Yağmur Kadın

"Gözleri badem yeşili,
Saçları bal sarısıydı" *

Adı Fahriye, tıpkı A. Muhip Dranas'ın ünlü şiirinde geçtiği şekildeydi adı. Ama abla olmaya daha çok yılı vardı. Tozlu, bir o kadar da sözlü küçücük şehrin sokakları dardı ona. Ne zaman sokağa çıksa caddenin her yaştan delikanlısı onu iç çekerek izlerlerdi.

Babası Cumhuriyetin ilk memurlarındandı. TCDD'da makinistti; köy kökenli yoksul bir aileden geliyor olmasına rağmen, çalışkanlığı ve saygılı kişiliği ile birlikte amirlerince hep takdir görmüştü. Hatta bu erdemliliği sayesinde, amiri olan istasyon şefinin çok sık görüştüğü Zahirecilerin kızını eş seçebilme şansını yakalayabilmişti. Sevgiyi de, aşkı da evlendikten sonra tattı. Bir erkek çocukları, bir de Fahriyeleri olmuştu. Yaşam ne garipti ki onun dünyaya gelmesini sağlayan babasını, 16 yaşındayken onlardan alıvermişti. Babasının aniden, o meçhul yolculuğa çıktığında lise diplomasını almaya üç ayı vardı. Bir ikindi üzeriydi, ailece evdeydiler, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.

Ne kadar çok severdi babasını. Ne güzeldi onunla birlikte olmak. Kollarında uyumak, hafif ter ve is kokan yumuşacık saçlarını koklamak. Babacığım babacığım diyerek sarılmak. Nasırlı ellerini öpmek, her zaman tıraş olmuş yanaklarından öpmek. Öldüğünde çok ama pek çok ağlamıştı. Yağmurların hep bulutlardaki su buharının soğuk bir alana geçmesiyle oluştuğunu öğrenmişti hayat bilgisi dersinde. O güne kadar hep çok hoşlanmıştı bu doğa olayından. Oysa o gün gerçek yağmur gözlerinden boşalıyordu, üstelik ne bir bulut vardı ne de bir rüzgar. Sadece canı kadar sevdiği babası yoktu. Gözleri yağmuru, yağmurlar gözlerini o gün öğrendiler ve birbirlerini hiç unutmadılar. Ergenliğinin ilk safhasını birlikte tamamladılar. Her ne zaman yağmur yağsa, içinde tanımlayamadığı bir hüzün oluşurdu. Terk edilmişliği yaşardı sanki, gidip de gelmemeyi; gidip de dönmemeyi...

Yağmurun gizemli sessizliğinde, buğulu kahverengi gözlerinden süzülen yağmurlarla birlikte pencerenin kenarına oturur, ıslandıkça parıldayan parke taşlarından alelacele koşturan insanlara bakardı. Onu o gün tanıdı. Yine yağmurlu bir gündü. Buğulu gözleri yaşlarla dolu pencereden dışarı bakıyordu. Caddenin karşı tarafındaki evin kuytusunda gizlenerek yağmurdan korunmaya çalışan bir suliet gördü. Çaresiz insanlar hep ilgisini çekmişti. Suliete dikkatle baktı. Genç bir erkekti karşıdaki. Yüzünü seçemese bile, narın vücudunu ve kısacık saçlarını fark edebiliyordu. Birden onun da kendisine baktığını fark etti, içinde garip bir dalgalanma hissetti, garip bir ışık yanıp söndü sanki. Hemen tül perdeyi pencereyi tamamen örtecek şekilde çekti. Ama tülün arkasında kalarak karşıdaki suleiti izlemeye devam etti. İçinde hiç daha önce tanımadığı ılık bir rüzgar vardı. Yağmur durmamıştı ama, kahverengi gözlerinde o an sadece buğu vardı.

"Gözleri badem yeşili,
Saçları bal sarısıydı,
Peteğimin tadı tuzu,
Peteğimin arısıydı"


Kim bilebilirdi ki, o gün yağmurda tanıdığı genç delikanlı ile bir defa daha karşılaşacaklarını. Gerçi ilk gördüğü o günden sonra sık sık pencereden dışarı bakıp, onu görmeyi hayal etmişti. Ne ilginçtir ki bu hayali kısa zamanda gerçek oldu. Daha sonraki günlerde o kadar hızlı gelişmeler oldu ki, hem kendisi hem çevresi hayretler içinde kalmışlardı. Altan'ın onu bir gün çarşıda yalnızken görmesi, evliliğe yönelik bir teklifinin olması, nişan, nikah derken İzmir Yeşildere semtinde buldu kendini. Hem de karnında bebeği ile birlikte. Altan'ı çok seviyordu. Gözleri badem yeşil Altan, saçları bal sarısı Altan. Eşin de kendisini sevdiğine inanıyordu. Artık yağmurlu günleri bitmişti, sımsıcak bir yaz mevsimini yaşıyordu. Biz onu komşu oğlumuz Altan ile evlendikten sonra tanıdık. Çok zarif, cici bir bayandı. Tatil ve bayramlarda kapı komşumuz olan kayınvalidesilere ziyarete gelirdi. Bizi ne zaman görse kucağına alır, öper, mutlaka pazen elbisesinin ceplerinde bulunan şeker ve çikolatalardan verirdi.

Altan bir gün eve her zamankinden erken geldi. "Hadi Kordon'a gidelim" dedi. "Alper'in ayakkabılarını ben giydiririm, aman hamileliğin 4. ayındasın artık kot pantolon giymesen ??". "Peki" dedi. Bu eşine söylediği dört harfli kelimenin, yaşamında yeni bir dönemin başlangıcının anahtarı olacağını nereden bilebilirdi ki. Yavaş adımlarla Kordon'a ulaştıklarında Altan Libya'ya gitme fikrini açmıştı. Pembe ufukları anlatıyordu, daha çok paraları olacak, daha iyi şartlarda yaşayacaklardı. Ama bunun için 2 ya da 3 yıl sürecek bir ayrılık vardı önlerinde. Büyük hayalleri için buna katlanılmalıydı. Kıyıda bir banka oturup denizi seyrederken, derin maviliklerde (deep-blue) sanki belirli belirsiz bulut yansımalarını gördü. Temmuz günü bulutlar ne ola ki diye düşündü, başını gökyüzüne çevirdi. Gökyüzünde hiç bulut yoktu.

Fahriye geri döneli iki yılı geçmişti. Annesi ile birlikte yağmurlu günlerinin geçtiği evde kalıyorlardı. İkinci çocuğu yaklaşık 18 aylıktı. Oda babası gibi yeşil gözlüydü. Yine sık sık pencerenin kenarına geliyordu, ama şimdi artık üç kişiydiler. Çocuklarını sıkıca bağrına basıyor ve babalarının geleceği gökyüzüne bakıyorlardı. Yağmurlar sadece gökyüzü ile yeryüzü arasındaydı. Haftanın ortasında postacının getirdiği Libya pullu mektupta Altan "dönüyorum" diyordu. Erken bir dönme, inşallah hayırlı bir dönüş olsun diye düşündü.

Altan döneli 4 ay olmuştu. Libya'dan getirdiği küçük birikim hızla eriyordu. Mutlu birliktelik bu kaygıyla hafifçe neşesini kaybetmeye başlamıştı. Ülkede işsizlik bir kangrene dönüşmeye başlamıştı. Eskiden kolayca bulunan düzenli işler artık yoktu. Bırakıp gittiği işe yarı ücretle girmesi bile artık olanaksızdı. Bir sabah "Büyük bir şehir'e gideceğim" dedi. Bu sefer Fahriye'ye danışmadı, sormadı bile. Temmuz ortasında İzmir'de mavi derinliklerde gördüğü bulutları anımsadı, gözleri yaşarmıştı bile. Ayrılık ateşi düştü bir kere ha Libya, ha İstanbul. Hatta daha kötüydü hiç olmazsa Libya'da bir işi vardı ve döneceği süre az çok belliydi.

"Gözleri badem yeşili,
Saçları bal sarısıydı,
Peteğimin tadı tuzu,
Peteğimin arısıydı,
Şimdi uzakların oldu,
Şimdi ellerin oldu "

Duyduğumuz kadarıyla Fahriye'ye altı ay sonra bir posta kartı gelmişti Kıbrıs'tan. İyiyim, yeni iş buldum diyordu. Bir yıl sonra bir akşam, İran'dan ödemeli bir telefon araması geldi babama, komşu oğlumuz Altan'dan. Gidişinin üçüncü yılı bir sabah elinde bir bebekle genç bir hanım duruyordu evimizin kapısı önünde, Altan'ı arıyordu. Bolu taraflarından bir yerlerdendi. Kadının ve kucağındaki bebeğin ağlamasından pek bir şey anlayamamıştık. O kabus dolu günden hatırladığımız komşu oğlumun her nasıl başardıysa türlü sözlerle o kızı baştan çıkarıp hamile bıraktığı ve sonrasında da sırra kadem bastığıydı. Bu talihsiz bayana metanetli olmasını öğütlemekten başka bir şey söyleyemedik çünkü kısa bir süre önce başka bir yere taşınan komşularımız adreslerini kimseye vermemeleri için bize sürekli ricada bulunmuşlardı. Yağmurlar yağıyordu Fahriye'nin küçücük dünyasında, yağmurlar vardı gözlerinde, biteviye. O akşam babam bizi yanına çağırdı ve Altan'ı bize anlattı. Çünkü onun hakkında bal sarısı saçları, badem yeşili gözlerinden başka, uçarı yaşadığından öteye fazla bir bilgimiz yoktu. Babam bize Altan'ın küçüklüğünden beri çok haylaz bir çocuk olduğunu, özellikle annesinin de onun yetişmesinde büyük payı olduğunu örneklerle anlatmıştı. Altan dedesinin evinden başta zahire olmak üzere para edebilecek çeşitli maddeleri çalıp çarşıda satıyordu. Babama göre annesi de bu durumu biliyor ve hatta teşvik ediyordu. Yıllar bu tür yanlışlarla geçti ve ne yazık ki Fahriye bu yakışıklı uçarı delikanlıya inanmanın acı bedelini yaşamaktaydı. Öğrendiklerimizden hepimiz şok olmuştuk.

Yıllar geçti bizler büyüdük, zaman kendi sorun ve yaşam şekillerimizle geçti gitti. Ben resmi bir dairede işe başlayıp çocukluğumun geçtiği küçük şehre tayin oldum. Ne mutlu tesadüf ki Fahriye'nin hala yaşamakta olduğu ev yakınlarında bir ev bulduk ve taşındık. Bir gün yolda karşılaştık, hemen tanıdı özlemle sarılıp öptü beni, tıpkı çocukluğumdaki gibi. Bu kez şeker vermedi, eminim ki cebinde yoktu, ya da eminim cebinde şekere ayıracak fazla parası yoktu. Sonradan öğrendim annesinin öldüğünü ve oğullarıyla birlikte yaşadığını. Yıllar çok acımasız davranmıştı onda dünün Fahriye'sinden pek fazla bir şey bırakmamıştı. Gerçi acımasız olan yıllar mıydı, Altan'mıydı onu sadece kendisi biliyordu. Babaları kadar yakışıklı olan oğulları da hayırsız çıkmışlardı. Armut dibine düşmüştü, ilkokuldan sonra okumamış, sokakların avere takımından olmuşlardı. Hatta şimdi 16 yaşında olan küçük olanın hırsız olduğu bu nedenle birkaç kez içeri girip çıktığını söylemişlerdi onları tanıyanlar. Altan'dan çelişkili haber vardı. Evlilik sözü ile kandırdığı bayanların şikayetinden dolayımı, yoksa çevirdiği yasadışı işlerden dolayımı bilinmez sürekli polisten kaçıyordu. Bunu da Fahriye'nin evine sık sık yapılan polis baskınlarından anlıyorduk. Oysa yıllar vardı ki Altan ayak basmamıştı bu eve. Bir ara Mersin'de olduğunu ve orada bir bayandan iki çocuğu olduğunu; son beş yılda Konya ve en son olarak ta Antalya'ya geçtigini öğrendim, hem de arkasında gözü yaşlı bayanlar bırakarak. Yağmurlar yağıyordu Fahriye'nin küçücük dünyasında hala, yağmurlar yağıyordu gözlerinde, hiç ara vermeden.

Birgün işyerinde çalışırken, telefonum çaldı. Santral memuru arkadaş hastaneden arıyorlar dedi. Endişelendim birden. Hastane görevlisi "Burada Fahriye isimli bir bayan var, acil serviste müşahede salonunda, sizi aramamı rica etti" "Tamam" dedim, hemen eşimi arayıp hazır olmasını ve yanına bir iki parça giysi almasını istedim. Az sonra yanındaydık. Koluna serum bağlantısı yapmışlar, büyük bir ıstırap içinde kıvranıyordu. Gülümseyemedi bile, sadece bizi rahatsız ettiğine dair sözlerini zorlukla duyabildik. Çarşıda yere yığılıp kalmıştı, çevredeki insanlar bir araba tutup getirmişlerdi. Çocuklarına telefon etmemi binbir zorlukla anlattı. Yüreklerimiz paramparçaydı. Güzelim yüzü solmuş, kuru bir yaprak gibiydi, bir zamanlar sevgiyle dolu kahverengi gözlerinde birkaç damlada olsa yağmur vardı. Ne tesadüf ki gökyüzü de bu seremoniye yağmurlarıyla eşlik ediyordu. Çocukları az sonra geldiler ama annelerinin son nefesine tanık olamadılar. Doktorlar çaresizdi, Fahriye bütün tıbbi müdahalelere cevap vermiyordu. Son anlarında yaşlı gözleri hep kapıya bakıyordu. O anlarda gelmesini beklediğinin kim olduğuna karar verememiş, oğullarıdır diye düşünmüştüm. Oğullarının annelerinin üzerine kapanıp ağlamasını seyrederken yağmur kadın ve yaşadıkları gözümün önünden akıp gidiyordu. Bir müddet sonra hastane görevlisi cenaze işlemleri yapılabilmesi için nüfus cüzdanı ve sağlık karnesine ihtiyaç olduğunu söyledi. Çantasına baktık yoktu, çocuklardan biri "evde olmalı, gidip alayım" dedi. Oğlunun bu şekilde gitmesini doğru bulmadım ve anahtarı isteyerek, cüzdanların olası yerini sordum.

Fahriye'nin artık bir daha dönemeyeceği evine girdiğimde, garip bir hüzün vardı içimde. Bir ömrün sığdığı ve sonuçta yok olduğu bir eve girmek, ilk giren olmak ne çok garipti. Hafif bir leylak kokusu vardı odalarda. Tarif edilen dolabı açtım, üst üste dizilmiş cüzdanları alırken kadife kaplı bir defterde elime geldi. Cüzdan olmadığı belliydi, içimdeki merakı yenemedim ve ilk sayfayı çevirdim. Bizim çocukluğumuzun romantik bir şarkısının sözleri yazılmıştı hem de 2003 tarihli olarak. "Kalbim aşkının bir esiri, Seven kalpte bir serseri, Sevgi tanrını eseri, sevdim seni serseri ..." Son sayfaya bakmak için inanılmaz bir istek uyandı içimde. Dayanamadım ve açtım. "18 Aralık 2003; Bu gün gidişinin 8268. günü. Çok yorgun ve çaresizim. Seni bir gün daha fazla özledim. Sana ihtiyacım bir gün daha arttı. Ne olur artık gelsen ve gelsen de, hiç gitmesen, hiç gitmesen..." Fahriye'nin göz yaşlarıyla ıslanmış son satırlarını ve devamına yazdığı şiiri okurken gözlerimdeki sessiz yağmur, damlalarını artık daha fazla zapt edemiyordu.

"Gözleri badem yeşili,
Saçları bal sarısıydı,
Peteğimin tadı tuzu,
Peteğimin arısıydı,
Şimdi uzakların oldu,
Şimdi ellerin oldu...
Saçlarına
tel tel mısralar yaktığım yar,
Sevmek yasak mı aramızda,
Oysa asıl yasak olan sevmemektir,
Sevdiğim, Altan'ım
Seni hala benim olacakmışsın gibi
Seviyorum ... "

Günlerdir sürekli bardaktan boşanırcasına yağan yağmur dinmişti...



* Şemsi Belli'nin Bebekli Kız Şiirinden mısralar kullanılmış ve esinlenmiştir

19 Temmuz 2010 12-13 dakika 12 öyküsü var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (1)
  • 14 yıl önce

    O denli hüzünlü o dnli iç acıtıcı bir gerçek yaşam vardı sayfada.Ne yazık ki birçok ülke de kadının kaderidir bu acı sonlar.Kadın kendini ilk günden itibaren eşine,çocuklarına adar dişi kuş yuvasını sınırsız sahiplenir.Ancak erkek ne hikmetse güzelim,cicim mevsimlerinden sonra önlenemez hatalar yapar.Bu hep vardır,olacaktır. -Ben aldatılmadığımdan kesinlikle eminim diyebilen kaç kadın çıkar ???? Fakat bu öyküde ki Fahriye kadar da zalimce,bencilce,sorumsuzca aldatılmayabilir. -Sayın hocam kayda değer okunması gerekli,yaşamın içinden en az yaşam kadar acıydı her satır. -Paylaşımınız için teşekkürler. -Hayat sizi asla yormasın dilerim.