The Kechi
Aslında yukarıda tarih yazdığına bakmayın. Ben atmadım o tarihi. Kim niye attı onu da bilmiyorum. Hem tarih nedir ne işe yarar neden atılır onu da bilmem. Ama şimdi merak etmedim değil. Neyse... Göründüğü kadarı ile bu aralar hayat çok daha güzel. Her yer yemyeşil. Kuşlar ötüşüyor, arılar vızıldıyor. Sürü de daha bir keyifli. Bağ bahçe çiçek verdi. Ağaçlar ufak ufak meyveye durdu. Geçen yılı da hatırlıyorum az buçuk. Çok küçüktüm o zaman. Yine her yer böyle yemyeşildi. Ama doğrusu benim için çok anlam ifade etmiyordu bu uçsuz bucaksız yeşillik. Ağaçların dalları. Şu koca çınarın gölgesi. Hiç hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bir anam vardı işte. Birde ikizim. Ha birde anamın bir çift memesi. O bir çift memedeydi ikimizin de gözü. Hep bir yarış içindeydik. Hangimiz daha çok emecek diye. Eee hayat böyle işte. Sanırım büyüdük. Bir süre önce anam bizi memelerine yaklaştırmaz oldu. Bu arada etraf küçük veletlerden geçilmez oldu. Anamın da var yanında bir tane. Nerden geldi nerden çıktı anlamadım. Sinir oluyorum ona. Hatta tüm veletlere.
Hayat çok monoton bu aralar. Gerçi ne zaman monoton olmadı ki. Sabah gün ışıyınca bir hareket başlıyor. İçimizde en irimiz olan önümüzde gidiyor. Ha onun adını ben koydum bu arada. Kıyım. İri kıyım. Biz hepimiz onu takip ediyoruz. Sürüde herkes korkuyor ondan. Beni pek sevmiyor zaten. Ama ikizimi çok seviyor. Bu aralar sürekli ikizimin kıçını kokluyor. Benimkini koklamıyor hiç. Gerçi ikizim ile kıçımız farklı ondandır belki. Bir iki yaklaşacak oldum İri Kıyım'ın yanına. Çok sert baktı. Tırstım. Hele biraz daha büyüyeyim hele. Ha birde şu iki ayaklı uzun meymenetsiz. Aslında oda dört ayaklı. Ama yürümek için ön ayaklarını hiç kullanmıyor. Kıl oluyorum ona. Islık çalıyor. Garip sesler çıkarıyor. Bağırıyor. Geçen ilerde misler gibi çiçekler gördüm. Sürüden ayrılayım dedim. Bin pişman etti beni. Hep elinde taşıdığı nar çubuğu ile sırtıma bir vurdu. Akşama kadar canım yandı. Ama Allah var öğleye doğru dere kenarında cebinden çıkarıp üflediği o şeyden çıkan ses hepimizi mest ediyor. Garip huyları da var. Geçen baktım bir kayanın gölgesine çekilmiş, şalvarını aşağıya indirmiş, çiş yaptığı şeyiyle oynuyor.
Çiş yaptığı şey deyince, benim çiş yaptığım şeyde de gariplikler var bu aralar. Kendi kendine büyüyor. Sonra hepimizi peşine takıp götüren o Kıyımın yaptığı gibi kıçı benim gibi olmayanların kıçını koklamak geliyor içimden.
Neyse işte takılıyoruz Kıyımın peşine. Dağ bayır yürüyoruz. Güzel yerlere götürüyor bizi Allah var. Tek amacımız var. Yemek. Yemek. Yemek. Başımızı kaldırdığımız yok. Bunu çok sorguluyorum. Tüm sürü başını yere eğmiş otlardan başka bir şeye bakmıyor. Ama hayır. Ben bu kadar sıradan olamam. Bir anlamı olmalı her şeyin...
Öğle arası birkaç saat geçince artık saat ne demekse o iki ayaklı bir iki ıslık çalıyor. Hööyt diyor. Bağırıyor. Anlıyoruz öğle saati geldiğini. Kıyımın ardından sürü halinde dere kenarına iniyoruz. Güzeelce suyumuzu içiyoruz. Sonra herkes kendini bir kaya gölgesinin kenarına atıyor. Özellikle işte böyle sürü öğle uykusuna yattığı zamanlar uyku tutmuyor beni. Şöyle bir dolaşayım diyorum. İki ayaklı meymenetsiz nar çubuğu ile üstüme yürüyor. Vazgeçiyorum tabi. Kafamı sokuyorum hemen sürünün içine. Yok bu iki ayaklı beni hiç sevmiyor. Birkaç kez göz göze geldik. Kıl oluyor bana.
Off Şu yeni yetmelere sinir oluyorum. Yine etrafımda koşturup duruyorlar. Bir rahat vermiyorlar. Hopluyorlar zıplıyorlar. Anam... Anam yüzüme bile bakmıyor artık. Amaan bakmassa bakmasın. Ona ihtiyacım yok artık. Kimseye ihtiyacım yok. Upuzun simsiyah kıllarım çatal gibi boynuzlarımla krallar gibiyim ben.
İki ayaklı hareketlendi. Sürüde de bir hareket başladı yine. Evet yine yemeye gidiyoruz. Ve güneş batmaya yakın her zamanki gibi geceyi geçireceğimiz, etrafı tahta çit ile çevrili üstü açık evimize gidiyoruz. Siz ağıl diyorsunuz ona. Gökyüzüne bakıyorum. Gündüz etrafı aydınlatan ısıtıan güneş yok artık. Sonra gece gökyüzünde ışıl ışıl yanan şeyler. Çok çok düşünüyorum bu aralar...
21 Haziran 2013
Yukardaki tarihle ilgim olmadığını söylemiştim. Tarihle benim ne işim olabilir ki. Ben kimim? Neden yaşıyorum? Daha önce neredeydim. Nereye gidiyorum ? Benden sonra ne olacak? Hem dur bir dakika! Benden sonrası ne demek? Ben varım işte. Ölüm ne demek? Olur mu öyle şey! Yaşıyorum. Hayat güzel yaşamak güzel. Meralar, yeşillikler, otlar güzel. Kıçı başka olanlar güzel. Yiyorum içiyorum. İlelebet bu böyle olacak. Yarından bana ne! Tamam daha önce birileri ölmüş olabilir, gözümün önünde sürüden birilerini kurt bile parçalamış olabilir. Ama ben başkayım. Ben ölemem. Hep var değildim belki ama artık hep varım. Böyle şeyleri düşünmemem lazım. Kafa yormamam. Ama hayır yapamıyorum işte. Neden kıçı başka olanlar bu kadar güzel gözükür gözüme... Neden iri kıyımın peşinden gitmek zorundayım. Neden iki ayaklıdan bu kadar korkuyorum. Galiba entel ve serserilik de var ruhumda bunu hissediyorum.. Same Savage'nin faresi, neydi adı. Ha tamam; Firmin. Firmin kadar bile olamıyorum. Gerçi ben onun gibi kütüphanede yaşamıyorum ki. Yaşasam bulurdum tüm soruların cevabını. Ama yine de bir yerden başlamalı o zaman. Nerden, sanırım en yakından, kendimden.
Çift tırnaklı ayaklarım var. Hemde dört tane. Sonra uzun simsiyah tüylerim. Ağzım, burnum. Nefes alıyorum. Nefes veriyorum. Nefes alıyorum, nefes veriyorum. Sonra yiyorum. İçiyorum. Uyuyorum. Evet öncelikle bir adım olmalı benim. O iki ayaklı 'Keçi' diye sesleniyor bize. Ama hepimize aynı isimle hitap ediyor. Sanırım bu düzeni sorgulayan, anlamaya çalışan, hayatın üç beş kavramdan ibaret olmadığını anlayan sürüde bir benim. Hümanistim biraz. Daha entel olmalı benim adım. Daha havalı, egzotik. Buldum evet. Buldum. The Kechi. Benim adım The Kechi bundan böyle...
Bu arada O iri tüylü şeyden bahsetmeyi unuttum size. Evet bizde tüylüyüz ama bu bize benzemiyor. Bizim tüyleriniz uzun ve siyah. Sonra daha sert ve daha asil. Bunun tüyleri beyaz ve ince. Boyu bizden küçük. Ama Kocaman bir kafası ve kocaman dişleri var. İç güdüsel olarak önce ondan korktum. Ama zamanla onun kurtgillerden olmakla beraber bize zarar vermediğini hatta bizi koruduğunu hissettim. İki ayaklının yanından ayrılmıyor hiç. Çok gururlu bir hali var. Sanki MÖ 2000 yılında yaşamış kahraman Sparta askerleri gibi böğürüyor bazen Hovvv Hovvv diye tok tok sesler çıkartıyor. Bazan da Uuuuuuuu Uuuuuuuuu diye bir uluma sesi çıkarıyor. Herhalde kendini Alexander Rybak sanıp, Mozartın 9.Senfonisini seslendirdiğini sanıyor. Gel birde bize sor. Dayanılır gibi değil.
18 Ekim 2013
Bir şeyler oldu bana bu aralar. Kafa yorduğum tek şey kıçı başkalar. Sürü içinde garip şeyler oluyor. Kıçı başkaların hepsi tuhaf kokuyorlar bu ara. Kışkırtıcı, baştan çıkarıcı. Elimde değil peşlerinden ayrılamıyorum. Yemeyi içmeyi de unuttum. Onlarla olmak yemekten içmekten, hatta yeni açmış taze buğday filizini çiğnemekten bile güzel geliyor. Aklımı başımdan alıyorlar. Sürüdeki tüm erkekler benim gibi. Kavgalar yaşanıyor. Çatışmalar yaşanıyor. Aslında kavgaya gerek yok bana kalsa. Sürüde yeterince kıçı başka var. Herkes birisi ile yakınlaşsa. Birlikte yürüseler. Ağılda gökyüzünde parlayan yıldızları birlikte izleseler. Birlikte geviş getirmenin tadına varsalar. Uzun uzun bakışsalar. Böyle düşündüm ben hep. İki gün boyunca bir kıçı başkaya takıldım. Hiç peşinden ayrılmadım. Art niyetim yoktu hiç. Gözlerine bakmak uzun uzun, dereden beraber su içelim istedim. Zamanla ne olacaksa olsun diye düşündüm. Ama bugün. Ama bugün herkes öğle uykusundayken bir de ne göreyim. Bizim iri Kıyım, kur yaptığım Kıçı Başkanın üstüne çıkmış... Sanırım flört olayını fazla uzattım.
30 Ekim 2013
Offf yine tarih. Vardır bunun bir hikmeti ya. Hikmet neyse. Ama boş ver tarihi falan şimdi. Bugün Kıçı başkaların biri ile işi pişirdik. Oda benle yaşıt. Sabahtan akşama kadar peşinde dolaştım durdum. Ona kimseyi yaklaştırmadım. İri kıyımın da tadı yoktu bugün. Bir köşede süzüldü durdu. Sırtından hançerlenmiş ve son sözü 'Sende mi Brütüs' diyen Sezar gibi içini dinledi durdu. Neyse boş ver şimdi Sezar'ı. Rakibim olan yaşıtlarımı boynuzlarımla tehdit ettim hep. Kimse yaklaşamadı. Bende onun kıçını kokladım durdum. Öğleden sonra herkes ot derdinde iken biz işi bitirdik. Çoook güzeldi be yaaa... Çook.
16 Eylül 2014
Bu sabah evimizin önüne koca bir makine geldi. Hor horr diye acayip sesler çıkarıyordu. Bir saydım sayamadım bir sürü tekeri vardı. Sonra üstünde sanki ev taşıyordu. Birkaç iki bacaklı daha vardı. Ağılımızın kapısını açtılar. O Birkaç iki bacaklı aramıza daldı. Kimi sırtımızı elliyor, kimisi boynumuzdan tutuyordu. Kimisi karnımızı yokluyor, kimisi baldırımıza bakıyordu. Ağzımızı açıp dişlerimize bakan bile vardı. Neyse sonra bunlar uzun uzun aralarında bir şeyler konuşup durdular. Sonra o kocaman makinanın arka kapısını açtılar. İçimizden 20-25 tanesini alıp arabanın kasasına doğru sürüklediler. Sonra birisi bana yaklaştı. Bir eli ile sırtımdan bir eli ile boynuzumdan kavradı. Adımız inatçıya çıkmış işte. Yapmak istemediğin yada gitmek istemediğin bir yere seni zorla götürürlerse sen ne yaparsın. Sonuna kadar direndim işte. Ama olmadı tabi. Kendimi kamyon kasasında buldum.Bir süre sonra araba hareket etti.
Araba son sürat gidiyordu. Bizimkiler koyun sürüsü gibi başlarını yere eğmişler öylece duruyorlardı. Ben ise kaldırdım başımı kamyon kasasından etrafa bakıyordum. Bindiğimiz araba gibi pek çok araba vardı.Kimisi önümüzde kimisi ardımızda. Meraklı gözlerle herşeyi inceliyordum. Evet anlamıştım dünyanın otlandığımız mezra ile ağıl arasında olmadığını. Bir süre sonra araba yavaşladı. Usul usul şehrin dışında boş bir alana geldi. Kamyonun bagajını açtılar. Teker teker bizi indirdiler. Önceden bize bir ev yapmışlar hazırlamışlar burada. Etrafını çevirmişler, su içeceğimiz yemek yiyeceğimiz yerleri bile hazırlamışlar. Bizim ev gibi pek çok ev vardı. Her taraf bizim gibilerle doluydu. Arabadan iner inmez karnımızı doyurdular. Hemde en güzelinden. Daha önce bayramdan bayrama gördüğümüz arpa, yulaf ezmesi. Ye babam ye. Ardından bir saat sonra yine aynı ziyafet. Herkesin keyfi yerindeydi. Ama benim değil. Keçi değildim ben öyle birkaç avuç arpaya kanacak. The Kechi'ydim ben. Bu iki ayaklıların bir planı vardı ya ne!
18 Eylül 2014
Bu kadar çok iki ayaklıyı hiçbir arada görmemiştim. Gelenler gidenler. Ama tüm dikkatleri bizlerdeydi. Hep bize bakıyorlar, bizi inceliyorlardı. Bizim başımızda bekleyen iki ayaklıya bir şeyler soruyorlar, oda bir şeyler diyordu. Öğleden sonra üç dört arkadaşımızı çeke çeke alıp götürdüler. Nereye götürdüler, neden götürdüler bilinmez. İyice kıllanmaya başlamıştım. Etraftaki ağıllara bakıyordum. Oralarda da nüfus ha bire azalıyordu. İki ayaklılardan en çok 'kurban' 'bayram' laflarını duyuyorum. İsimleriydi herhalde The Kechi gibi.
04 Ekim 2014
Sabahın köründe bir adam geldi ağıla. Yanında dokuz on yaşlarında bir çocuk. Adam bana baktı. Ben adama baktım. Göz göze geldik. Sonra ağılın içine girdi. Sırtımı avuçladı. Baldırıma baktı. Boynuzlarımı kontrol etti. Hatta zorla açıp ağzımı dişlerime bile baktı. Bizim iki ayaklı ile epeyi konuştular. Sonra ön ayaklarını uzatıp birbirlerine uzun uzun tokalaştılar. Garip şeyler oluyordu farkediyordum. Birşeyler diyecek oldum, her zamanki gibi o saçma 'meeeee' 'meeeee' kelimesinden başka bir şey çıkmadı ağzımdan.Çocuk geldi yanıma. Yüzüme dokundu. Boynuzumu tuttu. Öptü beni. Sonra arabalarına doğru sürüklemeye başladılar. Keçi gibi inatçıyımdır. Ama gücümde bir yere kadar. Aldılar bir arabanın arkasına. Ellerimi ayaklarımı bağladılar. Kötü hisler vardı içimde. Thomas Harrıs 'in Kuzuların Sessizliği romanının baş kahramanıydım sanki. Beni alıp götüren bu adam da Hannıball... Tipi de Anthony Hopkins'e pek benziyordu hani.
Bir süre sonra durdu araba. Karşımızda kocaman bir bina. Kocaman kırmızı yazı ile 'Mezbahane' yazdığını gördüm tabi. Kör değildim. Ama okumayı bilmiyordum.
İndirdiler arabadan. Binanın dışında bir gölgeye çektiler. Küçük çocuk yanımdan ayrılmıyor. Hep başımı okşuyor. Bir yaprak koparıp getiriyor. Bir su veriyor. Bir boynuma sarılıp öpüyor. Onun ilgisi biraz rahatlattı beni. Çocuğa baktım. Ön ayaklarına baktım. Kendi ayaklarıma baktım. Daldım yine derin düşüncelere.
Keşke sökseydim şu okumayı. Ah bir Firmin olmayı, kütüphanede yaşamayı ne çok isterdim şimdi. Acaba iki ayaklıların hayatları da bizim gibi mi? Yemek, içmek, uyumak, çiftleşmek. Başka bir gayeleri yok mu.
Offf... Düşün düşün var olan akılda gidecek iyimi.. Neyse vardır bu iki ayaklıların bir bildikleri. Bizim irademiz avuç içi, onların ki kucak dolusu... Günü gelince verdiği irade kadar hesabını soracaktır sonsuz irade sahibi...
Hem kim bilir... Belki o zaman The Kechi olduğuma çoook şükürler edeceğim.
Hannıball kılıklı adamın dürtmesi ile sıyrıldım düşüncelerimden. Sanırım sıra bendeydi. İte kaka içeriye sürüklemeye başladılar. Hayatın fon müziği olarak tam da o anda Saw korku filminin tüyler ürpertici müziği çalıyordu. Eee The Kechi'ye de bu yakışırdı...
Güzel bir öykü araya mizah unsurları da serpiştirilmiş. Eeee bu öykünün devamı da belli aslında Kurban Bayramı da yaklaştığın göre. Ne yapalım Allah böyle emretmiş. Ama öykünün sonu da güzel bağlanmış tabi ki Yüce Yaratıcımız Allah cc. ''Verdiği irade kadar hesap soracak'' biz insanların bazılarının çok zorlanacağı bir hesap var. Güzel bir öyküydü kutlarım içtenlikle Vedat bey...👍😂