Talay
Zavallı bir yağmur damlasıyız. Bir buluttan koptuk, aşağıdaki okyanusa doğru düşüyoruz. Ancak düşerken bir şeklimiz ve damla olma vasfımız var. Aşağıdaki okyanusa ulaşınca bu özellikler kaybolacak, ona karışacağız. Ünvanlar, servet, mevki, makam, günlük basit hırslar düşmeyi engelleyebiliyor mu? Düşüyorsun! Sen de benim gibi düşmeye devam ediyorsun o okyanusa doğru. Acı değil mi?
***
Eretna Sarayı’nın içerisinde alışılmadık bir sessizlik vardı. Anadolu’nun ortasında Asya Şamanlığının, Moğol Budizminin ve İslam Sufiliğinin iç içe geçtiği bu sarayda, hatta bunların arasına ilginç rastlantılarla eski mistik Anadolu inançlarının ve Yunan dinlerinin geleneksel miraslarının karışmasıyla bir de üzerine Ermeniler ve Rumlar tarafından taşınan çileci Hristiyan öğretilerinin eklenmesiyle o dönemde başka hiçbir yerde bulunamayacak bir kültür etkileşimi ve dinsel birikim ortaya çıkmıştı. Felsefe ise bir sohbet eğlencesine dönüşecek kadar yoğun bir ilgi görüyordu. Kökenine dair gizemi bugün de çözülememiş olan Eretna ismi bile kimbilir belki de çok uzaklardan, Tuvaca’dan gelmişti ve Anadolu’nun kadim kültürlerinin dil varlığına uyarlanarak yerleşmişti çok kısa bir sürede. Moğol etkileri dilde, yaşayışta, askeri anlayışta kendisini açık olarak belli ediyordu. Kadınlar rahatça dolaşabiliyorlardı bu yüksek tavanlı yapının içerisinde ve bahçede. Dışarıdaki hengame, ortalığı kasıp kavuran savaşlar elbette sarayın içine de yansıyordu ama bu mekan sanki tüm sarsıntıları soğuruyor, sallantıları dindiriyor ve içindekilere sakin ve huzurlu bir ortam sağlıyordu. Herkes kendini güvende hissediyordu burada. Ama o gün derin bir sükunete gömülmüştü her taraf.
Kapısı hafifçe aralanmış bir odadan zar zor işitilen bir mırıltı yitip gidiyordu uzun koridorda. Yavaşça yürümekte olan bir asker bu odanın önünden geçtikten sonra kararsız birkaç adımın ardından durdu. Sonra bir adım daha attı yavaşça ama artık daha fazla ilerlemeye niyeti yoktu. Kulak kabarttı ve dinlemeye koyuldu. Bir adım daha ileriye gitse hiçbir şey işitilmeyecekti, tam duyulma sınırındaydı. Geriye de dönmedi, öylece durup kaldı olduğu yerde. Müderrisin sözleri bir fısıltıyla ulaşıyordu kendisine:
“Rivayet odur ki, Mani-i Nakkaş’tan Şah’ın taht odasını süslemesi ve en güzel minyatürlerini çizmesi istenmiştir. Söylendiğine göre bu odada, nakkaşların yeteneğini sınamaya yarayan bir “çeşmeli havuz” resmi bulunmaktaydı. O güne kadar odanın kapısında bilerek çeşitli bahanelerle Güneş ışığı altında bekletilerek susatılan nakkaşlardan hiç birisi bu suretin gerçek olduğunu anlayamamış ve akan suyun güzelliğini seyre daldıktan sonra çeşmeden su içmeye çalışmışlardır. Çeşmenin aktığını, havuzdaki suyun dalgalandığını sananlar suyun sesinin neden işitilmediğinin farkına bile varmazlarmış. Bu resmin kim tarafından ve ne zaman çizildiğini kimseler bilmez, onun sanatkarı gizlidir. Kendini açıklama gereği duymamıştır hiçbir zaman, sanatının o kadar zirvesindedir ki takdir edilmek gibi bir arzusu asla olmamıştır. Ağzı dili kurumuş bir halde içeriye alınan Mani ise gördüğü bu havuzun ve çeşmenin gerçek olmadığını susuzluğunu bile unutturacak bir hayranlıkla o anda anlamıştır. Orada bu olaya tanık olanlar, yaşadıkları ikinci ve daha büyük bir şaşkınlığı kulaktan kulağa tarihin içinde geleceğe fısıldamışlardır. Mani havuzun içerisine yedi renkli bir balık resmeder. Balığı o kadar uygun açılarla ve odaya giren ışık dengesini hesaba katarak çizer ki, görenler hareket ettiğini sanırlar. Şimdi söyle! Sır ışık ve gölgede mi, çizgiyle boyada mı yoksa hesapta mıdır?”
Asker tekrar yürümeye başladı. Konuşulanlar ilgisini çekmişti ama üzerinde çok da fazla düşünmeden birkaç adım sonra unutup gitti.
Son Selçuklu sultanının devletin yıkıldığını duyurmasının ardından bir hayli zaman geçmişti. İlhanlı Moğollarının Anadolu’ya yaptıkları akınlarla gelen komutanların etrafında toplanan vatansız askerlerle güçlenerek kurulan bu beylik kısa zamanda bulunduğu bölgede egemenliği ele geçirmişti. Şimdi ise çalkalanan bir coğrafyada gözlerini her yana doğru gezdiren bir şahin gibi Eretna Beyi bakış açısını genişletiyor ve büyük hayaller kuruyordu. Ancak büyük hayaller büyük hesaplarla desteklenmek zorundaydı. Sarayın içinde ise daha başka hesaplar vardı.
Eski Türk-Moğol geleneğine uygun olarak Bey’in karısına hatun denilmeye devam ediliyordu. Selcan Hatun hafif çekik gözleri olan, kırk yaşını geçmiş, orta boylu bir kadındı. Her ne kadar Müslüman olarak doğmuş olsa da, atalarının kendisine aktardığı Asya dinsel geleneklerinin çoğunu içtenlikle benimsiyordu. Şaşırtıcı derecede geniş görüşlü, farklı dinlere karşı hoşgörülü birisiydi. Ufkun ötesini görmeye çalışan düşünceleri bakışlarına da yansıyordu. Yanından hiç ayırmadığı baş nedimesi Eslime ise Tunus’tan gelme Berberi kanı taşıyan yirmili yaşlarının henüz başında esmer tenli bir Arap güzeliydi. O da tıpkı hanımı gibi ve ondan aldığı güvenin verdiği rahatlıkla son derece serbest davranabiliyordu sarayın içerisinde. Bedeninden sıcak bir enerji fışkırıyordu etrafına sanki. Yanına yaklaşan erkekler cazibesine kapılarak kalp atışlarının hızlandığını hissediyorlardı. O da bunun farkında olarak ayarını asla kaçırmadan umut veriyordu onlara, bunu öylesine bir ustalıkla yapıyordu ki, öyle mi değil mi anlaşılamıyordu asla, ciddi miydi yoksa oyun mu oynuyordu, oynadığı oyun masum muydu, yoksa gerçekten arzularına kendisi de bir anlık da olsa yenik mi düşüyordu asla farkına varılamıyordu. Sonuçlarını bilmeden mi atıyordu o yarım bakışı ya da yanından geçen kişiyi deliye döndürmek amacı mı güdüyordu? Öyle bir bakış gerçekten atılmış mıydı? Kolaylıkla reddedilebilirdi, o yüzden kimse emin olamıyordu. Eslimenin bir Cezayir korsan gemisinde Anadolu’ya kadar gelmiş olması belki kaderiydi. Yeteneklerinin ve Kuzey Afrikadan getirdiği mistik birikimin Selcan Hatun tarafından farkına varılması da tesadüf olabilirdi ama bu nedenle satın alınması kesinlikle bilinçli bir davranıştı. Selcan Hatun alınyazısının önüne getirdiği fırsatları değerlendirmekten asla geri kalmıyor ve hiç birini kaçırmıyordu. Öğrendiklerinden adeta başı dönüyordu.
Moğolistandan gelmiş olan Budist din adamı Konur gerçekte, yalnızca Budist Lamaizmin değil aynı zamanda Asya şamanlığının en yaygın uygulaması olan Kam geleneğinin de tüm sırlarına vakıftı. Selcan Hatun elbetteki Konur ile sürekli iletişim halindeydi. Tüm saray hatunun gizli ilimlere olan ilgisini biliyordu. Artık sıradan bir durum olarak algılanıyor ve kimsenin tuhafına gitmiyordu.
Sıcak bir yaz gecesi ışıltılı göğün altında yerlere serilmiş geniş minderlerin üzerinde otururlarken Selcan Hatun kafasını kaldırıp uzun uzun göğe baktı. Sonra kafasını indirmeden kolunu uzatarak başparmağıyla uzayı işaret ederken sakin ve ne dediğini bilen bir alim edasıyla çevresindeki genç kızlara ve kadınlara “Gördüğünüz gök orada yok aslında” dedi. Kimseden ses çıkmadı, bu cümleyi umursamayanlar oldu. Bazıları boş gözlerle baktılar ışıl ışıl yıldızlarla dolu Samanyolu’nun süslediği karanlık boşluğa. Oradaki derinliği bile kavrayabilmiş değillerdi. Zamanı ise ilişkilendirip söyleneni idrak edebilmeleri imkansız gibiydi. Bu kez Selcan Hatun aynı boş gözlerle bakışlarını çevresindeki kadınların yüzlerinde gezdirdi. Bir şey anlamadıklarının farkına varmıştı. Ancak içlerinden bir tanesi korku dolu bir yüzle; “Ne kadar uzaklar ki?” diye sordu. Hissettiği anlaşılmaz ürkünç endişe ses tonuna yansımıştı. Yarım yamalak da olsa düşünce zinciri bazı şeyleri birbirine bağlamıştı. Selcan Hatun “İlk anladığımda ben de deliriyorum sanmıştım” dedi. Diğer kadınlar ilgi çekmeyen bir gösteriyi seyreden bir topluluk gibi tepkisizce bakıyorlardı. Selcan Hatun konuşmaya devam etti; “O yıldızların her bir bu alemin içinde ancak birer mum kadar.” dedi, “Ama asıl mesele o değil. O kadar uzaklar ki, mumun ışığı bize gelene kadar mum çoktan eriyip bitmiş oluyor. Daha yakında olanlarsa, henüz bitmemiş olsalarda dibine inmiş durumda. Biz ise mumu tam haliyle görüyoruz.” Konuştuğu kadının alnından soğuk bir ter boşaldı, kalbi hızla çarpıyordu. Selcan Hatun’un işaretiyle Eslime kadına sürahiden bir bardak su verdi. Hayatında ilk kez kainatın büyüklüğünü, zamanın yaşamla ilişkisini düşünüyor ve içinden çıkamıyordu. Kendisini birden bire zavallı bir varlık olarak hissetmişti. Hayır, bu zavallı olmak değildi, onu daha önce değişik vesilelerle anlamıştı. Onu her insan anlayabilirdi. Bu başka bir şeydi. Adını koyamıyordu ama bu hiçlikti. Hiçliğe yaklaşmaktı. Selcan Hatun sanki aklından geçenleri okurcasına gözlerinin içine bakarak yanıt verdi bu sorulmamış soruya; “Gökyüzünden denize düşerek yitip giden yağmur damlasına bakarsan onun için üzülürsün. Ama içine düştüğü talayı(*) görürsen herşeyi anlarsın. Ne yaparsan yap, o damla oraya varacaktır. Onun tek bir kaderi vardır oraya düşmek. Ne zaman kavuştuğu önemli değildir. Eninde sonunda oraya varacaksa belki de zaten varmış demektir de farkında değildir kimse. Tıpkı sönmüş yıldızın ışığını ancak şimdi gördüğümüz ve ışıldadığını sanmaya devam ettiğimiz gibi. Bunları anlamamış olmak sonucu değiştirmez. Kavrayabilmek ise sadece bir lütuftur. O yüzden korkacak bir şey yok.” Kadın suyu içerken, yağmur damlasının yolculuğunu düşünüyordu, sağanak halinde boşalsa bile o damla aslında tek başınaydı. Evet sonuç da hep aynıydı. Selcan Hatun “Aklını çok zorlama” dedi gülümseyerek, “düşmenin hızını hissetmek her zaman kolay değildir.” Sonra da çalgı çalması için genç bir kıza ricada bulundu. Biraz sonra kadın rahatlamış olarak çevreye yayılan ezgiye sesli olarak eşlik etmeye başlamıştı.
* Talay: Moğolca ve Eski Türkçe okyanus manası taşır. Dal/Tal kökünden türemiştir. Dalmak fiili ile kökteştir.