Umut Ölü Türküydü
Denizi bir nevresim gibi kaldırıp üstüne yorgan gibi örtmeyi düşlüyordu. Kayalara ıslak saçlarını serip, yengeçlerin teninde yürüdüğünü hissederken, taşlar gibi karara karara ölürdü buracıkta. Kayalara yapışan esmer midyeler gibi tutunurdu ölüme. Ölümle dünya arası altı üstü bir candı. Ölüm ne kadar yakın, bu can ne çok bıkkındı. Zihninde acımtırak şarkılar çalıyordu. "Burası uygun değil " diyordu içteki yerden bir ses. Bu balıkçı yan gözle hep ona bakıyordu. Martılar çok geveze, denizse çok sakindi.
Telefondan beklediği çağrılar gelmiyordu. Kim bilir kaç vakittir zil sesi beklese de o sesi duymadı hiç. Bir kaç tereddüt sonrası taşların üzerinde vura vura, parça parça dağıttı telefonu. Zaten bütün belalar bununla başlamıştı. Telefonu kırsa da hiç bir şey düzelmedi. Telefon ezilse de azaplar canda sağdı.
Geçmişi her hücresine vantuz gibi yapışıktı. Mazisi, görünmez kolları ve vantuzuyla ruhunda ve beyninde sırnaşık ahtapottu. Dününden, ailesinden bu ana dek bildiği, tanıştığı herkesten kopuvermek, ömrünce tek kere gelen bir fırsattı ona şimdi. Her şeyi terkedivermek, bir gemiye binip gitmek, başka diyarlara göçmek, martıların kanadında göklerce uzaklaşmak şu anda seçenekti. Ölmeyi seçmek bile keyfince tercihti artık. Kapanmış kapıları açılsın diye çalmak boşuna çabaydı gayri. Sığındığı kapıdan da bir cevap gelmemişti. Şu ana dek aranmamış olması çok şeye işaretti. Ondan da hiç umut yoktu. Acıdan zehir acı; yıkılan bu umuttaydı. Bu darbe, şuurundaki tek tutunma yerini de tuz buz edip dağıtmıştı. Umut, beklediği o sesin içinde can suyuydu. Çalmayan zil sesiyle şah damar kesilmişti. Ezilmiş bu telefon umudun ölüsüydü.
Akıl canla aynı şey mi, akıl ve can ayrı mıdır? Can, aklına yuva olan bedene isyandaydı. Akıl, can ve bedeni kavından kopuşmak istiyordu. Belki de akıl ve ruh birlikte gidecekti. Akıl başka isyanda, can başka isyandaydı. Üçünün tek bedende kalması imkansızdı.
Bu mevsim, bu ıssız sahillerde kimsesiz bir kadının böylesi dolaşması çok garip cesaretti. Bu görüntüyü kendilerine fırsat bilen iki kafadar yanına yaklaşmıştı.Cinsellikle ilgili imaları duyan kız çok çılgın tepki verdi." Ne var lan? Ne var lan ?" diye yırtılırca bağırdı. Gözlerinden çakan ışık, ölmeye zaten hazır bir vaşak bakışıydı. Herşeyi yitirince, herşeyi göze alan masum bir ruh patladı. Kafadarlar, kıza ilişirlerse üç tercihten birine ulaşmak zorundaydılar. Ya ölüp, öldürecek, ya bu belayla birlik bir yaşam gelecekti. Doğru kararı verip kaçmaya çalıştılar. Aldıkları tek hasar arabalarına çarpan bir kaç taştan ibaretti. Olacaklar yanında buna da razıydılar.
Hırsından körük gibi inip çıkan nefesi, saldırmaya doymamış yay gibi gergin duruş , elinde atamadığı bir taşla baka kalmıştı Kader. Araba görüş mesafesinden çıkana kadar böyle bir pozda durdu. Amaçsız ayakları, rotasız bir izlekte dolaşmaya başladı. Artık dönüşünün olmayacağını hissettiği bir kopma anındaydı. İlk kez vahşi bir kedi gibi davranabildiğini idrak etti. Böylesi bir yerde ilk kez, böylesi yürüyordu. Zırdeli, ayyaş, sapık, tinerci gibi yürüyordu. Böylesine davranan, böylesine yürüyen kendisi olmazdı. Kendisi yoktu artık. Kader, artık eski Kader değildi. Son kapı açılsa da , beklediği son umut yanına ulaşsa da kendinin bu halinden ürküp de kaçmaz mıydı? Aklı, mazisiyle bu andaki zamanın bir birinden koptuğunu, az önce eski Kader'in öteki yaka da kaldığını söylüyordu. An bu andaki bu uçurum onu ondan ve geçmişinden koparıp ayırmıştı. Bu gün yaşadıkları bu güne kadar ihtimamla tesis ettiği onurunu, gururunu, davranış kalıplarını, doğduğu andan itibaren imar ettiği kişisel görüntü üslubunu, çevresine karşı takındığı duruşunu yerle yeksan etmişti. Bunca ömrü boyunca tesis ettiği her şey tek olay ve tek darbeyle paramparçaydı artık. Artık toparlayamaz, olanları silemezdi.
Acıkktığını, susadığını, karnını doyuracak, üstünü örtecek kimsenin kalmadığını idrak etmişti artık. Bundan böyle İhtiyaçlarını kendisinin temin etmek zorunda kaldığını fark ediyordu. Elbiselerinin parça parça, üstünün başının darma duman dağıldığının farkındaydı. Ayyaşlar, tinerciler, zırdeliler gibi yürüdüğünün; hatta onları bilinçli bir şekilde taklit etmeye başladığının farkına varıyordu. Kendini lağımlarda yiyecek arayan bir fareye, karnını doyurmak için planlar yapan dağ kedilerine benzetiyordu. Açtı ve doyuracak kimsesi yoktu artık. Şu ana dek böyle bir olasılığı hayal bile etmemişti. Ama açlık, çok acı bir gerçekti. Onuru, gururu yıkan bir acı gerçekti bu. Birilerinden yiyecek istemek, ya da çalmak ... Birisine mecburdu...Ölürse acıkmazdı...
Akşam mı olmuştu yoksa, hayır gece ortasıydı. Mezardan başka yatak yeri de yoktu artık. Lambaların uzattığı gölgeler çantalı bir kadının resmini sürüyordu. Ayakları rayların kenarına ulaştı. Bedeni, aklı, ruhu ve duyguları birbirinden bağlantısız keyfe keder uçuşta, it dalaşı içindeydi. Bedensel iç güdüler bedeniyle savaşırken, duyular isyandaydı. Yıkılan devlet gibi her şey başı bozuktu. Tek umut gözündeydi. Yaklaşan her karaltıdan bir umut bekliyordu. Her insan siluetine bu umutla bakıyordu. Yaklaşan her gölgeye " Akif " tir belki diye can havli sarılsa da, her kere de son direnç noktası uçtu gitti.
Bedenindeki morlar, yumruk izlerinden kalan çürümler, boynuna geçirilen ipten kalan kızarıklar, ruhunda yaratılan hasarların bir tek çentiğine bile, makyaj bile olmazdı. Yüreği çok acıyor, bu olan olayları aklı çekemiyordu. Kabahat kendindeydi . Çok tedbirsiz davranmış, tecrübesiz yakalanmış, bile bile boşboğazlık etmişti. Suçluydu üstelik de, çok nazik bir konuda pervasız davranmıştı. Romanlardan, filimlerden,videolardan, hatta kendi akranlarından öğrendiği dünya ile dünyaları farklıydı. Ailesinden gelen telkinlere uymamıştı. Sevmeye, sevilmeye, sevişmeye kalkmıştı. Ama bunlar yasaktı. Ama bunlar olunca namus elden giderdi. Kendi yaşam alanında bunlar birer ayıptı, sevmeler olsa bile sevişmeler yasaktı.
Bir lambanın altına çömeldiği zamanda farketti çantasını . İçinde allık, pudra, rimel ve oje vardı . Hiç biri yenmezdi bunun. Bu açlık ramazan aylarında iftar öncesi hissettiği açlıkla ilgisizdi. Annesinin " ye kızım" dediği anları özleyip ağlıyordu. Babası ellerinden ya tutup gezdirirken? Babasının omuzundan dalda meyve toplarken... Halasının teyzesinin boynuna sarıldığı...Çekyatların arkasında oynadığı oyunlar... Erkek oyuncaklarla kurduğu ev düşleri... Sıcak somunu bölüp, baldan bin kere tatlı paylaştığı mutluluk... Dahası ağladıkça sığınacak kucaklar... Annesiyle babasının ortasına sığındığı geceler geldi akla.
Şimşeklerden korktukça kucaklara gizlenir, sığındığı kollarda güvene sarılırdı. Saçlarına dokunan elleri hissederken, yanaklarına konmuş anne dudaklarının hazzını hissederdi. O sıcak huzur içre gözlerini yumarken açlık ve kimsesizlik ne uzak bir diyardı.
Hiç hakkı yokken bile o zaman da ağlardı. Asla gerekmese de sızlanmaya bir sebep yaratırdı kendince. Ne kadar da nankördü. Nankörlük çektirecek herkese sahipti ya. Kaprisine katlanacak aile, sızlandıkça koşturacak sevenleri vardı ya. Huzurun kollarında, güvenin kalesinde ömrün huzur anının olduğunu bilmezdi . İstemekte haksızken istemek keyfinde idi. Olanlar mutlu etmez, hep olmayandan umar, ona da kavuşunca başkasını isterdi. Güven cana sıkkınlık, huzur keyfe kederdi.
Güven, uzak bir mevsim; huzur, bir hayal ülke; umut, artık seraptı. Topraktan başka kucak, şu raydan başka bir kol artık yok muydu şimdi?
Gözünün bebeğinden acı bir gülüş geçti. Öss'ye yaptığı son tercihti şu kağıt. Kazanamadığı fakültelerin içinde, gezindi hayalinde. Hayalde ne mutluydu. Kantinde çay içiyor, derslerde tartışıyor, cafede şarkı çalıp, discoda dans ediyordu. Koltuğunda kitapları huzurla gezinirken hayatın yollarında kaygısız yürüyordu. Duruşunda başarmışların hazzı, yeşil bakışlarında mutluluk açıyordu. Huzurun renkli yolu önünde döşenirken, ufkunda istikbale bir güven uçuyordu. Böyle bir seçenekte Akif olmasa bile bu hale düşer miydi? Böylesine çaresiz... böylesine dağılmış... düşmezdi böylesine. Topraktan başka kucak, şu raydan başka bir kol görmüyordu gözleri. Sarılmak, dokunmak, sığınmak istiyordu... Ağlıyor, ağlıyordu...Gel kızım diyordu toprak, " küçüğüm " diyordu raylar. Anne dizi varsayıp uzanmıştı raylara. Yıldızlar ne kadar çok, Ay nerede kalmıştı...
Umut ölü bir türkü, umut ölü bir şarkı, aklı iknadan aciz ölü bir dündü umut. Umut genizde zehir; umut, ölüme kardeş; hiç gelmez dündü umut.
Akif'i karakola getiren polisler bir odaya oturtup " Bekle burda" dediler. Az sonra gelen komser, yaşanan olayları bize anlat diyordu. "Onunla arkadaştık hepsi bu " dedi Akif. Komser omuzlarından sallayarak bağırdı.
- Başın belada ulan. Başın belada, herşeyi biliyoruz. O kız ve ailesiyle olan herşeyi anlat. Eksik anlatırsan eğer keyfimizce doldurup, yollarız savcılığa. Kıza bir şey olduysa, ömrünü kodeste senin. istersen hiç anlatma. Ben yazayım ifadeni.
Akif; aklının, duygularının diğer dirençlerinin çöktüğünü hissetti. " Kıza bir şey olduysa , hapse düşmek" sözleri aklını felç etmişti. Yüreğindeki korku, baraj gibi kabardı. Başı, daha da büyük belaya düşecekti. Korkaklığı, iki yüzlülüğü, çıkarcılığı, vefasızlığı, kısaca tüm adamsızlık su yüzüne çıkıyordu. Bir Polis cürret veren telkinlerle, doğruyu anlatırsa bazı şeylerin düzelebileceği yolunda imalar yapıyordu.
- Kaderle arkadaştık. Okuldan tanışırdık? O zaman ilgisizdi. Çok çalıştığı halde üçüncüsünde bile üniversiteyi kazanamayacağını anlayınca meslek öğrenmek için kuaföre girmişti. İşte o sıralarda biz bize yakınlaştık. Ona telefon aldım gizli gizli konuşurduk.
O gece elefonda yakalanmıştı Kader. Babası, döverek sorgulayıp herşeyi anlattırmış. Telefonu benden aldığını, evde, cafelerde buluştuğumuzu, öğrenmiş. Sabaha kadar dövüp, boğazına ip takıp ; asıp, boğmaya kalkmış. Bakire değil mi diye doktora götürmüşler. Bakire olduğunu öğrendikleri halde, bizim eve getirdiler. Annesi " Orospu ettiniz " bağırıyordu. Beddualarla küfür ediyorlardı bize. Camları taşladılar. Boğazındaki iple hayvan gibi sürüdüler Kader o boğulmuş sesiyle, babasının elinden öpmeye çalışıyor, bacağına yapışıp, " Baba ne olur ...baba lütfen " diyordu. Babası, kimseye aldırmadan bir yandan Kaderi tekmeliyor; bir yandan da " namus mu kaldı ulan " diye haykırıyordu. " Bizi rezil ettiniz " diye nara atarken, engel olmaya çalışanları tartaklıyor, kapımızı yumrukluyor, bahçenin duvarına tekmeler atıyordu. " Alın lan sizin olsun?" diyerek bağırırken, dönüp dönüp Kader'e, ya bir tekme vuruyor, ya boğazdaki ip ten az daha çekiyordu.
Başımı duvalara, camlara vuruyordum. Babam beni tokatlıyor" Beğendin mi eşşoğleşşek" diye çıkışıyordu. Kapımızın önüne bırakıp gitmişlerdi. Saatlerce oturup ağladı oralarda. Sanki sürünür gibi sonra da çekip gitti.
Komser: " İçeri de almadınız öye mi?" Suçlu suçlu büzüşmüş, tostop olmuştu Akif. Vicdanı bir şeyin açıttığını duydu. "Babamgil çıkma dedi. Senin suçun yok dedi. Ne olmuş yani dedi. Eve almak, olmaz dedi. Bunlar rezilmiş dedi. İçeriye alırsak rezillik çıkar dedi. Az sonra gider dedi." Gevelenip duruyodu.
Komser; iğrenme, nefret ve öfke duygularını bastırmaya çalışarak. " Kıza acımadın ha, sahip de çıkmadınız? ". Akif'in bakışları iğrenç bir evet vardı. " Ben bir şey yapmadım ki " diye bocalıyordu. Sesinde güçsüzlüğün, iki yüzlü ruhunun, daha kendi olmamış cılız bir karakterin arsız direnci vardı. Şaşkın bakışlarından" Her genç böyle deği mi? Herkesin arkadaşı, bir flörtü yok mu ki " gibi manalar çaktı. Komiser:
-Kızı onlar getirdiler, yani zorla kaçırmadın? Buna çok şaştı Arif. Aksini ispat için kırk türlü delil sundu.
-Anlaşıldı. Dedi komiser: Babası oraya attı, sonra da kızımı kaçırdılar diye bize şikayet etti. İyi de, kız nerede sence şimdi ?
Büzüştüğü yerinden " bilmiyorum" diyordu. Kader, nerdeydi şimdi ? Elinden tutmamıştı, teselli etmemişti, ardından gitmemişti, telefon açmamıştı. Kader kayıpsa şimdi onun ne suçu vardı? Güleç yüzlü olan polis, " Kıza bir şey yaptın mı?" diye dürtüklüyordu."Yok yok diyordu" Akif " Sadece sarılırdık, ona izin vermezdi". İyi Polis gülerek " Her erkek sözüne dursa hiç bekar kız kalmazdı. Evleneceğiz diye kandırdıysan üzülme. Ama hazır gelmişken niye eve almadın?" . Dağılma anında Akif, maksadı sezmemişti.
- Evleniriz demişken çok kesin dememiştim. Orda eve alsaydık evlenmek zorundaydım. Sonra da sustu Akif...
-Öpüp, sevip duracaktın değil mi lan sahtekar. Seninle didişecek onca kadın kız varken, bu temiz insanların başına bela oldun. Özü sözü saf olan, soysuzu da saf sanır. Sana numara gelen, onlara yüz karası. İşlemlerini yapıp savcılığa yollayın. Diye seslendi komiser. Odasına dönerken bir polis: " İstasyon civarında bir ceset ihbarı var komiserim. Ceset paramparçaymış".
Bir zakkumun dalında bir çanta asılıydı. Sanki zakkum çiçekleri korkup kapanmışlardı. Kimileri açmamış, kimileri büzüşmüş, kimisi bu acıdan sararıp, dökülmüştü. Taşlarda kanlar kurumuş, pıhtıların üstüne karınca düşmemişti. Kuşlar buradan uçmuş, otlarda hüzün vardı. İnleyen bu rüzgarda ağaçlar titriyordu. Sıcak, sımsıcaktı hava. Dağları buhar bürümüş, her yana nem çökmüştü. Rayların gözlerinde kanlı bir ağıt vardı.
Rayların dağ yönünde bir bacak kimsesizdi. Rayların deniz yönü daha da kızıl kandı. İz tutmuş kervan gibi pıhtılar sıralıydı. Kimi kanla yapışmış bluzun parçaları, facia ardın sıra dağılmış delillerdi. Beyaz mintanlı eller, canından arta kalan izleri topluyordu. Çok daha uzaktaki gövdenin baş ucunda kimler dolanmadı ki? Deniz yönüne düşmüş başı, kan içindeydi. Pıhtılarla sıvanmış saçları yapışıktı. Gözü, toprağı öpmüş; yüzü, saklanmak için taşlara saplanmıştı. Define arar gibi her parçayı buldular. Kader'in bedenini gayri tamam ettiler. Kara torbaya kondu Kader'in organları. Ne rayda, ne taşlarda, ne topraktaydı kader. Torbalara dolanlar Kader değildi artık.
Havadan bir martı uçtu. Pıhtıların üstüne sinekler düştü önce. Kenardan kenardan hızlı geçen karıncalar bedenden arta kalan Kader'i arıyordu. Belki bu taş altında, belki ray altındaydı.
Çantanın içini karıştıran komser Ösym tercih kitapcığının yüzünde kan rengi ojeyle yazılmış şu yazıyı okudu.
" Baba, canım Anne,
Namusum temizdi benim. Ruhum çok kirlenmişti... Ağlayın başucumda, yüzünüzdeki isim aklansın damladıkça..."