Veronez Yeşili
Yağmur başladı. Ara ara. Sakin sakin. Yeterince ıslandıktan sonra otobüs geldi, bindim. İçerisi kalabalıktı. Arka taraflarda oturulacak yer gördüm. Tek kişilikti. Kalabalığın içinde insanlara sırtımı vererek ilerledim. Sırtımı dayadığım onca insan olmuştu. Çok güvende olmalıydım... Sonunda oturdum. İnsanlar başlarını birbirinin omzuna değil, soğuk ve mozaiklere dönüşmüş ufak lekeleri olan camlara yaslamıştı. O mozaikler silmekle çıkmayan lekelerdi. Büyük camın içinde çok küçük bir yer tutmasına rağmen, gözümüz o mozaikli lekeye çarpıyordu. Acılarımız da bazen böyledir... Herkeste garip bir yolculuk hüznü vardı. Olsundu... Derken önümde oturan kırk-elli yaşlarında bir kadın gördüm. Klasik ve güzel giyimli, bakımlı, güzel kokulu, şefkat kokan bir kadın. Anneye benziyordu... Kitap okuyordu. Kulaklığına serum muamelesi yapıp bağlanan insanları görünce, elinde kitap olan o kadına muazzam bir saygı ve hayranlık duymaya başladım. Bu yaş gruplarındaki insanların kitap okuyor olması içime biraz umut serpti. Gülümsedim. Sonra tam kadının okuduğu kitaptan bir kaç cümle yakalamaya çalışıyordum ki, kitap kapandı. Ön ve arka kapağına şöyle bir göz atıldı, çantaya koyuldu ve kadının gözlerinden otobüsün camından gözükenlerin de ilerisini görebilecek derin bir bakış çıktı. Okunan kitabın ismi yüzümde bir yumruk gibi patladı. Gülümsemem dağıldı. "Alzheimer Hastası İle Yaşamak."
Ayağa kalkıp bir başkasına yer verdim. Kadının yüzünü izleyebileceğim bir yere ilerledim. Durdum ve kadını izlemeye başladım. Kadının gözünden bir kaç damla yaş süzüldü. Ama ağlamıyor denilecek kadar güçlüydü. O kadar soğuk kanlıydı ki, yaşlar her an bir buz kütlesine dönüşüp suratında parçalanabilirdi. Boynundaki ince kolyede yazıyordu, ismi Gülay'dı... Çantasından bir not defteri çıkardı. Günlüğe benziyordu. İlk sayfasını açtı. Bütün kelimeler çok net görülebiliyordu...
'6 Nisan 2014'
Gül-ay. Güllerin açtığı ay... İsminin anlamına bu kadar zıt bir yaşam süren bir tek ben varımdır herhalde... Yıllar önce bir ay gibi ışıltılı olan karnımda açan gül, oğlum... İnanç... Yeşil gözlüm. 'Veronez yeşili, zümrüt yeşili, krom yeşili, hepsi katılmıştı birbirine' ve İnancın yeşili bulunmuştu... Onun bu halini izlemek, artık güllerimi değil soldurmak, açtırmıyor bile...
İnanç bir ay önce, dokuz yaşında düştüğü için yara izi kalan bacağına ne olduğunu sordu... Nefesim kesilir gibi oldu, toparlanıp anlattım... İnanç bir hafta önce, anne, kızma ama anımsayamadım, senin adın neydi? diye sorduğunda bulaşık yıkıyordum. Suyu daha şiddetli açıp hıçkırıklarımı duymamasını sağladım... Ona baktım, bir mum gördüm, eriyen. Eridikçe yanaklarımı eritecek gözyaşları akıtan bir mum... Ve İnanç, yarın veronez yeşili gözlerini bana dikip, beni tanımadığını söyleyince ne yapacağımı bilmiyorum...
Gülay, günlüğün boş bir sayfasına bugünün tarihini attı ve bir kaç damla gözyaşı bırakıp sayfayı kapattı.
Uzunca yürümek istiyordum. Bir sonraki durakta inmek için kapıya yaklaştım. Daha sonra ani bir fren sesi duyuldu. Bir çığlık, sonrasında ufak bir sessizlik, daha sonra etrafa toplanmış bir insan yığını ve otobüsün camına yumruk olup çarpan eller... Otobüs kaza yapmış, bir kişiyi ezmişti... Şoför ne yapacağını bilmediği için kapıları kapalı tutuyordu. Birden ellerini saçlarını götürdü. Saçlarını çekerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Otobüsteki herkes acının sese bürünmüş halini dinliyordu. Otobüsün camına yumruklar iniyordu. Şoföre bakmak için yanına gittim. Gülay Hanım, şoförün geçirdiği şokun kalıcı bir etki yaratmasını engellemek için birkaç ilkyardım müdahalesi yapıyordu. Şoförün Elinde bir fotoğraf vardı. Tekerlekli sandalyede oturan bir çocuk... Oğlu... Ailesi... Hatalıydı. Ömrünün geri kalanını onlardan uzak geçirmesini sağlayacak bir kaza yapmıştı. Hatalıydı. Ama insandı. Bir çocuğu vardı. Tekerlekli sandalyeye mahkum bir çocuğu. Bu neden bile gözümde onu masum yapabiliyordu... Bir çocuğun ölmesi gerekiyordu. Ölecek bir neden arıyordu. Bu neden, tekerlekli sandalyeye mahkum bir çocuğa bakması gereken bir adamı bulmuştu. İnsanlar buna kader diyordu...
Otobüsün kapısı açıldı. Dışarıda bağırıp otobüsün camını yumruklayan adamlar yumruklarını şoföre indirmeye başlamıştı. Otobüsteki insanlar onları uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bir ambulansın siren sesleri duyuldu. Ürkütücü ve soğuktu. Çığlıklar siren seslerini bastırdı. Yürüdüm. Yerde yatan gencin metrelerce ileri sürüklenmiş kahverengi kordonlu saatini gördüm. Biraz ileride deri çantasını vardı. Daha ileride de siyah ayakkabıları. Saati sevgilisinin hediyesi olabilirdi. Bir sevgilisi olabilirdi ve bu acıyı ikiye katlardı. Çantasını annesi almış olabilirdi ve bu acıyı üçe katlardı. Ve ayakkabıları... Ayakkabılarını kendisi almış olabilirdi. Ama bu acının katlanmasını durduramayabilirdi...
Yürüdüm. Siren seslerinin içinden, çığlıkların içinden geçtim, yürüdüm. Gencin yüzüne bakmak için yürüdüm. Polisler gencin cebinden telefonunu çıkarmışlardı. Bir yakınının telefonunu çeviriyorlardı. Derken o karmaşanın içinde arkamdan gelmekte olan topuklu ayakkabıların seslerini duydum. Arkamı döndüm. Gülay Hanım'dı. Bu kargaşa ve yıkım dolu ortamın verdiği acıyı omuzlarından biraz olsun atıp hafifletmek için olay yerinden uzaklaşmaya çalışıyordu. Birden Gülay Hanım'ın telefonu çalmaya başladı. Bir polis memuru kaza yapan gencin annesini arıyordu. Hemen arkamda beliren bir annenin, Gülay Hanım'ın telefonu çalıyordu. Günlerdir kulaklarımda olan bir çığlık duyulmaya başladı.
Yerde yatan gencin açık olan gözlerine baktım. Gözleri veronez yeşili, zümrüt yeşili, krom yeşiliydi...