Tanrı'nın Kanat Taktığı Kadınlar
Babaları annelerine şiir yazıp okurken dinleyen çocukların bakışlarında ve gönüllerinde o sevgi vakitlerinin en güzel büyülü mimikleri yapışıyor ve öylece hayat boyu kalıyor.
Şimdiki erkek şairlerin büyük çoğunluğu ve kadın şairlerin de bazıları, şiirlerini okumaya başka yerlere gidiyorlar. Şiir dinletilerine giderken de zendost beklentilerle eşlerini bırakıp da geliyorlar, çok azı eşlerini yanında götürüyor.Eşlerine değil; hayallerinde abartılı rol verdikleri, sanaldan tanıyıp bir matah sandıkarı kıytırık, zırtapoz şahsiyetlere düzme şiirler yazıyorlar ve sonunda hep hayal kırıklığına uğruyorlar.
Babalarının annelerine yazdığı sevgi ve aşk şiirlerini dinleyen kızların bakışlarında şiir okunurken annenin ve babanın bakışlarından o kızlara büyülü eksilmeyen ayrıcalıklı bir bakış anı olarak kalmaktadır.
⚫⚫⚫
Ankara'da Cumhuriyet semti Çankaya'da yaşayan işte böyle üç kadını anlatacağım sizlere.
Başkentin güneyi Cumhuriyet ilçesi Çankaya'da Cumhuriyet ile sütkardeş olan bir anne ve yetişkin iki kızı birbirine yakın evlerde üç aile olarak yaşamaktadırlar.
Hayal kırıklıklarına uğramış, zorda kalmış insanlara karşı hızırca yetişme yücelikleriyle 'şu dünyada böyle insanlar da varmış' diye hayretle söylenen sözlerin sevabı onlara eriştiğinde ikisi kız biri ana bu üç Cumhuriyet Kadını'nın masume bakışlarına batmakta olan güneşin suya yazdığı yakamoz ışıltıları ve çöl sıcağında bir vaha serinliği inmektedir.
Bu yüzden bakışlarında harflere dönüşmemiş bir güftenin bestesinde evrensel, ulvî bir senfonik müzikalin kahramanı gibidir onlar.
Belki de kendilerinin bile farkında olmadığı...
⚫⚫⚫
İki bin On Altı yılının ramazan ayında bayrama yakın günlerde, başkentin Eskişehir yol kenarı kamu kurumlarının birinde çalışma odası penceresinden görünen havuzların fıskiyelerinden bile kederlenip, yüzünü avuçlarının arasında dalıp "bayramda dokuz gün uyumak için bir uyku hapı arayan bir adam" dokunulduğunda ağlayacak gibiydi.
Yaklaşan bayramda köydeki annesine gidip, dizine biraz baş koymayı dileyen, aynı zamanda annelik de yaptığı kızına bayramda mutlu etmek isteyen, bir deniz kenarı değil, memleketindeki akan su arklarına ayaklarını sallamayı hep özleyen, köyden şehre gelmiş bir esmer çocuğun yarım yüzyıl sonraki 2016 ramazan günleriydi.
On küsur yaşında, her akşamüstü okuduğu Kur'an sayfasını kapatıp, aniden çekip giden baba, köyde genç yaşında yalnız kalan anne, dağılan kardeşler ve Tanrı'nın daima bu köyden gelen esmer çocuğu koruyan ve kayıran lütufları, başkentte muhabirlik ve yine Tanrı'nın O'nu hep iyi insanlarla karşılaştırarak bir kamu kurumuna istihdam edivermesinin dilinden düşmeyen şükreylemeleriyle geçip gitmekte olan bir hayat...
Hüsranla biten bir berbat evlilikten hatıra kalan bir kız evladıyla yaşamanın erdeminden gelen ve her değerden çıkarılmaya ve aşırılmaya çalışılan mutluluk ile üstesinden gelinmeye çalışılan bir hayat..
Sonrasında karşılıklı 'ruhdaşım' denilerek yeni bir evliliğe yönelirken, hayatını birleştirmek istediği bir yüce insanın, dünya belası kanserden eriyip bir tümsek altına çekilmesinden sonraki içe kapanmalar, yıllarca tutulan matemin üzerine yapıştırdığı toplumdan kopmuş görünen halleri... Gittiği yerlerde herkes O'nun için "bir derdi var bunun ama nedir" diye sormaya cesaret edemediği dokunsan gözleri bulutlanacak bir adam..
⚫⚫⚫
Tolstoy'un, Çehov'un, yahut bizim Kerime Nadir'in, hadi Barbara Cartland'ın da diyelim; bütün yazarların öykülerinde ve romanlarında anlattığı şahsiyetli güzel ruhlu kadınlardan olan, artısı gerçek hayatın kahramanları olan, Ankara'nın Cumhuriyet semtinde yaşayan üç ulvî Cumhuriyet kadını iki bin on altı yılının ramazan günlerinde bayram hazırlıklarını çoktan tamamladılar; her zaman hızırdılar ve hazırdılar onlar.
Onların kalplerine ve mavi arabalarına her zaman meleklerin kanat taktığından kendilerinin bile haberlerinin olup olmadığı pek bilinmiyordu ama içlerinden şair olanı araba kullanırken, sanki araba söylenen sözleri tutarak kendiliğinden gider gibi olurdu.
Eski yılların güzel ruhlu 'adam' şairleri eşlerine şiirler yazıp okurlardı. Evlatları da oradaysa babalarının annelerine yazdığı şiirleri onlar da hayranlıkla dinlerdi.
Şimdiki erkek şairlerin büyük çoğunluğu şiir okunacak yerlere bile gelirken zendost beklentilerle eşlerini bırakıp da geliyorlar. Eşlerine, kocalarına değil; hayallerinde abartılı rol verdikleri kıytırık, zırtapoz şahsiyetlere düzme şiirler yazıyorlar.
İşte babalarının annelerine yazdığı sevgi ve aşk şiirlerini dinleyen kızların bakışlarında şiir okunurken annenin ve babanın bakışlarından o kızlara büyülü, süreğen ayrıcalıklı bir bakış hatıra olarak kalmaktadır. Cumhuriyet semtinde yaşayan bu üç Cumhuriyet kadınının bakışları da böyledir. İyi gözleyen bir anlatıcı olarak abartı koymak bu gerçeği lekelerdi.
Başkentin eski zamanlarında hocalıkta, bilgelikte 'zâdelik' makamını yozlaştırmadan taşıyan ve temsil eden, aynı zamanda helâlzâdeler olarak başkentin önde gelen ailelenin torunları olarak, herkesin orada yaşamayı gıpta ettiği Çankaya'da yaşayan bu üç kadın bu yılın ramazan ayında da yaptıkları yapacakları iyilikleri gizleyerek, iftar vakitlerinde biriktirilmiş bereketlerini gönüllerin yüceliklerinde amade olarak saklamaktaydılar.
⚫⚫⚫
İş yerinde yüzünü avuçları arasına almış, havuz fıskiyelerinde bile bir keder bulan, bu bayram dokuz gün boyunca hep uyumak isteyen adam, havuzdaki suya eğilemedikleri için kenara koyduğu su kaplarının etrafında suya doyan ve ötüşleriyle teşekkür eden kuşların varlığından belli belirsiz duyduğu mutlulukla biraz avunarak masasından kalktı.
Ağaçların gölge verdiği havuz kenarında birazcık oturup kafasını dağıtacak, bayram planlaması yapacaktı. Şimdi tümsek altındaki çok sevdiği insan da yıllar önce bir haziran günü şu dünyadan gitmiş, her haziranda kendini harap eden mâtemlerden bu yıl biraz uzak durmasına başarabilmişti.
Tam çıkmak üzereyken kapısı çaldı. İş yerinin temizlik firması işçilerinden hep selamlaştığı fakat yakından tanımadığı boynu bükük biriydi gelen. Sıkıntıyla utanarak dokuz günlük bayram tatili boyunca yalnızca elli liraya ihtiyacı olduğunu söylemekteydi. Belli ki yalnızca ekmek alacaktı. Zaten asgari ücret maaşlarını da zamanında ödemiyorlardı. Hem zamanında alsalar bile ilk günden ellerinde neredeyse hiç harçlık kalmıyordu.. Demek ki kendine en yakın bulduğu kişinin yanına cesaretle çıkıp gelmişti.
Elli lira nedir ki, olmasa bile bir başkasından bulunabilecek bir miktardı. Gerçi insanlar beş lira da olsa kimselere borç vermiyorlar. 'Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir' diye söyleseler bile, engelli kızı ile birlikte evinde ölüp cesetleri kokunca ancak haberleri olabilen komşularla doluydu şu memleket.
Hep güzel ve iyiliksever konuşan fakat uygulamaya gelince, evde cesetleri kokunca komşuların haberi olabildiği bir ülke haline gelmiştik biz.
"Hay hay" denilerek, yarın uğraması söylenilen ve elli lirayı yarın alması söylenen temizlik firması çalışanı bunu duyunca ellerini kalbine götürüp teşekkür ederek sevinçle çıkıp gitti.
Dokuz günlük bayram boyunca hep uyumak isteyen adamın kederi katlandı. Biraz çıkıp odasının karşısındaki havuz başında otursa iyi gelecekti.
"Geceler yarim oldu/ Anam anam garibem/... Bayram gelmiş neyime" diyen şarkının ağıtlarını yaşayan insanlar için gökyüzüne ve her yere bakıp insanlara değil, Tanrı'ya biraz yalvarmanın sırasıydı.
Kapıyı kapatıp dışarı çıkarken bu kez cep telefonu çaldı. Kendi gibi kızıyla bir başka şehirde yaşayan çocukluk arkadaşıydı. O da kızıyla birlikte bayram nedeniyle memleketine gidecekti. Aralarında hep sağlıklı bir dayanışma olmuştu. O da ıkınıp sıkılarak yüz elli lira ihtiyacı olduğunu, bunu söylemekten büyük bir mahcubiyet duyduğunu utanarak ifade ediyordu..
Kırk yıl başında mahcup ses ile yapılan bu rica asla geri çevrilmezdi. Hem yüz elli lira nedir ki? Cebinde beş para olmayan adam yardım istenildikçe tuhaf duygularla kendini zengin hissediyordu. Bu duygunun nedenini de bir türlü bilemiyordu.
Dokuz gün boyunca uyumak isteyen adam, hayatındaki hüsranlardan kaynaklanan banka borçlarını yeni bitirmiş, hatta son kalanlar maaşından haciz ile kesilmişti. Bu yüzden ne bir banka kartı vardı ne de maaşını aldığı bankadan bir ek hesabı. Yoksa faizini bile düşünmeden hemen bankadan ya da ek maaş hesabından çeker, zorda kalan dostlarına hemen sevindirirdi. Eskiden de hep öyle yapardı. Maaşının büyük bölümünü son kişisel borçları için tükenmekteydi. Neyse ki mahalledeki marketlerle arası hep iyi olduğu için sonunda toplu ödemek koşulu ile zor günleri atlatıyor ve hiç sitem etmeden yaşayıp gidiyor, "hadi biraz daha dayan az kaldı" diyerek kimi zaman çok üzülüp saçları dökülse de yaşayıp gidiyordu. Orta düzey bir kamu yöneticisi olarak çalışanların bile maaşları son yıllarda çok gülünç kalmış, göçmenler kadar bile değer verilmez olmuşlar, aldıkları beş yüz lira ilave mesai bile kaldırılmış, bir yılda maaşları yalnızca yüz küsur lira artırılmış hale gelmişti.
Çocukluk arkadaşının ihtiyacı olan miktarı da elbet bulur buluştururdu. Fakat iş yerindeki en iyi dostu olan arkadaşı O'nu yeterince desteklemişti ve artık ondan destek isteyemezdi. Yine de bir şeyler yapabilme, bir çözüm yolu bulma gücüne sahipti.
Bayramda suların aktığı bir ark kenarı, anneye gönderilecek bayram desteği, kızına verilecek harçlık, memleketine anne yanına gitme düşünceleri silinip gitti aklından ve gönlünden...
Zaten kalbinde beş tıkalı damara üç stent takılmış, iki ana damarı da yıllar önce by-pass görmüş, uzun süre kullandığı ilaçları da ihmal eder olmuştu. Son kontrollerinde doktorlar sakın sıcak yerlere gitme diye tembih etmişlerdi. Büyük acısını mumlalayıp rafa kaldırma sonralarında ısınıp, evlenebilme olasılığı olan hanımefendiler bile "yakında ölür bu, bununla evlenilmez" deyip çeker gider gibi olmuşlar ve çekip gitmişlerdi.
İki yanı gül ağaçlarıyla bezenmiş bina arasından dalgınca havuza doğru yürürken bu kez yine aynı temizlik firmasından samimi olduğu bir işçi yakın bulduğu için "bayramlık biraz borç verir misin abi" diye derdini anlatınca, bayramda dokuz gün boyunca uyumak isteyen adam, eğer Tanrı korumasıydı oracıkta kalp krizinden gidebilirdi. Kendisinden istenen yardımlardan dolayı değil, bayram öncesi şu memleketin insanlarının içine düştüğü zor hallerin verdiği acıdan dolayı oracıkta ölebilirdi.
Kaçak göçmenler günün birinde oy deposu olarak programlandıkları için özel ilgi gösterilirken, şu ülkenin ihmal edilen vatandaşları dokuz günlük bayram tatilinde büyük sıkıntılar içindeydiler, bu hiç kimsenin umurunda değildi. Bayram gelmiş neyime diyen adam dünyayı iki elinin arasına geçirse öfkeden çatır çutur o dünyayı darmadağın edecek haldeydi.
Ne olacaktı sanki, alt tarafı toplam üç yüz lira, bir yerden bulup buluşturulup verilirdi. Hem başka şehirlerde bu adamı seven pek çok dostu vardı.
Dokuz gün uyumayı düşleyen adam, havuz başına gitmekten vazgeçip odasına döndü.
Kapıyı kilitledi. Bir çakmak çakılsa ateş alacak haldeydi.
Biriken hüznü artık kontrol edilecek halde değildi.
Birden hıçkırmaya başladı. Ağladığında duyduğu kendi sesinden nefret ediyordu.
Dilinden hakça dünya düzenini bozan insanlara karşı müstehcen olmayan küfürler dökülmeye başladı. Himayesinde çalışan arkadaşları duymasın diye her zaman dinlediği radyo TRT Nağme'yi açtı.
Yetmişli yıllarda imal edilen bir eski radyoydu. Çok sevdiği 'Kimseyi böyle perişan etme Allah'ım yeter' şarkısı vardı inadına. Şimdi bu şarkı çıksın istemiyordu ki.. O yalnızca nefret ettiği hıçkırmalarını arkadaşlarının duymaması için açmıştı radyoyu,
Rastlantıya bak diye diline yakışan bir küfür daha salladı.
Bu şarkıyı da çok severdi aslında. Fidyeciler tarafından oğlu kaçırılan bir doktor yazmıştı bu şarkının sözlerini, Alaeddin Yavaşça tarafından da ağıt yakan bir ilahi formatında bestelenmişti. Kaçırılan çocuk da kurtarılmış, sonradan o da doktor olarak Alaeddin Yavaşca'nın elini öpmüştü sonraki yıllarda.
Eski radyonun istasyonunu değiştirip bu kez bir soprano kadının pencereden ormana sitem eden haykırışlarda bulunuyor gibi gelen aryalar söylenen radyo istasyonu buldu. Sesini biraz daha açtı.
Şu anki yaşından daha küçük ölen babası için ıslıklı fırtınalarda ağıt yakan köydeki annesi, bayram sevinci bekleyen kızı, maaş günlerinden uzak bayramlarda boynu bükülen insanlar ve tümsek altındaki eski sevgilisi geldi aklına yine. Pencerenin önünde karşılıklı konulmuş misafir koltuklarının birine bıraktı kendini.
Aylardan hazirandı, tümsek altındaki ruhdaşı için bu haziranda daha metanetli olabilmiş, daha fazla dağılmamak için her yıl gidip sızlana sızlana ağladığı o gömüte bu bu yılın haziran ayında ziyaretten kendini alıkoymuştu. Durmadan yas tutan, hayatın gerçekleri karşısında cıvıtılan duygulardan nefret eden biriydi. Ölüp gitti diye olduğundan fazla değer artıran, ajite eden mantığa da sahip değildi. "Ama O bir başkaydı" ayrıcalığını da ölüm nedeniyle azaltamazdı asla. Yaşayabilseydi her geçen gün çok daha seveceğini biliyordu. her geçen gün Bol bol Yasin'in türkçesini ve anlamını sevdiği sureleri onun ruhuna doğru sinyallemesine rağmen, bu bilerek yaptığı ihmalden dolayı yine de kendini affedilmez suçlar yükleyerek sinirlerini iyice germişti. Zaten gitmek istese bile Anadolu'nun bir büyük ırmağına yakın o kasabaya gidecek manevi ve ekonomik takati yoktu bu yıl. Üstelik bayram günlerine rastladığı için mezarlıklar kalabalık olur, kasabalılar bu adam kim diye sorarlardı. Öylesi bir gerilim oluşturmak üzücü olurdu.
Bu adam her yıl haziran'da çekilmez biri olup çıkar, O'nu kimse anlamaz, anlamak istemez, üç beş gün ortadan kaybolur sonra çıkar gelir hayatına kaldığı yerde devam ederdi.
Şimdi birden o tümseğin üzerine kapanmak kana kana ağlamak istiyordu. Sığınma ve paylaşma için en mukaddes en avutucu yerin orası olduğunu düşünüyordu. Canım cicim sen bir tanesin diyen arkadaşlarının bir tanesi dışında duyarlı olan neredeyse hiç yoktu. Bu herkes için böyleydi. Herkesin üç beş tane gerçek arkadaşı olur, ötesi hep yalancı aktörlerdir.
O gömütün üstünde dokuz gün uyuyup kalmak istiyordu O.
'Gerektiğinde hıçkırmak herkese yakışır, bu kadarı yeter, bak şimdi bir duyan olur' diye kendini kontrol altına alıp, istediği verilerek ağlama gerekçesi ortadan kaldırılan bir çocuk gibi birkaç kez iç çekerek sustu. Çalıştığı oda daha önce doktor odası olarak düzenlendiği için kapı girişindeki lavaboda elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı, üzülünce çipçirkin olan yüzüne öfkeyle yadırgadı. Kendisinden giderek soğumasının nedenlerini bir türlü düşünmek istemiyordu.
Akşam Kızılay'a kadar servisle, oradan da Atatürk Bulvarı üzerinden yürüyerek Kuğulu Park'ta oturup yemlenen güvercinlere, kuğulara ve ördeklere seyre dalıp Şili Meydanından geçerek evine döndü.
Pencereyi açıp arka bahçede, hafif bir rüzgarın yapraklarını okşayarak kımıldattığı ağaçlar ile konuşur gibi yaptı bir süre. Karşı pencerelerden ağaçlara bakıp mırıldanan bu adamı bir gören olsa mutlaka kafayı yemiş bu diye tanı koyardı.
405 - Minik Çiçek Gifleri | Karışık Minik Çiçek Gifleri
Bu sırada yeniden telefonu çaldı.
⚫⚫⚫
Babasının annesine yazdığı şiirleri kız kardeşiyle dinleyen ve kendi de şair olan başkentin Cumhuriyet semtinde yaşayan;
O aileden adının anlamı gökyüzü ile bağlantılı ululuklar taşıyan;
Ayrıcalıklı semavi özellikleri olan, kendisine ve mavi arabasına her zaman meleklerin kanat taktığı, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, dindar kindar ayrımı yapmayan bir cumhuriyet hanımefendisiydi arayan. Bildiniz.
Kutsal ayda yaratılmışlığın sevapkapkarlığı ve de lütufkarlığı ile dayanışma gereği annesinin kardeşinin ve kendisinin biriktirilen bereketlerinin bayramda dokuz gün uyumak isteyen adama yönlendirmek istediklerini kararlı ve heyecanlı sözlerle söylemekteydi. Sıkıntılarını iyi gözleyen ve bilen bir hanımefendi idi.
Adamın birden dili tutulur gibi oldu. Bütün gergin bedeni prangadan, kelepçeden, ruhu da insanı dünyadan ve insanlardan nefret ettiren eziyetlerden anında kurtulur gibi oldu.
Meleklerin hızır kanatları taktığı mavi araba sanki uçarak geldi. Asgari ücretten daha fazla bereketi cömertçe bu kutsal ayda öteki insanlar için ayırmışlardı Çankaya'da yaşayan bu aile.
Babalarının annelerine aşk şiirleri ithaf edip okuduğu bir şair adamın kızı, her zaman herkesin uzun ve sağlıklı ömürler dilediği annesi, aynen kendisi gibi aynı hoş şiveyle konuşan kız kardeşi ile birlikte önceki yıl köyden gelen dört öğrencinin evini döşemişler, koltuk takımı, çamaşır ve bulaşık makinası, buzdolabı, mutfak ocağı, halılar, elektrik ve doğal gaz tesisatının bağlatılması, işte bir evde ne gerekiyorsa yaptırmışlardı. Üstelik buzdolabını tıka basa dolu bırakarak. Bu eşyalar minik dairelerine eşyalı kiraya vermek için alınmış, yardım duyurusunu duyunca da kiraya vermekten vazgeçip bütün eşyaları öğrenci evine aktarmışlardı.
O öğrencilerin annesi bir köy evinin gölgesinde gözleri buğulanarak bu aileye dualar etmişti.
Başkent Cumhuriyet semti Çankaya'da yaşayan üç uygar kadının gizlice yaptığı bu yardımlar öğrencilerin yaşadığı dört değişik köyde minnetle anılıyordu. Onlar isimlerinin yanlışlıkla söylenmesinden bile söyleyene ömür boyu küsebilirlerdi. O yüzden onların isimlerini dillendirmek büyük bir risktir.
⚫⚫⚫
Bayramda dokuz gün uyumak isteyen adam artık dokuz gün boyunca doyasıya yaşamak istemekteydi. İki kız bir annenin bu hassasiyeti zincirleme olarak yerlerini bulmuştu.
Bir köyde bekleyen ana siluetine birden tebessümler konmuştu..
Bir evladın bayram sevinci için perdesi açılıverdi. Gözleri dolup dualara yöneldi.
Ertesi günü temizlik firmasının elemanları için bunun bir borç değil Ankara Çankaya'da yaşayan cumhuriyet hanımlarının katkısı olduğu söylenince bu görevliler dualar ederekgöz yaşlarını tutamamışlardı.
Kızıyla memleketine gidecek çocukluk arkadaşı bunun bir borç değil Ankara Cumhuriyet semtinde, babasının annesine şiirler yazdığı iki kızın ve yaşayan annelerinin duyarlığı ve ramazan ayı yardımları olduğunu duyunca telefondaki ağlamsı sesindeki duaları çok güçlü ve iştendi.
Sonra:
Yine Anadolu'nun bir köşesinde oğluyla yaşayan, oğluna babalık da eden öğretmen bir annenin bundan nasiplenmesinin sevinci ve sevabı bu Çankaya yokuşlarındaki Cumhuriyet kadınlarına dek ulaşmaktadır. Herkesin duası Atatürk'ün hayal ettiği bu kadınlarımıza hızlı sinyallerle onlara ulaşarak melek kanatlarını güçlendirdiğini bilenler görmekteydi.
Yine;
Maaş günlerinden uzak bu bayram öncesinde yine bir temizlik işçisi bahçeden toplayıp getirdiği kiraz torbalarını on küsur yaşındaki kızıyla birlikte satmaya çalışmaktadır.
Küçük kız bu kirazları alırlar mı acaba kuşkusuyla bir an önce satılıp bayram harçlığına dönüşüvermesinin yalvaran bakışları içindedir.
Artık bayramda dokuz gün boyunca uyumak istemeyen adam, elindeki satın alma gücünü sağlayan kaynağı söyleyerek tam beş kilo kiraz alıp hem küçük kızı hem de annesini hem de öteki temizlik işçilerine bu kirazları dağıtarak sevindirdi. Bunu kendi değil Çankaya'da yaşayan o anne ve kızlarının ihsanı olduğunu söyledi.
Adamın dalgınca büyük bir hüzünle yürüdüğü koridorlara memnuniyet ve mutluluk egemen olmuştu bu kez.
Çankaya'dan şehrin batısına ve ortasına ve değişik şehirdeki insanlara erişen bu bereketlendirmenin duaları biriken zehirleri bir bir söküp atıyordu.
Dokuz gün boyunca uyuyup her şeyi unutmya çalışan bir adamı mutlandıran,
Kendi annesinin ve kızının yüzünde güller açtıran.
Temizlik işçilerine, kiraz satan anne ile kızını, babasıyla yola çıkan öğretmen ve kızına, oğluna babalık da eden bir anneye ve da kararınca çeşitli kişilerde mutluluk veren bu gizli yardımların güzel ruhlu insanlarına Yaratan daima sağlık ve mutluluk versin.
Onların şair babaları annelerine şiirler yazıp okurdu, onlar da dinlerlerdi.
Onlara Tanrı hep kanatlar takıyor.
"Zâde"liğin hakkını hocalık, bilgelik, insanlık nezdinde, Atatürk'ün yaşadığı semt Çankaya'da veren bu güzel aileye Yaratan daima sağlık ve mutluluk versin.
Eşine şiirler yazan babaları da sevginin nuru içinde uyusun.
Bir gün;
Çankaya yollarından, başkentin bulvarlarından hızla giden bir mavi araba görürseniz,
Kanatlarını sizler görmeseniz de Melekler görmektedirler, kanatları meleklerdendir ve Tanrı yarattığı kuluna kanat takmıştır ve de şah damarından insana daha yakın Tanrı doyasıya gülümsemektedir.
O bir yerlere yardım edebilmek için uçarak geçmektedir oradan.