Yağmura Sığınanlar
Genç kadın, deri pardösüsünü savurarak çıktı eski binanın kapısından. Çok hızlı yürüyordu. Ansızın başlayan yağmur damlalarını teninde hissedince, memelerinin açıkta kaldığını fark etti. Sert bir hareketle pardösüsünün iri düğmelerini ilikleyerek kapattı onları. Evinden canhıraş fırladığı için üzerini giymeye vakti olmamıştı. Sarı bir fuları cebinden çıkarttı ve boynuna sardı. O sırada fularıyla beraber kâğıt paralar da cebinden fırlamış ve sırılsıklam kaldırımlara yayılmışlardı. Aldırış etmedi. Ağlıyordu.
Gündüzdü. Değil arabaların, insanların bile geçmediği bir sokaktaydı. Sanki bu mahalde hiçbir insan yaşamamış, hiçbir çocuk sobelenmemiş, çember yuvarlanmamış, düdük ötmemiş, meraklı başları camlardan uzanan kadınlar yağmuru seyretmemişlerdi. Topuklarını, zelzeleye sebep verecek kadar, şehrin eskimiş zeminine çarparak ilerliyordu. Yağmur damlalarını daha fazla hissetmek için elleriyle saçlarının arasını ayırdı, yüzünü yukarı kaldırdı ve bir süre gözlerini kapattı.
Yanından geçtiği çöplüğün içinde torbaları eşeleyen kediler gördü. Genç kadının geçmesini beklerlerken gergin görünüyorlardı. "İnsanlara cinsel hastalıklar maymunlardan, vahşilik ve yabanilik ise kedigillerden bulaşmıştır" derdi babaannesi. Ölmesine yakın, evinde beslediği kedi onun gözünü cırmalamış, gözkapağını bile yırtmıştı. Vefat ettiğinde eğilip yüzüne bakmıştı babaannesinin. Aklında kalan tek ayrıntı kapalı göz kapağındaki yara iziydi.
Yaz zamanı gittiği köyde babaannesi onu ve diğer çocukları çardakta toplayıp anılarını anlatırdı. Yanı başlarındaki Ermeni köylerini ve milli mücadele dönemlerini kâh ağlayarak, kâh gülerek yâd ederdi. Sonra önlerinden ?deli' dedikleri adam geçerdi. Her gün dağa çıkıp, elindeki sopa ile kayalara ve taşlara vururmuş. Seneler önce oğlunu askerde şehit ettiklerini duyunca buhranlar geçirmiş. Aklını oynatmış. İsyanından delirmiş! En sonunda ?Allah'ı dövüyorum!' diye dağları taşları dövmeye başlamış...
Ne zaman göklerin rabbi bir yaz yağmuru gönderirse, bütün çocuklar çardaktan kaçıp evlerine sığınırlardı. Kendisi ise minicik ayaklarını soyar, çimlerin üzerinde yalınayak koşardı. Başındaki kasketi ve elindeki sopayı yere fırlatmış ?deli'yi görürdü. Göz göze gelmeseler bile korkar, fakat içten içe de onu anlardı. Bu yağmurun ruhun koridorlarında yanarak gezen lavları nasıl uyuşturduğunu bilirdi...
Az sonra gökyüzü duruldu, kara bulutlar çekildi; yağmurun şiddeti azalarak kesilecekti. Durumu anlayan genç kadın sıkıntıyla yüzünü buruşturdu. Zaten en büyük zevkler kısa sürerdi. Pardösüsüsün soğuk derisi ile çıplak teni arasındaki ıslak rüzgâr, Nuh peygamberin gemisini dağın doruğuna yerleştirdikten sonra çekilen sular gibi terk edecekti bedenini.
Kararlı bir şekilde geri döndü ve geldiği yoldan evine doğru gitmeye başladı. Gözünün önünde üşüşen damlaları kaldırımlara ve apartmanların boş çatılarına düşerken görünce içi gitti. Kendi üzerine düşmeyen her yağmur tanesini zâyi olmuş sayıyordu. Vampirlerin tabutlarda uyumaları gibi, kendisi de bir sarnıçta uyumalıydı bundan sonra...
Evinin önüne geldi. Apartman kapısından içeriye girecekken bir tuhaflık ilgisini çekti: Genç bir erkek, apartmanın çatısından aşağı doğru inen su oluğuna ağzını dayamış kana kana yağmur içiyordu. Oluğun bir kenarı çatlamıştı ve oradan fışkıran yağmur suyunu avuçlarına doldurup yüzüne çarpıyordu. Ceketinin dış cebinde eski bir şairin incecik kitabının ucu görünüyordu. Bu kitap kendisinde de vardı. O mısraları kim bilmezdi:
?bu gidişten var ya;
dibine dek içilmiş bir kadeh,
tetik boşluğu alınmış bir silah,
alnıma dayanmış bir namlu,
ayna kesiği bir çift dudak
Ve intihara ramak kaldı?
Genç erkek kimseyi görecek durumda değildi şimdi; yağmuru içmese ölecekti sanki ?Hepsi hepsi bana bir şiir hatırlatmış olursun, senin farkın da bu olsun' diye zihninden geçirerek evine çıktı genç kadın.
Yağmur durmuştu. Şimdi sıra en büyük hazlardan birisindeydi: Toprak koklamak!
Kimsesiz sokağa bakan balkonuna çıktı. Sandalyesine oturdu. Saksıların içinden en iri olanını kucağına koydu. İçindeki ıslak toprağı avuç avuç çıkartıyor ve neredeyse burun deliklerine sokarak onları kokluyordu. Toprakları saksıya atıp ellerini kokluyor, sonra tekrar avuçlayıp burnuna götürüyor, yüzüne sürüyordu. Bu kokuyu duydukça, sanki annesinin rahminde yürüyordu. Dünyadaki tüm insanları ve yeni doğmuş bebekleri kokluyor, peygamberlerin geçtiği yollarda dolaşıyordu. Âdem ile Havva'nın arasında ellerinden tutarak henüz kovulmadıkları cennet bahçelerinde yalın ayak gezindi. Zemininden ırmaklar akan serin bir yerde sıra sıra dizilmiş koltuklara oturdu. Eşi benzeri görülmemiş balıkların ve kuşların renkli gözlerinin içine baktı, Tanrıyı gördü. İçini huzur sarmaladı, yüreğini sımsıkı tutan eller gevşedi, ruhu bedeninden on arşın yukarı çıktı.
Bir şeyin yere çarpıp dağılması ile kendine geldi. Kucağındaki saksı, bacaklarının gevşemesiyle yere düşüp kırılmıştı. En güzel rüyası yarıda kesilenlere has bir şekilde iç geçirdi. Ayağa kalktı, içeriye girip giysilerini değiştirmek istiyordu ki, üzerinde bir çift gözün gezindiğini hissetti. Aşağıya bakınca oluktan akan yağmura dadanmış adamı gördü. Kendisini seyrediyordu.
Bir müddet göz göze gelip durdular. Genç erkek, yağmur bitince, apartmanın köşesine girip beklemeye başlamıştı. İnce ceketinin kendini ısıtmasına fayda etmediği, iki eliyle kendini sarıp omuzlarını ve kollarını sıvazlamasından belliydi. Üşüdüğünü anlayan kadından utandı ve vücudunu dik tutarak bir şey yokmuş gibi davrandı. Ama saçlarından akan damlaların ulaştığı çenesinin titremesine engel olamadı.
Genç kadın tereddüt etmeden pardösüsünü çıkarttı ve aşağıdaki adama attı. Önüne düşen pardösüyü almak istemeyen adam, balkonda çırılçıplak kalan kadını seyretti. Sarı bir fular boynuna dolanmıştı; geri kalan yerler tüm diriliği ve çekiciliğiyle sergileniyordu. Erkek, sanki bir hayat imtihanına çekiliyormuş gibi hissedip, erdemle başını öne eğdi ve seyretmek istemedi. Arkasını döndü ve boş sokağı terk etmek üzere yürümeye başladı.
Kaybetmenin ne olduğunu önceden bildiğinden huzursuzlukla kıpırdandı. Özgürlüklerle beslediği ruhunun hesap sorulamaz okları yayından fırlayan kadını ihtiras sardı ve şehveti katlanarak büyüdü. Hızla içeriye girdi ve en eski plaklardan birini seçerek gramofonunu son ses yükseltti. Bu şarkıyı işiten adamın, Sürânın sesini duyduktan sonra mezarından kalkmış, ateşin etrafında pervane olup yüzü kapkara kesilenler gibi geri geleceğini biliyordu...
Biraz sonra kapı çalındı. Genç erkek, tek kelime söylemeden elindeki pardösüyü kadına giydirdi, düğmelerini elleriyle ilikledi. Aynı anda gülümsediler. Sanki önceden anlaşmışlar gibi sarmaş-dolaş bir halde kitaplar ve tablolarla dolu salona girdiler. Erkek, cebindeki şiir kitabını çıkartıp kadına uzattı. Karşılıklı oturdukları sandalyelerin üzerinde bu kitaptan şiirler seçip okudular, beğendikleri mısraların altlarını çizdiler. Raflarda dizilmiş en gözde kitaplardan birer cümle seçtiler; birbirlerine ithaf ettiler. Plakları ve resimleri kurcaladılar, saklanmış mektupları okudular. Şarkılar ve sözlerle kayboldular. Bir ara elleri birleşti. Genç erkek, kadının soğumuş ve kibar ellerine değince ?yazdığım şiirlerde yarattığım ay tanrıçası kraliçeye dokunuyor olmalıyım? dedi içinden. Kadın ise erkeğin sıcak ellerini avuçlarına alınca ?tuvalleri darbelediğim boya fırçaları gibi sıcacık ve yumuşak? dedi. Dudakları hasret ve sabırsızlıkla birleşti. Güneş'ten bir parça sıcaklık, Ay'dan ise biraz ışık çalıyormuş gibi mahçup ve mutlu oldular. Belli bir vakte kadar akıp giden gezegenlerin yörüngelerinde döne döne savruldular. Yasak bahçelerde ne kadar meyve varsa yemek için kendilerinde inanç ve inançsızlık gördüler. Erkek, elleriyle giydirip iliklediği pardösüyü çözmeye başladı. Gıdıklandılar. Kadın da erkeğin ince ceketini ve gömleğini çıkartmakla meşguldü. Birbirlerinin tenlerinde daha önce gazaba uğrayanların izlerini keşfetmeye çıktılar. Ayıp yerleri kendilerine göründü.
Amansız bir sarhoşlukla başları döndü, savruldular. Bir anlık ya da bin yıllık bir müddet içinde ikisinin de ayakları yere bastı. Sanki bir yerden kovulmuş gibi üzgün ve mahzundular. Soru soran gözlerle birbirlerine baktılar. Adam bir şeyler söyleyecek gibi ağzını açıyor, sesini çıkaramıyor, yutkunuyor, sonra yeniden çırpınıyordu.
Kadın, işaret parmağını erkeğin dudağına götürerek susmasını istedi. Eli ile dışarıyı işaret etti. Gökyüzüne kulak verdiklerinde, yeniden yağmurun başladığını işittiler. Mahşer günü bir birini bırakıp kendi dertlerine düşen eşler gibi, bir anda iki yabancı kesildiler. İfadeleri değişti, vücutları yabancılaştı.
Apartmanın merdivenlerinden koşarak indikleri sırada üstlerini başlarını giyiniyorlardı. Sokağa çıktıklarında biri sağ tarafa biri sol tarafa doğru koşar adım uzaklaştılar.
İşte böyledir ?yağmura sığınanlar';
Onları yalnızca inananlar anlarlar...
Allah'ı kendi içlerinde bulur
Ve ıslak bir damla gibi hayata akarlar.
son derece ironik ve güzel yazılmış bir öykü. sevgiler sana körfezden
Hayal şehrime yağmurlar yağdı satırların bereketinden... Kaleminden akan damlaların dinmesin şair dostum.