Üzgünüm Oteli

Gözlerimi açtığımda daha önce görmediğim bir odadaydım ve konforlu mu konforlu bir yatakta öylece uzanıyordum. Buraya nasıl geldiğimi, neden geldiğimi, ne zaman geldiğimi; hiçbir şey hatırlamıyordum. Yataktan kalkıp odanın kapısını açtığımda geldiğim yerin bir otel olduğunu anladım. Peki ama buraya neden ve nasıl kim tarafından gelmiştim? Neler oluyordu böyle? Aşağıdan gürültülü sesler yükseliyordu. Merakımı daha fazla bastıramayarak resepsiyona inip ortada nelerin döndüğüne bir de yakından bakmak istedim. Gürültülü seslerin sahiplerinin sesleri o kadar tanıdıktı ki yüzlerini görmekten korkarcasına merdivenlerden yavaşça iniyordum. Böyle bir şey olabilir miydi? Yok canım!

Son basamağa geldiğimde tanıdık sesin sahibiyle göz göze geldim. Aman Allah'ım! Neler oluyordu böyle? İkimiz de birbirimizi gördüğümüze hoşnut olmayarak bir o kadar da şaşkın birbirimize bakıyorduk. Gözümün önüne düşen saçımı kulağımın arkasına alarak başımı da gurur farlarının açık kalmasının zorunlu olduğunun ezberini yapmış bir insan gibi bırakarak dik tuttum ona bakarken.

"Ne işim var benim burada? Sen mi getirdin beni?"
"Ben mi? Söyler misin, seni buraya getirmek için ne gibi bir sebebim olabilir benim?"
"Onu da sen söyleyeceksin artık. Neden karşıma çıktın? Üstelik yıllardan sonra..."
"Asıl sen niye karşıma çıktın? Ben de seni görmeye hevesli değilim"

Birbirimize eski günlerimizde olduğumuz gibi sevgi dolu bakmak yerine nefret damarlarımızdan fışkıran bir kanmışçasına nefretle bakıyorduk. Başımı onun meymenetsiz suratını görmemek için soluma çevirdiğimde bu kez bir adım dahi atamadığım son basamaktan başım dönercesine tökezleyip yere düştüm.

"Ama..."

Yıllarımı verdiğim, kendimi kendime anlatamadıktan sonra tek ona anlatabilecek gücü bularak dertlerimi paylaştığım can yoldaşım, sırdaşım, kankam, dostum ve yıllardır sadece nefretle andığım insan da karşımda duruyordu. Nefret birleştirir miydi insanları hem de hiç istemezken?

"Burada neler oluyor böyle?"

Resepsiyonist eline bir mikrofon almıştı ve ses denemesi yapıyordu.

"Ses bir iki, ses bir iki... deneme... öhöm öhöm..."
"Kardeşim nedir amacınız, kaçırdınız mı beni?"

Artık tepem gittikçe şiddetlenerek atıyordu. Yıllardır görmediğim ve nefretle andığım iki insan da karşımdaydı. Biri eski sevgilim, öteki eski can dostum. Resepsiyonistin yanına sinirle gitmek için kalkmaya çalışırken bana elini uzatan kişinin hayal kırıklığı fırınından tazecik çıkan bir ekmek kokusuyla karışık yanık bir koku verircesine bana baktığını gördüm.

"Oha! Yok artık!"
Bana sadece acılı bir tebessüm bırakıyordu elimi tutarken. Sesini çıkarmıyor, öfke saçmıyor, hiçbir şey söylemiyordu. Elimi elinden çekerek kendim kalkabileceğimi söyleyerek duvara tutunup kalktım. Her zaman böyle kibirliydim zaten, burnumdan kıl aldırmazdım. Hep ihtiyaç duyar, fakir fukaranın ekmeğe hasret yaşantısı gibi geride bıraktıklarımın lanetli yokluklarıyla kibirimi yarıştırırcasına baş etmeye çalışırdım. Bilinçaltım rüyalarımda onlara hep köfte patates ısmarlayıp doyuran anaç anne edasıyla onları karşılardı. Uyku firari yanlarım onların eseriydi.

Ardıma bile bakmadan resepsiyonistin yanına vardım.

"Neler oluyor burada! Hemen anlat, çabuk!"
"Sakin olun bayan, derin nefes alınız lütfen."
"Ne derin nefesi be? Burada ne işim var, bu insanların burada ne işleri var?!"
"Bu insanlar? Bu insanlar mı diyorsunuz siz onlara? Halbuki bir zamanlar bu insanlar dediğiniz insanlar sizin için en değerli varlıklardı. Hepinizi buraya topladık, çünkü hepiniz birbirinizden nefret ede ede sevgiyi çürüttünüz, birbirinize söyleyip üzgünüm diyebileceğiniz birbirinizden helallik almanızı gerektiren durumlar yok mu?"
"Ne helalliği be! Canımı yakanlara bir de plaket sunayım istersen. Saçmalamayı kes, gidiyorum ben."

Yanımda eşya olup olmadığını düşünmeden çıkış kapısına doğru hızla yürüdüm ve kapıyı açmaya yeltenip kapıyı ne kadar zorlasam da açılmadığını gördüm. Resepsiyoniste dönüp baktığımda bana sinsi bir edayla gülümsüyordu.

"Aç kapıyı!"
"Maalesef hanımefendi, lütfen sakin olur musunuz?"

Çocukluk aşkım ve türlü gıybetlerle gol atarak hayatından çıktığım insan öylece yine her zamanki gibi sesini çıkarmayarak elleri cebinde bana bakıyordu. Derin bir vicdan azabıyla bir ürperti sardı içimi. Üşüdüm.

"Bak kardeşim, lütfen. Birbirimizin hayatından iyi kötü çıkmışız sayfalar kapanmış bir daha açılmamak üzere. Konuşacak hiçbir şeyimiz yok. Neden yapıyorsun bunu?"

Otel odalarından tıpkı benim gibi hiddetle çıkan başka insanlar da vardı. Kavga sesleri birbirine karışıyordu, tanımadığım birçok insan tanımadığım başka insanlarla el kol hareketleri ve mimikleriyle yarışırcasına kanlarını kusuyorlardı.

"Dikkat dikkat! Sessiz olalım lütfen. Burası gördüğünüz gibi yıllardır görmediğiniz, nefret ettiğiniz, ah ettiğiniz, ahlarını aldığınız insanlarla sizi bir arada tutmak zorunda olduğumuz 'üzgünüm oteli' burada kaldığınız süre boyunca daima birbirinizin yüzünü görecek ve birbirinizle konuşmak zorunda kalacaksınız. Yoksa hiçbirinize hizmet yapılmayacak, dışarı çıkılmanıza izin verilmeyecek su bile verilmeyecek."

Gözlerim şaşkınlıktan ve korkudan yuvalarından fırlayacak derecede açılmıştı. Yok, kesinlikle bir kâbustu bu. Birazdan uyanacaktım ve odamda bana göz kırpan güneşin evladı misali yastığım gözlerime parıldayarak uyandığım için bana bugünün güzelliğiyle öpücük konduracaktı. Öyle değil mi, öyle mi, öyle değil mi?!

Hayır, öyle değildi. Uyanmıyordum. Zaten uyanıktım. Kanlı canlı duruyordu karşımda gerçekler, okul yıllarımdan en nefret ettiğim öğretmenim bile şu an karşımdaydı. Bir insan hiç mi değişmezdi Allah aşkına? Hâlâ aynı suratsızlıkla gözlerimin içine bakıyordu. Sanki biraz sonra karnemi elime tutuşturup sınıfta kaldığımı söyleyecek gibiydi. Yemin ederim keçileri kaçıracağım. Bitsin bu işkence!

"Şimdi, sizinle bir terapi yöntemi olarak bilişsel sürecinizi de hızlandırmak maksadıyla..."
"Geç geç! Geç bu zıpır konuşmaları, sadede gel."

Elimde bir oklava olsaydı kafasına hiç acımadan vuracak gibiydim vasıfsızın! Ben ona öfkemi kusarken o yine otuz iki diş sırıtıyordu. Tipsiz diyerek çenesine bir yumruk sallamak geldi içimden. Hanımefendi kişiliğimle hiddetli halimin önüne geçiverdim. Her zaman asildim.

"Tamam, uzatmıyorum. Direkt söylüyorum o zaman. Haydi, sarılın birbirinize"
Birdenbire topluluktan kahkaha sesleri yükselmeye başladı.

"Ay delireceğim. Manyak bu"
Düşüncelerimi bastıramaz hale gelmiştim ve paldır küldür söylüyordum.
"Çok ciddiyim ben. Sarılacaksınız."
"Sana sarılsak olmaz mı gardaş?"

Arkalardan bir yerlerden pala bıyıklı bir amca resepsiyoniste ciddi ciddi yürüyordu. Gardaş, kardeş, bıdı bıdı agucuk agucuk diyen birçok insan gerçek niyetinin kamuflaj edilmiş kıyafetine bürünürdü çoğu zaman. Eminim bu da onlardan biriydi. Bıyıklarını burup gözlerini belerterek kendisini yakışıklı sanarak yakışıklı ama özgüvensiz erkeklere çelme takıyordu.

"Gelin feryat bey, gelin lütfen yanıma"

Resepsiyondaki herkes bakakalmıştı. Resepsiyonist ciddi ciddi pala bıyıklı amcayı yanına çağırıyordu. Sarılacaklar mıydı acaba?

Kalabalığı yararak özgüvenli özgüvenli bıyıklarını burarak resepsiyonistin yamacına gelip bir kuş gibi konuverdi.
"Adam öldürmüşsün feryat bey, arkandaki üç genç erkek de öldürdüğün adamın kardeşleriymiş. Doğru mu?"
"Tövbe bismillah" diyerek kendi kendimi sarmak tenezzülüne giriştim yalnızlıktan korkuşumda yaptığım gibi.

"Evet. Öldürdüm. Hapis de yattım, kanunen cezamı da çektim, daha ne?!"
"Peki vicdanen rahat hissediyor musun o insanın kardeşlerini karşında görünce?"

Bıyıkları bile surat asmıştı sanki feryat beyin, adı gibi bir feryat koparıp hepimizi kurşuna dizecekmiş gibi bir korku kaplamıştı içimi. Yavaştan yavaştan arkalara doğru kendime sessiz bir yer seçeyim derken onunla çarpıştık! Eski sevgilim, beni kapının önüne kedisini bırakıp kedisinin önüne mamasını verdikten sonra her kabahati işlemek mübahtır diye düşünür gibi kapıya atmıştı. Birlikte yaşamıyorduk tabii; hayatının kapısından kovulmuştum ben. Nev-i şahsına münhasır asilzadelerden bir genç kızdım.

"Önüne bak!"
"Asıl sen önüne bak!"
"Çekil karşımdan be!" diyerek onu ittim. Tam odama doğru artık kaçmak istercesine koşar adımlarla ilerliyorken sağ kolumdan tutup beni kendisine doğru çekti. İşte şimdi göz gözeydik! Yıllardır bakmayı unutmuştum gözlerine, bunca yılda hep mi aynı, hep mi güzel kalırdı? Kafamdan bu düşünceler geçerken beni terk edişiyle baş başa kaldığım o günler bir kez daha kabak gibi karşıma çıkmıştı.

"Bırak kolumu! Senden nefret ediyorum!"
Nefret dediğimiz şey maskeli balolarda birbirimizi tanımamak için heyecan yaratmak uğruna taktığımız maskelerden başkası değildi. Nefret diye bir duygu yoktu aslında. Birini ya seversin, ya sevmezsin. Hayat yalnızca sevginin karışımından sunmuştu bize. Nefret içine ancak ve ancak sahtelikle karışabilirdi ve o sahtelikten en çok insanın kendisi pay alırdı. İnsan en çok ve aslında sadece kendisini kandırırdı.

Onun yanından nefretle ayrıldığımı sanarak merdivenleri bu kez ikişer ikişer çıktım. Bir başkasıyla daha karşılaşmak korkusuyla odamın kapısını kilitlemiştim. Aman Allah'ım, buradan çıkış olmayacak mıydı? Aşağıda neler olduğunu bilmek istemiyordum artık, sadece evimde olmak ve herkesi her şeyi unutmuş bir insanın yaşamakta özgür olduğu hayatıyla ayaklarımı uzatıp televizyonumu izlemek istiyordum. Birdenbire balkondan tıkırtılar gelmeye başladı. Can havliyle yastığı kaparak balkona doğru yürüdüm. Beni öyle görünce ellerini havaya kaldırarak "dur, dur sakin ol!" dedi bir zamanlar en yakın arkadaşım olan insan...

"Ne işin var odamda?"
"Konuşmak istiyorum"
"Ben istemiyorum"
"Lütfen... hem konuşmadan buradan gidebilmemizin bir yolu yok, anlamıyor musun?"
"Hepsi zırvalık bunların. Çık dışarı!"
"En son hayatında neye inandın sen?"

Sorduğu soru beni şaşırtmıştı. İstemsiz düşünmeme de neden olmuştu. En son neye inanmıştım ben? İnanmak... inanmak neydi? Neye inanırdı insan? İnanmak bir duygu muydu, bir eylem miydi? Sevgi gibi değildi ki. Yoksa sevginin temeli miydi? En son neye inanmıştım ben? Cevabı bulurken aynı zamanda da gülümsedim. En son hayallerime inanmıştım ben. Gerçeklerle hiçbir zaman ilgim olmamıştı, aslında inancın temelinde gerçekler yatardı. Gözle görürdük, kulaklarımızla duyardık, ellerimizle dokunurduk. Nesnel dünyamızın kavrulmuş kestanesi gibi bir hayatımız vardı. Bazı gerçekler çok acıtırdı çünkü. Hayallerim gerçeklerle hep savaşınca ve ben hangisinin gerçekten gerçek olduğunu şaşırınca evet, o zaman inanmaktan vazgeçmiştim. Kendime inanmıyordum öncelikle. Çünkü ben her zaman gerçektim. Hayallerimin ipin ucunda cesaretli nefes alışlarıyla gerçekleri buluşturabileceğime inanamıyordum bir türlü.

"Arkadaşlığımız neden bitti sence? Çünkü sen inanmadın. Sevgi inanmayı gerektirir. Sen sadece tek kendin sevilmek istedin ne yaparsan yap, ne yapamazsan yapmadığında bile. Sevginin emek olduğunun bile farkında değildin hiçbir zaman. Hep sadece sevilmek istedin."

"Kapa çeneni!"

Kulaklarımı kapatarak bir hışımla odadan dışarı çıktım, sonra dayanamayıp tekrar odaya girerek balkona geçtim. Mademki çıkamıyorduk buradan, o vakit balkondan atlasam kurtulurdum. Kaçış personeli gibiydim, kaçmaya dairdi düşüncelerim. Yüzleşmek korkuturdu. Anlık kurtuluşlar yaratayım da gerisi ne olursa olsundu...

"Tamam sen kazandın" diyerek önce istemeyerek sonra da bırakmayı istemeyerek bir zamanların yakın arkadaşına sarıldım. Gökyüzünde havai fişekler patladı sanki. Sonra da bir daha ardıma bakmadan odadan çıkıp resepsiyona indim.

Feryat bey öldürdüğü adamın kardeşlerinden helallik isteyip neyi niçin yaptığını anlatıyor ve gözyaşlarını tutamıyordu. Herkes birilerine sarılıyor, herkes birileriyle hesaplaşıyor herkes çıkış yolunun tek bu olduğuna inanmayı seçiyordu. Bu kez herkesi affeden ben olmayacaktım. Artık bu yeterdi. Bir kişinin susması için bir kişiyle sarılmak yeterdi. Çıkış kapısı açılmıyordu madem; o vakit kapıyı açmanın başka yollarını bulacaktım. Kolay pes etmeyecektim derken çocukluk aşkımın elinde bir papatyayla bana doğru geldiğini gördüm. Önce yutkundum, sonra şaştım, en sonunda da gülümsedim.

"Elimde iki papatya var. Eğer sarılmayı istemezsek onlar birbirlerine sarılsınlar. Bu da olmaz mı sence?"

Namahrem yanlarından vurmuştu hayatımın, ilk masumiyetin ilk gıybet Faslı'na esir etmişti beni; onun iyi bir insan olabileceğine rüyamda görsem inanmazdım artık. Çelişki dolu söylemlerimle birdenbire elimi ona uzattım. Papatyalardan ikisini de aldım. Koparıp ayağımın altında ezer gibi yaptıysam da böyle bir hamleyi bu kez yapmadım ve inadıma tekme atarak ona gözlerimi kapatıp içten sarıldım.

"Sahi, neydi aramızdaki kırgınlık? İnan unuttum ben de... gereksiz bir şeymiş demek ki yılları öylesine mesken tutan; olsun..."

Birbirimizden ayrılıp gözlerimizin içine bakarken onu özlediğimi fark ettim. Neden değişmiyordu nefretimin sahipleri? Neden hepsi hâlâ ilk günkü hallerindeydi?

"Evet, şimdi çıkabilir miyim? Affettik, sarıldık, gitmek istiyorum."
"Bir kişi kalmadı mı sence?"

Eski sevgilimden bahsediyordu. Ona ölsem sarılmazdım. Her yanı ayrılık kokuyordu bir kere; tütsü bile ondan güzeldi şimdi. Çok kırmıştı çok incitmişti ona sarılamazdım.

Çıkış kapısı hafif aralanmışken kendimi zor bela dışarı attım. Aman Allah'ım o karşımdaydı ve benden önce çıkmıştı. Ne yani, ben ondan daha mı kötü bir insandım?

"Aptal" diyerek yanından geçtim hızla.
Üstüne dahi alınmadı, çünkü o da farkındaydı; en büyük aptallık kibirine yenik insanın aptallığıydı. Evime gidecektim gitmesine de evimin yolunu unutmuştum. Sahi, benim bir evim var mıydı? Affetmiştim ama; tenezzül etmiştim iyiliklere, bir kişinin gülcemaline ışık saçıp onu memnun etmedim diye miydi bu cezalar? Taksi çevirecek param bile yoktu cebimde. Arkama döndüm hâlâ oracıkta duruyordu.

Koştum, koştum, koştum ona ulaşmaya çabalayarak; ve durdum karşısında. Yüzüne tükürülecek biriydi aslında, ama haydi işte neyse... lütfedip kibar yanımla elimi uzattım tokalaşmak için. Gülümsedi. İnsanlar ne de zor affediyordu.

"Sanırım haklıydın. Biz boşuna kibir müsveddesi bir hayatın ebedi dostu oluyoruz. Olmadıysa olmadı bir şeyler yaşandı ve bitti kalpler kırıldı közler bile küle döndü; her şey geçip gidiyor anasını satayım. Bakma sen argo konuştuğuma, sen bana en edepli sevda yanımla gelmiştin. Senden sonra anladım ki hayatın bir namusu yok; ona sıfatları da veren biziz. Haydi gel, affettim seni. Sen yoluna, ben yoluma; uzat elini de kurtaralım nefretimizi..."

Aslında nefret kürsüsünde konuşma yapmak gibi bir kolaylık sağlamaz nefret biz insanoğluna; onunla kavururuz kendimizi, ısmarlarız bolcasından; hiç gerek yok her şey biz gibi hiçken. Çok kibirli yanlarımızdan af diletiyoruz hayata; henüz biz af dileyip bağışlamayı öğrenememişken...

Bir daha ardıma bakmadan ellerim cebimde yürüdüm, evimi hatırlıyorum. Kapıyı çaldığımda hizmetlim beni karşılıyordu.

"Arayan soran var mı?"
"Var hanımefendi, yarınki imza gününüzü hatırlatmamı istediler."
"Evet doğru ya... imza günü..."

Bilgisayarımın başına geçtiğimde üzgünüm otelinin taslağının son bölümüne yazarın sevgi dolu sözcüklerini saçıyordum.

"Sevgiden korkma, sevmek hayatı yaşamak lüksümüzün tek gerçeğidir. Affetmeyi tek çare diye değil; çarelerin en güzeli diye seç, affetmek yaşamı kucaklamak lüksümüzün tek gerçeğidir çünkü."

29 Kasım 2016 14-15 dakika 77 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (2)
  • 8 yıl önce

    Günün öyküsünü ve yazarımızı kutlarızud83eudd20ud83eudd20

  • 8 yıl önce

    Teşekkür ederim. Saygılar...