Taunus 20 M
Taunus Yirmi M
Toz bulutları gittikçe daha yoğun daha acımasızca yükseliyordu. Peşimizde takılıp koşan bir devi andırıyordu. Renk değiştiren toz zerrecikleri üstümüze doğru gelirken, ağzından alev püskürten ejderhanın hayali canlanıyordu korku ve merak kaplamış zihnimizde. Genizlerimize kadar sokulmuş tozların kokusu bizi teslim almış oyunun yenik oyuncuları gibi hissetmemize yol açıyordu. Saman balyaları yüklü at arabalarının defalarca çiğneyip berkiştirdiği topraktan bozma bu yol. Bizi çok uzaklara götürecek, dış dünyaya elini uzatır gibi bizi geleceğimize buyur ediyordu. İlk defa Moria’yı orada görmüştüm, üzerimdeki tozları silkelerken bulmuştum onu. Yumuşacık sesiyle korkmamamı söylemişti.
Zihnimdeki toz dalgaları toz dalgaları ne zaman kabarsa, üstüme üstüme gelse hep Moria yardımıma koşardı. Onu sadece ben görüyordum. Gerçeklikten kopuşun ilk mesajlarını yorumlayacak çağda değildim o zamanlar.
Çocuktum ama büyüdüm…
Araladığım gidip gelen anlık bilincimin en büyüğünde, gösterişli masanın arkasında gösterişli koltuğunda oturan gösterişli yaşamın örneğini sunan sert görünmek için suratını şekilden şekle sokan adama bir kez daha baktım, ağzından çıkacak sorular benim ahiret değil ahir sorularım oluyordu. Yüksek rızkıma birkaç soru kalmıştı herhalde diye düşünürken ezilip büzülen bir insandan eser yoktu.hiç terlememiş olmam da karşıdakileri bir hayli şaşırtmıştı.
Moria sempatik ol demişti.
Sempatikliğimi kanıtlamak isteğime kendimi zorlarken aynı zamanda akıllıca karşılıklar vermeliydim. Lakin şu kahrolası genzime yapışan çamurlaşmış toz duygusunu yok etmek için yutmakta, yutkunmakta tereddüt ve zorluk yaşıyordum.
Şimdi sırası değildi…
Her insana kısmet olmazmış, yaşamın en saf anında Kaf dağının masal kahramanlarıyla buluşmak. Beş altı kilometrelik toprak yolu yetmiş model Ford marka Taunus modelle düşünebiliyor musunuz hem de yirmi m, “20 m” le gitmenin tarif edilemez çocuksu sevincini kimse yaşayamazmış.
“Nereden mi biliyorum?” Belki yirmi defa tekrarlandı tüm bunlar, beni aslında sonuma götüren yol boyunca arabanın tüm özellikleri anlatılırken Almancı amcanın anlatısıyla.
Kutsal sonsuzluğun başkenti Teb’e doğru ağır ağır taşınırken Mezmur’un ölü merasimlerini anlatan ilk metinleri okunuyordu dört bir yanımda. Ah! Teb sen kutsal bir kentsin. Kutsal nehirde yolculuğa çıkan iç organları alınmış, tütsülenmiş, mumyalanmış yarı Tanrı ölüsü gibi taşındığımı zannettim köylümüz olan Alamancının bu “yirmi m” inde. Zihnim ilk defa reankarne tükürüğünü sıçratmış, savurmuştu beynimden bedenimi yıkayan ölü yıkayıcılarının yüzlerine.
Belki de kaç kere yaşayıp öleceğimi müjdeliyordu kim bilir…ne büyük işkence.
Ebemim beni aylar öncesinde bıraktığı kız kardeşinin gelininin evinde, unuttuğum yaşamın var olduğunu daha yeni algılamaya başladığım ilk anda yaşamıştım böylesine erişelemez, olan sevinç yüklü yaşam duygularını.
“Hadi kendi köyüne gidiyorsun” dediklerinde avluya çoktan yanaşmış açık yeşil renkli Ford’u gördüğümde tüm çekmişliklerimi, tüm açlıklarımı, tüm kenara itilmiş yalnızlık kabuğunda yaşadıklarımı unutmuş öylece donup kalmış bedenimdeki çocuksu coşkuyla gıcır gıcır duran arabaya bakıyordum.
Kalın demirli kalın duvarlı pencereden saatlerce dışarıyı izleyişimdeki yalnızlığımın arkadaşı ibibik kuşu, kendisine ebabil olacağını müjdelediğinde ilk müjdesini, ilk söylediğini gerçekleştirmiş miydi şu anda? Uzak akraba olduğunu da sonradan öğrendiğim bozkırın öncü Almancılarından birine aitmiş bu yirmi m izne bununla gelmiş. Onlar hep öyle biliyorlardı oysa bu Moria’nın işi olmalıydı. Arka kapısı açık beni bekliyor gibiydi.
“Hadi bin.” Sözünü duyduğumda yerimden kıpırdayamıyordum.
Arka koltuğa yerleştirildiğimde hayalin içine oturmuştum sanki, tüm mutluluk beni yutmuştu içinde yaşıyordum adeta ama arkamızdan gittikçe kabararak, gittikçe öfkelenerek, gittikçe büyüyerek koşturup gelen toz bulutunun içinde kümelenmiş siyahlıklara bakıp korkuya kapılıyordum. İlk defa gördüğüm radyodan ilk defa duyduğum içeriye bir korku gibi yayılan “kapıı çalan kimdur” dan nasıl kaçacağımı bilemiyordum.
Köy meydanına geldiğimizde her biri bir yerlere serpiştirilmiş kardeşlerimin avlunun hemen girişinde sıkı sıkı sarılarak bir araya sokuşturulmuş gibi duran korku ve ağlamaklı gözlerle bana bakıyorlardı, suskunluğuna anlam veremiyordum. Oysa benim inişimi kutlamayacak mıydık?
Oyuncak değil bu mutluluk “sahi” diye arabanın dört yanına minik ellerimizle dokunup çığlık atmayacak mıydık? Ve hiçbir zaman bir çocuğun duymak istemeyeceği o ses geldi.
“Annemiz öldü…”
Ah Moria! Ne kötü sürpriz hazırladın bana…ama bu Lilith’ işi olmalıydı.
Ne büyük laf ediyorsunuz küçücük kaderlerinizle yakışıyor mu size… Ah! Lilith, Tanrı varken benden mi sen mi intikam alıyorsun? Bu küçücük bedenimden…
Dağılan sigara dumanları, toz bulutları arasından Taunus’un çift farlı bakışına benzeyen gözlerini görüyordum adamın. Sorduğu soruya karşılık vermemi bekliyor gibi hala bana bakıyordu uzun uzadıya. Yanlış duymuş olamazdım karşımdaki “rahmetli”min adını soruyordu. Bu bol dumanlı “iş görüşmesi”nde. Yanlış anlamalıyım diye düşünüp özür dileyerek soruyu tekrar etmesi için sordum.
“Ne sormuştunuz?..”
“Önemi yok” diye kestirip atmıştı, başka ne yapmasını bekleyebilirdim ki… Bir parça ekmek ne zor imiş ona ulaşmak. Yine kapı açılmadı galiba, yine olmadı Moria.
Teker teker eksildiğimizi görüyordum zamanla, yaşam kardeşleri eritmeye başladığında zaman bizi nereye götürüyordu anlamıyordum. Beş çocuğun külfetine dayanamayan yoksulluk, anne kokusunun yerini küf kokulu karanlık, ıslak, korku dolu yaşamın bağrı alıyordu içine hepimizi.
“Biliyor musun Moira, bu gün yine bir iş görüşmesine gittim.”
“Nasıl geçti, diye sormamı beklemiyorsun herhalde.”
“Öyle garip sorular sordular ki.”
“Nasıl bir işmiş bu?”
“Bakmadım sadece eleman aranıyor kısmına baktım o kadar.”
“Ne iş olsa yaparım abi… ha.”
“Seçme şansım kaldı mı ki…”
“Haklısın çok hızlı tükettin koruma altında okudun ve kontenjandan yaralanıp devlet seni kaç kez işe yerleştirdi ama her seferinde bu öfken ve mutsuzluk oyunların ağır bastı.”
Geçenlerde garip bir rüya gördüm geleceğe gitmişim, güzel bahçeli bir evde yaşıyorum, hatta hayvan bile besliyorum…ne garip bir rüya. Anlatma mı ister misin kahrolası konuşsana…
(!)
Özür dilerim…lütfen öyle söylemek istemedim.
“Tamam seni dinliyorum, üzülme.”
“ Bir merdiven var sürekli çıkıyorum ama ben çıktıkça hep aşağıya iniyormuşum gibi geliyor. Sonra soruyorum “neredeyim ben.” Aşağı indin diyorlar. Çıkışı gösterin, diye yalvarıyorum yeniden başlamak yeniden denemek istiyorum.”
“Kime soruyorsun, kime söylüyorsun bunları?”
“Bilmiyorum… sadece öğüt veriyorlar sadece iniş var çıkışı tükettin, diyorlar.”
“Ne oldu sonra…”
“Ney ne oldu rüyada bitti anlasana.”
“Onu sormuyorum şaşkın, iş görüşmesi ne oldu?”
“Sonra tekrar köy yolunda kaybolan zihnimle bulundum gerçekliği kavramaya çalışıyordum, sanki hiç tanımadığım babamın adını sorar gibiydi siyah giyimli sükseli beyefendi, benimle dalga geçtiğini düşündüm bir an, içimde seni aradım ama Lilith geldi, öfkem kabarmaya başlamıştı.”
“Lütfen yapma…sakin kaldığını söyle.”
“Meraklanma bir şey yapmadım, sadece adamın arkasında ayakta duran iki kişiye takıldı gözlerim. Taunusun çift farı gibiydi adamların gözleri ateş çıkıyordu, bana öyle hani ejderhanın baktığı gibi bakıyorlardı.
Ölüm kokuyorlardı…ölümden korkuyorlardı.” Burnuma bu koku geldi nedense…
“Ah Moria bu gün çok sevinçliyim, biliyor musun?”
“Ne oldu?”
“Hani taunus bakışlı adam vardı ya iş görüşmesine gittiğim.”
“Hatırladım ne olmuş, pek iyi geçmedi demiştin.”
“Ben öyle düşünmüştüm, aklımdan çıkmıştı bile şehrin göbeğinde dilenci heykeli var ya…”
“E…”
“Sohbet ediyordum onunla, bir karaltı yaklaştı yanıma, hadi gözün aydın bu sefer başar mışsın, dedi”
“Başımı kaldırdığımda Barçi’yi gördüm hani yarım bıraktığım askerlikte, askeri ambulanstan ha bire yakıt araklayan sıhhiye başçavuşun ben emsal oğlu.”
“E…”
“E…biliyorsun O var ya, akıl hastanesinde yatmıştı bir zamanlar bir süre. Beni ne zaman görse Tanrı’yı anlatırdı, bıkmadan usanmadan. Yine öyle yapacak sandım. Uzaktan radyo dalgalarının impulsları gibi insanlara mesaj gönderirmiş Tanrı, eğer insanlar aynı frekansta değilse Tanrı’yı anlayamazlarmış, bilemezlermiş.
Ha, işte o söyledi mülakatı ben kazanmışım…kendisi de o iş için müracaat etmiş ama almamışlar. Hah! Deliyi kim işe alır ki de mi Moria…”
“E…ne oldu sonra?”
Gittim ama bir delinin söylediği ne kadar doğru olabilir ki diye yine tereddütlerimle iç içe ama gerçekmiş, beni işe almışlar hem de bol paralı…biliyor musun para biriktirince ilk işim ne olacak?”
“Yirmi M Taunus alacaksın…”
“ Moria ne çok zekisin… Beni oyalama lütfen, hazırlanmalıyım istedikleri evrakları hazırlamalıyım, yüklüce avans bile verdiler, gel hemen işe başla, dediler. Biliyor musun çok sevinçliyim, benim kader meleğim ah Moria! Şu an seni bile öpebilirim!..”
Ama…
“Ne oldu neden duraksadın…”
“Aklıma görüşmedeki tozlu köy yollarından araladığım bir şey aklıma geldi. Benim onca yeteneğimi belirleyen belgelerime bile bakmadılar Moria. Sadece en üste koydukları kabarık suç dosyama iliştirdikleri o tertemiz belgemi çok önemsediler. Onda ne yazıyordu biliyor musun?”
“…”
“Biliyorum bilmez miyim hiç. Hem de kalın puntolarla yazmışlardı Tanrısal kaderine de. “
“Cezai ehliyeti yoktur…”