Torna Tezgâhında Unutulan Sesler
Samsun’un Terme ilçesinde, limanın gerisinde, yüzü denize dönük bir sanayi vardı. Yağmur yağdığında sac damların şarkısı başlardı, güneş açtığındaysa soba borularından yükselen duman gibi sessizlik havaya karışırdı. İşte o sanayide, yıllardır tabela değiştirmemiş bir dükkânda, torna ustası Hikmet yaşardı. Her sabah, saat altıda işyerini açar, elindeki bezle makinelerin üstündeki tozu silerken, “emek toz tutmaz” diye mırıldanırdı.
Eskiden işler çoktu. İki vardiya çalışırdı neredeyse. Kamyonların dişlisi, traktörlerin poryası, çapa makinelerinin kolu bacağı… Her biri birer hikâyeydi onun için. Ama şimdi? Gençler kuryelik yapıyor, tamirat işiyle kimse uğraşmıyor, yeni parça tak daha kolay deniyor. Ama Hikmet Usta'nın eli hâlâ tezgâhta, aklı hâlâ bir işin kıymetini anlatmakta.
“Bu iş hata kabul etmez,” derdi. “Bir mil on mikron oynarsa, rulman çatırdar, müşteri dönüp suratına bakmaz bile.”
Yalnızdı artık. Üç yıl önce hanımı Nevin’i kaybetmişti. Çocuklar ise İstanbul’da, biri teknoparkta yazılımcı, diğeri öğretmen. Arayıp sorarlar, ama dönüp de “Baba sen ne yapıyorsun, işe gitme artık,” demezler. Çünkü bilirler, o dükkan Hikmet Usta’nın evi kadar kutsaldır.
Bir gün, öğle vakti, kapıya ince yapılı, on altı yaşlarında bir çocuk geldi. Adı Kerem. Çekingen ama gözleri parlıyor. “Usta, çırak arıyor musun?” diye sordu. Hikmet Usta bir süre baktı çocuğa. Sonra döndü, eline bir kalem uzattı. “Şu ölçüyü oku bakayım, mikrometreyi doğru tutabiliyor musun?” dedi. Çocuk beceremedi ama pes etmedi. “Öğrenirim,” dedi. Usta sustu. “O zaman ilk öğüdümü veriyorum sana: Dinle. Çünkü bu işin ustalığı dinlemekte gizli.”
Günler geçti. Kerem artık sabahları çay suyunu o koyuyor, öğleye kadar dükkânın tozunu siliyor, parçaları temizliyor. Hikmet Usta her seferinde, “Önce elin değil, gözün öğrenecek,” diyor. Bir gün bir köy traktörü geldi, debriyaj boşluk yapıyor. Usta sadece sesini dinledi. “Bilya çatlamış,” dedi. Kerem’in gözleri açıldı, “Nasıl anladın?” diye sordu. “Çünkü her makinenin dili vardır evlat,” dedi Hikmet. “Kimi konuşur, kimi fısıldar ama hepsi anlatır. Yeter ki sen duymayı bil.”
Kerem not tutmaya başladı. Bir defter aldı, ustanın her sözünü yazdı. “Bu iş kitapta yok,” derdi Hikmet. “Sen yaz ki unutma.”
Akşamları sanayi sessizliğe bürünürdü. Hikmet Usta dükkânı kilitlemeden önce, Kerem’e dönerdi: “İyi bir usta olacaksan, önce insan olacaksın. Makine insana benzemez, ama makineyi anlayan insan başka türlü düşünür. Vicdanla çalışır.”
Bir gün, eski bir Ford traktör geldi. Neredeyse antika. Sahibi yaşlı, gözleri dolu. “Babamın traktörü bu,” dedi. “Tamir olur mu?” Hikmet Usta sessizce baktı, demir aksamı elledi, yağın kokusunu içine çekti. “Seninle tamir ederiz,” dedi Kerem’e dönerek. Ve ilk defa, esas işi çırak üstlendi. Usta sadece gözledi, sessizce onayladı. O gün, torna tezgâhında sadece metal değil, bir ustalığın mirası da işlendi.
Aylar geçti. Kerem artık tornaya şekil veriyor, cıvata sıktığında ölçüye göre hissediyor. Hikmet Usta yaşlandığını hissetti ama içi rahattı. “Ustalık bilgide değil,” dedi bir akşam, “bilgiyi verende. Ve sen almayı bildin.”
Şimdi, o dükkânda çay yine fokur fokur kaynıyor. Ama Hikmet Usta daha çok dışarıda, denize bakan bankta oturuyor. Çocuklar arıyor, “İyiyim,” diyor. Çünkü iyi. Artık sesi, Kerem’in tornasında yankılanıyor.
Turgay Kurtuluş