Sultan ile Dilenci
Kimsesiz, işsiz, güçsüz, yersiz, yurtsuz, üzerine giyecek doğru düzgün bir elbisesi dahi olmayan, sürekli gezerek, yardım isteyecek birilerini arayarak yaşayan fakir genç, ormanın içinden akan derenin kıyısında yorgunluktan ve açlıktan bayılıp kalmıştı. Akşamüstü serinliğinde uyandığında dereden su içip yüzünü yıkamakta olan güzel giyimli, çok güzel bir kız gördü.Hafifçe doğrularak bu güzel kızı seyretmeye başladı. Rüzgar, kızın saçlarını ve elbisesini dalgalandırmakta ve çok hoş bir kokuyu fakir gencin burnuna taşımaktaydı. Az önce bitkin halde olan genç birden canlanmıştı, sanki kuştüyü bir yatakta yeterince uyuyarak dinlenmiş ve karnını canının çektiği yiyeceklerle doyurmuştu. Şu anda tek ihtiyacı olan şey, yaşadığı şu güzel anın hiç bitmemesiydi. Kımıldamadan ve hiç sesini çıkarmadan öylece durup kızı seyrediyor, bir taraftan da kızın kendisini görerek, korkup kaçmaması için dua ediyordu.
Kız dere başında yeterince serinleyince ayağa kalkarak arkasını döndü ve fakir genci gördü. Gencin taş gibi donup kalmasına karşın genç kız ne donup kaldı, ne korktu, nede kaçtı, merakla fakir gence yaklaştı.
"Ne oldu sana böyle?" dedi şaşkınlıkla.
"Birşey olmadı..." diyabildi ancak genç. Tam olarak ne demek istediğini anlayamamıştı güzel kızın.
Genç kız fakir gencin durumunu öğrenmek için sorularına devam etti.
"Peki bu halin ne?"
"Bu benim her zamanki halim."
"Kimin-kimsen, yerin-yurdun yok mu senin?"
"Hayır, ne annem- babam, ne kimim-kimsem, ne yerim-yurdum, ne evim-barkım var. Sürekli dolaşır yiyecek ve giyecek bir şeyler, yatacak güvenli bir yer arar dururum."
Fakir genç bunları anlatırken başı öne eğikti. Yavaş yavaş başını kaldırarak ürkek gözlerle kıza baktı.
"Peki sen kimsin?" dedi.
"Ben bu ülkenin padişahının kızıyım" dedi genç kız mahçup bir tavırla. Sesinde ve tavrında en ufak bir kendini beğenmişlik yoktu.
Fakir genç biraz daha uyandı, sıyrıldı mahmurluğundan.
"Herhalde sen benim arayıpta bulduğum en hayırlı insansın."
"Nasıl yani?" dedi padişahın kızı.
"Ben hep bana yardım edecek zengin ve merhametli birilerini ararım. Senden zenginini ve senden merhametlisini ne şimdiye kadar bulduğumu, ne de bundan sonra bulacağımı tahmin ediyorum. Onun için sen benim arayıpta bulduklarımın en hayırlısısın dedim."
"Nerden biliyorsun sana yardım edeceğimi?"
"Çünkü sen çok merhametlisin, beni görünce korkup veye iğrenip kaçmak yerine, benim yanıma gelerek halimi hatırımı sordun ve derdimi dinledin. Ayrıca sen çok zenginsin, benim tüm ihtiyaçlarımı karşılamak, senin malında gözle görünür bir azalmaya sebep olmaz. Şu dereden bir testi su alsan derenin suyu ne kadar azalır ki?"
"Benden yardım mı istiyorsun?"
"Ben yardıma muhtacım ve sen benim yardım için başvurabileceğim en uygun kimsesin, senden yardım istemezsem kimden yardım isterim, sen de bana yardım etmezsen kime yardım edeceksin?"
Padişahın kızı bir süre düşünceye daldı.
"Ama sana şu anda yardım edemem, çünkü üzerimde hiç altın yok, üzerimde de sana elbise olabilecek birşey de yok. Eğer benden bir yardım bekliyorsan benimle beraber gelmen lazım."
Bu cevap fakir gencin en çok hoşuna gidecek cevaptı. Hem yardıma kavuşacak, hemde güzel kızın yanından ayrılmamış olacaktı.
"Elbetteki seninle birlikte gelirim ve sen kovmadıkça da senin yanından ayrılmam. Senin kapın benim için en hayırlı kapıdır." diyerek memnuniyetini belli etti.
"Peki o zaman, takip et beni." dedi padişahın kızı.
Padişahın kızı önde fakir genç arkada ormanda, dere boyunca, derenin çıktığı kaynağa doğru yokuş yukarı yürümeye başladılar. Tepeyi aştıktan sonra karşı tepenin üstündeki muhteşem sarayı gördüler. Hava kararmak üzereydi.
Gencin keyfine diyecek yoktu. Genç kızın güzelliğine dalıp gitmekten ve rüzgarla gelen harika kokusundan sarhoş olmasından dolayı sık sık önünü göremeyip düşmesine rağmen bayrama ailesiyle beraber kavuşmuş bir çocuk kadar mutluydu.
Nihayet saraya vardılar. Fakir genç padişahın kızının daha yüzünü bile göremeden bir görevli tarafından alınarak uzun, taş bir koridora sürüklendi. Fakir genç olanlara oldukça fazla şaşırmasına karşın itiraz etmedi. Çünkü sultana güveniyordu, o merhametli ve cömertti, kendisini sahipsizken bulmuş ona sahip çıkmıştı, ondan ona bir kötülük gelmez ve elbet onu sahipsiz bırakmazdı.
Fakir genci götüren görevli koridorun sonundaki kocaman kilitli kapıyı belindeki kocaman anahtarla açarak onu içeri itti ve arkasından kapıyı kapattı.
Burası çok büyük bir zindandı. Büyük bir mağara gibiydi, ucu bucağı belli değildi ve içeride karınca gibi insan kaynıyordu, belki de binlerce insan vardı. Hepsi de asık suratlı, asabi, bağırıp çağıran, sağa sola saldıran tiplerdi. Üstüne üstlük bir de içerde bir sürü yaralı ve ölü de vardı. Leş gibi bir koku insanın burnunun direğini kırıyordu. Bunlar herhalde günde bir defa yukarlardan bir yerlerden atılan kuru ekmekleri ve dökülen suyu kapabilmek için yaralanmışlar ya da ölmüşlerdi. Herkes bir ağızdan konuşup halinden şikayet ediyor, kimse kimseyi dinlemiyordu.
Fakir genç sakin bir köşe bularak oraya kıvrıldı ve sultanı düşünmeye başladı. Bir süre sonra rahat bir uykunun kollarına düştü.
Uyandığında susamış ve karnı iyice acıkmıştı, ama yerinden kalkıpta bu acımasız insanların arasına karışarak bir lokma ekmek, bir yudum su için kavgaya tutuşacak değildi. sabretti ve sultanın hayaliyle kendini avuttu.
Bir müddet sonra ister istemez diğer insanların konuşmalarına kulak misafiri oldu. Anladı ki oradaki herkes bu zindana sultanın peşine takılarak düşmüştü. Kimi onun malına, kimi de güzelliğine tav olmuş ondan yarar sağlamak için ona yalvarmışlar, sonunda dilekleri kabul olunarak sultanın sarayına getirilmişler, sarayın baş köşesine kurulmayı umarken zindana düşmüşler, şimdi de isyan bayrağını açarak buradan kurtulmak için planlar yapıyorlardı. Kaçmayı başaranlar da vardı. Zindanın aşağılarında bazı dehlizler vardı. Bunların labirent gibi kollarını takip ederek kaçmak mümkündü. Hatta bir de daha kolay bir yerde pencere vardı. Ama aşağısı uçurumdu. İyice sabırsız isyankarlar burada kalmaktansa, kurtulmak için bu pencereden atlayarak ölmeyi tercih ediyorlardı.
Fakir genç ise sabrederek günlerce birşey yemeden, içmeden ve konuşmadan oturduğu yerde sultanı düşünerek ve uyuyarak yaşadı. Birgün başından aşağı yağan suyla uyandı, hemen ağzını açarak sudan faydalandı. Kana kana su içtikten sonra yanı başındaki ekmeği gödü, hemen iştahla yemeğe başladı. Ekmek çok hoşuna gitti, şükretti. Sırtüstü uzandı. Şimdi sultanın zindanın üstündeki sarayda olduğunu düşündü. Ona yakın olduğu için kendini mutlu hissetti. Sahipsiz değildi, yersiz yurtsuz değildi.
Bundan sonraki günler daha da zordu. Zindana yeni bir sürü insan geldi. Fakir gence herbiri birşeyler anlatıyordu. Kimi birşeyler soruyor, kimi kandırıldığından şikayet ediyor, kimi burdan kurtulmak için yaptığı planları anlatıyor, kimi artık dayanamayacağını, intihar edeceğini söylüyordu. Fakir genç hiç istemesede bu anlatılanları duymak zorunda kalıyor ve günlerce aç-susuz köşesinde kıvrılmış, kaderine razı olmuş bir şekilde sonunu bekliyordu. Ama isyan etmiyor, sultana kızmıyordu. İçinden, elbet bir bildiği var, bana sahip çıkıp beni buraya getiren o olduğuna göre elbette ki beni burada unutmayacaktır diyordu. Açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereydi, bayıldı.
Ayıldığında geniş yumuşacık bir yatağın içindeydi. Açık pencelerden içeri dolan tatlı rüzgar perdeleri uçuruyordu. Yatağın hemen yanı başındaki sehpada sürahiler içinde çeşit çeşit meşrubat, tabaklarda türlü türlü yiyecekler duruyordu.Sultan odadan içeri girdi, fakir gencin birşey yemediğini görünce çekindiği anladı, ona kendi elleriyle yemek yedirdi, meşrubatlardan içirdi. Öyle bir gülümseme vardı ki yüzünde, bir iyilik yapmaktan dolayı kendini beğenerek, karşısındakine acıma ve merhamet hissiyle edilen tebessüm değil, beğendiği, takdir ettiği, hayran olduğu, sevdiği, aşık olduğu insana bakan birinin duyduğu mutluluktan dolayı gülümsemesi gibi.
"Seni seviyorum." dedi sultan.
"Ben seni öyle çok seviyorum ki.." dedi fakir genç.
"Biliyorum." dedi sultan. "Zaten bunca zaman bilmek için, senin beni gerçekten sevip sevmediğini bilmek için bekledim, öyle zordu ki seni beklemek, ama senin beni sevdiğinden emin olmalıydım."