırlarına çarpıyordu.

Bir köşede, paslı menteşeleri yer yer gevşemiş bir dolap belirdi. Üzerindeki ayna, ona ait gibi görünen birini değil, hatıraları arasında kaybolmuş başka bir ruhu yansıtıyordu. Bu yansımada gözlerinin etrafındaki çizgiler, bir yabancının haritasını çizercesine farklılaşmıştı. Ayna, suskun bir öğretmen edasıyla sessizdi.

O an Kâzım'ın kulaklarında bir ses çınladı:

"Ne kadar ileri gidersin, o kadar kendinden uzaklaşırsın."

Bir soru sormadı. Çünkü artık biliyordu: Kendisinden kaçtıkça, o aynaya daha da yaklaşıyordu.

Daha derine indiğinde, dalları karmaşık dişlilere dönüşmüş bir ceviz ağacı belirdi. Kabuğundan sızan reçine, eski bir saat çarkının paslı ritmini anımsatıyordu. Ağacın gövdesine yaslanmış yaşlı bir kadın duruyordu. Teninin derin çizgilerinde kehanetlerin gölgesi saklıydı; gözleri ise sanki ömrün diline hükmetmişti.

"Buradan çıkış yok," dedi kadın, ama dudakları kımıldamadı. Sözleri zihnine düşen bir sezgi gibi yayıldı.

Bu sözler Kâzım’ın içinde yankılandı, zihnine yayılan titreşimler kalbinin derinlerine kadar işledi. Bir yandan korku ile karışık bir teslimiyet hissiyle sarılıyordu, diğer yandan bu sözlerin içinde, anlaşılması gereken bir sır, çözülmesi gereken bir düğüm gizliydi. Geri dönmenin artık bir seçenek olmadığını biliyordu; ama ilerlemek de yalnızca ayakla değil, ruhla mümkündü.

"Önce kendi gölgendeki sırrı çözmen gerekir."

Kadının formu, bakışlarının önünde genç bir kadına, oradan yeniden çocuksu bir surete dönüştü. Her değişim, çözülmesi gereken yeni bir bilmeceydi.

Kâzım’ın adımları artık aynı döngüyü izlemiyordu; sanki bir ressam, tuvaline bastığı her fırça darbesiyle kendi suretini yeniden kurguluyordu. Bahçede yankılanan ayak sesleri, onun iç dünyasında yankılanıyor; zihninde yolculuk eden biri hâline getiriyordu onu.

Ve sonra, bir fısıltı daha:

"Yolu tamamlayacak olan, yaptığı seçimlerin gölgesidir."

Kâzım ve gölgesi, artık ayrılmaz bir denklemde birleşirken, bahçenin gerçek sırrı perdenin gerisinde titreyen o ince çizgide saklıydı.

Bir kahkaha duyuldu—kendi sesi. Ama anlamı başkaydı artık. Bahçeden çıkan Kâzım, artık girdiği Kâzım değildi.

Bir çocuk yaklaştı. Gözlerinde zamansız bir bilgelik taşıyordu, yaşını aşan bir kavrayışla başını kaldırıp Kâzım’a baktı:

“İnsan bazen, kendini bulmak için kaybolmayı seçer.”

Sözleri, rüzgârın taşıdığı bir tohum gibi Kâzım’ın içine düştü.

Kâzım eğildi, çocuğun gözlerine baktı. Orada kendi çocukluğunu gördü. Cevabı verdi, ama sadece kendine:

“Delilik bazen unutulmuş bir hatırayı hatırlamaktır.”

Arkasını döndü, yürümeye başladı. Bahçeden çıkmıştı belki ama onun bir parçası hâline gelmişti. Her adımda anladı ki,

“Çıkış” dışarıda bir yer değil, içeride bir uyanıştı.

25 Nisan 2025 5-6 dakika 15 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar