Ulusal Değerlerimizin Zenginliği Hissetmek
Yetmişli yılların sonlarına doğru geliyoruz. Öykümüz o yıllarda yaşanan olaylar ve görüşlerle ilgili olacak. Cumhuriyetin 50. Kuruluş yılını coşkuyla kutladık birkaç yıl önce. Barış harekâtı yaptık başarılı bir biçimde. Adadaki soydaşlarımızı kıyımdan ve adanın bir zamanlar Girit gibi elimizden kaymasını önledik. Eski dünyanın iki büyük kara parçasını birbirine bağlayan köprü de aynı yıllarda hizmete girdi. Keban barajımızda elektrik üretimi başladı. Bu güzel ülkenin yurttaşları olarak hepimizin göğsünü kabartan bu böylesi başarılar yaşadık.
Genç cumhuriyetle ses getirici başarılarla göğsümüz kabarmasına karşı uygarlık savaşında çok gerilerdeydik. Köylerimiz hala yüzyıllardan beri karanlıklar içinde yaşıyordu. Eğitim-öğretim hizmetlerine kavuşamamaktan yana kat etmemiz gereken uzun yollar vardı önümüzde. Yol, su, sağlık hizmetlerinden yoksundu Orta Anadolu'nun bozkırlarında yaşayan köylümüz. Karadeniz'in özellikle derin vadilerinde ömür tüketenlerimiz. Kısaca yedi bölgemizin kırsalının insanları yoksulluğu kader kabul edip ömür denen 'uzun ince bir yolda' yaşam savaşı veriyordu. Gerçi kentlerimizin çevresinde yerden mantar bitercesine çoğalan varoşlar yaşayan halkımızın yaşantısı da gönençli değildi.
Köy çocuklarımızı kızıl, kızamık, boğmaca... benzeri hastalıklara kurban veriyorduk. Doğum yapamayıp çaresizlikle, acıları içinde ölen anne adaylarının ne sayısı ne oranı biliniyordu uzak köylerimizde. Evet, gelişmemişlik çemberini kıramamıştık henüz.
Ulaşımı, suyu, ışığı olmayan bir köy öğretmeniydim yetmişlerde. Yalnızdım. En yakın arkadaşım yalnızlığımdı. Okuduğum şiirler, öyküler, romanlar üzerine konuşacak dostlardan yana yalnızdım. Öğrencilik yıllarında kitaplardan özge dostlarım olan sinemadan, tiyatrodan bütün sosyal etkinliklerden yana yalnızdım. Pasternak'ın uzun kış günlerinde Ural Dağlarındaki kulübesinde Doktor Jivago'su örneği yalnızdım. Ülke ve dünya gündemini takip edip yorumlayacak dostlarım yoktu çevremde.
Köylülerimin dünyasında ektikleri buğdayların, mısır ve ayçiçeklerinin akıbetleri gündemdeydi. Mandıracıya günde kaç litre süt verdiklerinin hesabı yapılırdı. 'Komşunun karısı komşuya kız', ayrıca 'Komşunun tavuğu komşuya kaz görünürdü.' Her ne kadar köylerimizde komşuluk kültürü oluşmuş olsa bile! Köylümüzün büyük çoğunluğu köy caminde Cuma namazı kılsa da köylerimizde dedikodu, batıl inançlar kol geziyordu. Bu durum ülkemiz insanına has bir davranış biçimi değildir elbette. Bilimin girmediği, aydınlanmanın yaşanmadığı her ülkede aynı olgular hep yaşanır.
Köyde beni tutan, eğitim ordumuzun bir adsız meçhul askeri olmamdı. Biz öğretmenler, yurdu kalkındırma, Türk uygarlığını çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülküsü gerçekleştirmek için ant içmiştik. İnsanımıza bilginin, ilmin aydınlatıcı ışığını götürmek adına okullarımızda işbaşı yapmıştık. Bu duygularla bezeli olarak yalansız, riyasız, tertemiz yüzlü öğrencilerimle geçirdiğim aylar, yıllar bir gül bahçesinde yaşanabilecek güzelliklerden daha doyurucuydu benim için. Zeytin karası, gök mavisi, çiğdem alası parlak gözler. Meraklı bakışlar. Heyecanlı konuşmalarla birer çocuk cennetidir okullar, sınıflar.
O yıllarda, şimdi yaşadığımız güzel yurdumuzu ahtapotun kolları gibi saran sorunlar yoktu. İşit'tir, Fetu'dur, PKK'dır böylesi problemlerle baş başa kalmamıştık. Şimdi anlıyoruz ki, bu günün sorunlarının şer tohumları o günlerde atılmış. Ayrıca ülke gündemini hala da işgal eden artık klasik adıyla söyleyelim türban sorunu da yoktu. Köylerde, kentlerde annelerimiz bacılarımız başlarını büyüklerinden gördükleri biçimde örtüyorlardı. Kadınlarımızın başlarının açık kapalı olması başkalarını ilgilendirmiyordu.
İlkokullarımızda, Hakkâri'den Edirne'ye, Artvin'den Muğla'ya, Mersin'den Sinop'a kadar yurdun her bucağında; Türküm, doğruyum, çalışkanım... sözleriyle başlayan andımızı okutarak derslere başlıyorduk. Çocuklarımız bu andı okuyarak andın anlamını yıl yıl öğrenerek aynı yurtta kıvançta, tasada birlikte yaşama ülküsüyle öğrenciliğin zevkini tadarak büyüyorlardı.
Köy öğretmeni olarak öğrencilerimin edindikleri kazanımlarla ülkemin geleceğine nitelikli kuşaklar yetiştirme çabasında görevimi yapmanın huzuru içinde oluyordum. Kente normal koşullarda ayda bir kez giderdim. Köyümden ilçeye direkt vasıta yoktu. Çoğu kez traktörle saatler süren yolculuklarla kente varabiliyorum. Bir hafta sonu traktör yolculuğuyla İzmit'teyiz. Hava güzel. Nisanın sonları. Arkadaşım aracının bakımını yaptıracak. Bir kıraathaneye girdim. Çay içip köye dönecek saate kadar televizyona bakmaktı amacım.
Köyün elektriğe kavuşması, çocuklarımla birlikte televizyon izleyebilme özlemini yıllarca yaşadım.
Daha siyah beyaz yayın zamanı. Olsun. Televizyonda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlama etkinlikleri yayınlanıyor.
Ülkemize davet edilen ülkelerin çocukları gösterilerini sergiliyorlar. Ta Amerika'dan konuk çocuklar var. Japonya, Sovyetler Birliği, Polonya, Romanya, Macaristan, Bulgaristan, Libya, Tunus, Pakistan, Almanya, Hollanda, Yunanistan...gibi daha nice dünya uluslarının çocukları, kardeşçe, dostça ülkelerinin kültürlerini, gelenek ve göreneklerinin özgün örneklerini büyük bir başarıyla sunuyorlar.
Çocuklar arasında kurulan bu dostluk bağını gerçekleştiren bir ülkenin öğretmeni olduğum için kendimi mutlu hissediyorum. Konuk çocuklar kendi ülkelerinin müzikleri eşliğinde büyük bir disiplin içinde danslarını yapıyorlar. Oyunlarını oynuyorlar. Kıraathanede oturan hepimiz, muhakkak evlerinde, iş yerlerinde birçok insan dünya çocuklarının bu eşsiz gösterisini izliyor.
Her ekip gösterisi sonunda büyük beğeni alıyor. İçimi git gide bir heyecan kapladı. Acaba bizim çocuklarımız da akranları kadar başarılı olabilecekler mi? Dünyada ses getirici başarılara imza atamıyoruz. Futbolda şanlı şerefli mağlubiyet alıyor ulusal takımımız! Ata sporumuz güreşte uluslararası karşılaşmalarda sırtımız minderden kalkmıyor! Susuz Yaz adlı bir sinema filmimiz Berlin'de Altın Ayı ödülü kazanmış. Sanat alanında onun övüncüyle kendimizi avutuyoruz.
Derken ekibimiz gözüktü sahnede. Güneydoğu Anadolu Bölgemizin halk oyunlarını oynuyordu çocuklarımız. Erkekler ellerinde oraklarla ekin biçiyorlar. Haziran sıcağı. Alınlarında biriken terler gözlerini yakıyor orakçılarımızın. Hayat müşterek. Ellerinde testileriyle kızlarımız ortaya çıkıveriyor.
Kurak topraklarda çalışan baba ve annelerinin yaşamlarının birer canlı örneği karşımda. Kana kana su içiyor ekibimiz. Güneşten yanan bağırlarını serinletiyorlar. Sanki Harran Ovası ve emekçi yurttaşlarımı hemen yanı başımda hissettim bir an. Adeta, terden bakır rengine dönmüş alınlarını gördüm. Nasırlaşmış el ayalarını sıktım.
Kalbim göğsüme sığmaz oldu. Boğazım düğümlendi. Biraz önce ekibimiz konuklar kadar başarılı olacak mı diye canımı sıkan iç sıkıntımın yerini bu kez mutluluk coşkusu aldı.
Bu güzel ülkenin, ülkemizin zengin folklorundan sunulan örnek ne kadar başarılıydı. Yüzyıllardan beri insanımızın, kadın erkek bir arada barış içinde çalışıp üretmesinin canlı örneğiydi halk oyunlarımız. Bu gösteriyi televizyonda ilk kez izliyordum. Çok mutlu oldum. İçimi saran mutlulukla tozlu yolları traktörle geçerek akşamın geç saatlerinde köye dönebildim.
Köydeki yaşadığım yıllarda doğayla baş başa kalmakla yalnızlığın tanımsız güzellikleri yaşamak da güzeldi. İlkbaharın gelmesiyle birlikte büyüyüp boy atan yemyeşil buğday ve arpa tarlaları. Hafif bir rüzgârda sallanıp, alçalıp yükselen yemyeşil, deniz dalgaları örneği ekinler. Mavinin çok hoş bir tonuyla çiçek açan keten tarlalarını seyretmekle gözler kamaşır. Bir an serap görür hale gelinir. Kırlarda pembeye yakın kırmızı gelinciler, köy çeşmesine giden allı yeşilli fistanlı, ince uzun boylu yeni yetme köy kızları kadar nazlı nazlı salınmalarını gözlemlemek ruhuma bitimsiz ferahlık verirdi. Hele fundalıklarda büyüyen mor menekşeleri yakından görmek benim için bir kutsal ibadet örneği terk edemediğim bir görev olmuştur.
İlkbahar yağmurlarının ekinlerle ve çimenlerde buluşması, çimenlerin üzerinde biriken su katrelerinin bulutların arasından süzülüp gelen güneş ışınlarıyla parlamasını izlemek doğanın bana sunduğu eşsiz güzelliklere bir başka örnekti.
Özellikle ilkbahar sabahlarında okul bahçesindeki çiçek açmış meyve ağaçlarına konan kuş seslerinin müziğini okul bahçesini süsleyen çocuk sesleriyle birlikte dinlemek köy yaşantımın yalnızlığının doyumsuz hazzını tattırdı yıllarca bana. Kentlere, arkadaşlara, sinemaya, tiyatroya uzak olmanın ruhumda oluşturduğu hoş bir yalnızlıktı köy yaşamı.
Elimde bir kitap kırlara açılırdım. Bir ulu meşe ağacının gölgesinde oturup derin düşüncelere dalardım doğanın müziğini hissederek. Ülkemiz güzel. Topraklarımız bitek. Engin denizlerimiz, yüzlerce göllerimiz var. Yer altı ve yer üstü sularımız var. Güneşin yedi rengine koşut yedi bölgemizde birbirinden güzel. Nice kavimler yaşamış bu topraklarda. Komşu olmuşlar, dost olmuşlar. Birbirlerinin acı tatlı günlerinde aynı sevinç ve hüznü yaşamışlar. Düşmanları olmuş. Birlik olup düşmanlarına karşı durmuşlar. Bir güzel ülke bırakmışlar bizlere.
Bu topraklar güzel verimli ve bakir. Bu yerlerde barış ve huzur içinde yaşamak için güçlü olmak gerekir. Güçlü olmanın yolu bayrağımızın dalgalandığı, minarelerde ezanların okunduğu bu yurtta çok çalışacağız. Bir birimizi seveceğiz. Empati kültürünü içselleştireceğiz. Toplum çıkarlarını kişisel hırslarımızın önünde tutacağız. İlim yolunda yürüyerek tüketici değil üretici toplum olacağız. İşte o zaman uygarlık yolunda emin adımlarla yürüyebiliriz.
Ancak o zaman 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarında tanık olduğum folklor zenginliklerimizin ruhumda oluşturduğu coşkuyu; eğitim, sanayi, tarım benzeri alanlarda elde edeceğimiz başarılarla da duyabilirim. Benim duyacağım coşku elbette tüm yurttaşlarımın ortak sevinci olur.