Yakaza
Otogarın çamurla karışık bir zeminiydi durup beklediğim. Bir müddet sonra eski bir araba yanaştı. Rengi sarı olmamasına rağmen, plakasını yan kapılarında yazılı olarak görünce ticari bir araba olduğunu anladım. Elimdeki çantayla beraber kafamı montuma çeke çeke arabaya hızlı adımlarla yanaştım. Kapısını açıp içeri girdim. Ayaklarımı koyacağım yerlere gazete serilmişti. Kapıyı çektim. Demir yığını bir ses deldi kulaklarımı. Derileri pörsümüştü arabanın. Ağır ağır çamur limanından ayrılıyorduk. Gittikçe artan yağmurun şiddeti toprağın kokusundaki tadı örtüyordu sanki.
Küçük bir ilçeydi burası. Acele etmedim. Zaten araba biraz daha hızlansa olduğu yere dökülüp kalacaktı. Titreyen cama yasladım başımı. Beynimden tenime büyük bir göç başladı o an. Zerrelerim akıp gidiyordu sanki yukarıdan aşağıya doğru. Camda, yağmur damlalarının süzülüşlerini takip ediyordum bir yandan. Hafif hafif esen rüzgârın damlaları itişi, hoşuma gitmişti. Tebessüm ettim. Gözlerimin önündeki nesneler, içimdeki zerreler ve bir yığın düşlerim... Hepsinde bir göç hali vardı şu vakit. Dünden beri bu yorucu yol hali göz kapaklarımda asılı duruyordu.
'Bayağı değişmiş buralar' diye iç geçirdim. Eskiden bahçeden bozma toprak bir saha vardı burada. Yazın toza toprağa boğulup, kışın çamurlara battığımız... Şimdi park olmuş. Çocuklar yine koşuşturuyorlar ama gülüşmeler suni... Epey değişmiş buralar, epey.
'Geldik abi! Aha hemen şuradan sola dön kapısı görünür.'
'Sağol kardeşim. Kolay gelsin.'
Otuz yaşlarındaki bu adam paranın üstünü verirken, parmağındaki yüzüğü gördüm ister istemez. 'Evli. İki çocuğu var. İkisi de kız. Mutlu. Fakir ama huzuru tam...' Yargılar, yargılar...
Arabadan indim. Ortalıkta kimse yoktu. Birden bu çamurlu sokakların, bu izbe yerlerin, bu dar patikaların görüntüsünden sonra hayalime; koca koca taş yığını apartmanlar, geniş caddeler, haftanın her günü belediyenin ihaleye verdiği temizlik şirketinin pırıl pırıl ettiği sokaklar bindi. Aklıma; bu resimden ziyade, insanlardaki samimiyetsizlik geliyordu. Kimsenin kimseye elini uzatmadığı bir yığın insanımsı varlıklar... O kadar suni bir hayatta bu çamurlu yolların, bu dar patikaların, bu masum yüzlerin aklıma gelmeyişi normaldi. İyi ki bu doğduğum şehri o saçma yığınların arasındayken hatırlamıyordum.
Yürümeye başladım. Az ilerde yol çamurdan kurtuluyordu. Biraz daha yürüdükten sonra büyük bir ihtimalle seçimlerden önce yapımına başladığı, belediyenin kıt kanaat döktürdüğü, asfalt yola vardım. Çocukken çamurlu lastik çizmelerimizi temizleyişim geldi birden aklıma. Yolun kenarında üzerine duman birikmiş bir halle akan arkın yanına yaklaştım hemen. Ayakkabılarımı suya değdirip asfalta sürtüyordum. Böyle böyle bayağı bir çamuru gitmişti ayakkabılarımın. Düşündüm de İzmir'de böyle bir halle karşılaşmamıştım hiç.
Epey bir temizlikten sonra ağaçlar arasında uzanan yola düştüm. Asfalt yol bayağı kolaylaştırmıştı işimi. İçimde bin bir hevesin sönmüş korları bu doğduğum yerin her satır görüntüsüyle tekrardan tutuşmaya çalışıyordu. Ağaçlar, asfalt yolun çamurla bitişik hali, yollardaki insan ayak izleriyle hayvanların ayak izlerinin karışması, dar yollar, yağmurun kokusu, sabahki duyduğum ezanının sesi...
Sabah ezanını anımsadım birden. Dedem sevdirmişti bana. İşte şu camide... Minaresi yeşil olan ilçenin en büyük camisinde, herhangi bir kurban bayramında... O sabah yola düşmüştük erkenden. Dedem her sabah giderdi de, o gün beni de kaldırdı. Babam gelmemişti. Cami çıkışı kurbanlık koyunumuzu almaya geçtik. Sokaklar insanlarla kaynıyordu. Kurbanlık koyunlar bir yandan gidiyor, insanlar diğer yandan... Küçüktüm. Karşı komşunun kızı Zühal de dedesinin peşi sıra düşmüş gelmişti camiye. Küçüktü.
Hava karanlıktı ama hiç korkmuyordum. Ezan o kadar okşamıştı ki ruhumu o sabah, ondan sonra üniversite çağlarımda, artık 'O'na inancımı yitirmişken bile, ne zaman duysam tüylerim dikene keser, gözlerim o insanları arardı. Balkona çıkardım. Ama herkes uyurdu. O bayram sabahını bir kere de rüyamda görmüştüm. Dedemin öldüğü gece...
Cami avlusunda bekledik bir müddet. Dedemin gözleri doldu. İçeri geçti sonra. Avluda bir ben bir de Zühal kalmıştı. Herkes içeri girmişti. Yıldız gibi parlıyordu gülümsemesi... Saçlarında gezinen ılık yel, ondaki zarafeti arttırıyordu. İncecik bedeninde incecik bir sesi vardı. Koştuk, terledik, güldük...
Sonra kurbanlık koçlarımızı alıp evlerimize geçmiştik. Dedemle dedesi ahbaptı. Bizim de muhabbetimiz lisenin bitimine kadar sürdü. Sonra bir iki mektup ve nihayetinde hüzün... Ve bugün, yıllar sonra ilk defa görecektim onu. Üzerimde bir yığın yılgınlık vardı. Aşırı bir hüzün birikti zihnime. Ona yaklaşıyordum farkındaydım. İşte eski mahallemiz buradan görünüyor. Önü yıllardır çamurdu. Şimdilerde katran karası bir asfalt dökmüşler. Bayağı eskimiş. İzmir'deki sokağıma benzemiyor buralar. İstanbul'da, Pier Loti'den Eminönü'ne bakmak gibi değil, üzerinde durduğum zeminden eski sokağıma bakmak. İçimden çekilen bin bir türlü his var.
Zühal'in mezarını buldum işte. Öyle alelade tarif ettikleri vakit, tam da nerede olduğunu kestirmiştim az çok. Yanılmamışım. Bizim eskiden koşuşup terlediğimiz yerin az ilerisinde bir toprağa sarmışlardı Zühal'i. Daha terimizin kokusu burnumdayken, Zühal'in bisikletten düşünce dizinden akan kanın rengi solmamışken... Öyle uzunca baktım toprağına. Zühal'in saçlarının rengine bürünmüş. Dua etmeyi bilmiyorum ki.
Kafamı çevirip tekrar mahalleye bakıyorum. Bana; çok uzaklardan, eski evimizin önünden acı acı bakan Zühal'in torunları ve çocukları olsa gerek. Kafamı çeviriyorum mezara ve usulca fısıldıyorum. Meçhul muhatabıma...
'İçimde sadece şöyle bir inanç var ki, ben nereye gidersem gideyim üzerinde yaşadığım zemine ait değilim. Annemin rahminden bu zemine gelişimdeki o sebep, bu zeminden başka zeminlere gidişimle aynı olacak.'
Yürüyorum. Asfaltın çamurla buluşacağı yere doğru.