Yansı
Sabahları, saat tam sekiz sıfır sıfırda, eski, koyu renkli ahşaptan yapılma, çıtırtıları duyulan büyük pencerenin karşısına otururdu. Pencerenin camları, yılların ve havanın etkisiyle hafifçe dalgalıydı ve dışarıdaki manzarayı biraz bulanık gösterirdi. Pencere, yokuş aşağı inen iri, yorgun taşlarla döşeli, sessiz bir sokağı görürdü. Sokak, her sabah, aynı kadın tarafından geçilirdi. Siyah pardösüsünün etekleri rüzgârda savrulur, omzundan sarkan yıpranmış deri çanta bedenine ahenksizce çarpar, parlak kırmızı yünden örülmüş atkısı boynunda kıvrım kıvrım dolaşırdı.
Kadının adını bilmezdi. Hiç konuşmamışlardı. Ama her sabah onun geçişiyle birlikte zihninde bir başka dünya başlardı. Bu dünyada o kadın, düşüncelerini bilen, bakışlarıyla içini okuyabilen, kelimelere ihtiyaç duymadan onunla varlık seviyesinde konuşabilen biriydi. Ona hiçbir zaman el sallamazdı, ama adam bunu selamlaşmanın en estetik biçimi olarak yorumlardı: var olarak selamlamak.
Kadın geçer, adam buharı tüten, koyu renkli çayını yudumlar, sonra pencereden yavaşça çekilirdi. Gün, onun için orada sona ermiş sayılırdı. Çünkü diğer her şey, onun deyimiyle “yansımanın gürültüsü” idi.
İçerideki duvarlar uzun zamanın ve yalnızlığın rengini taşıyan, yer yer sararmış kirli beyazdı. Her birinin bir yansıma yüzeyi olduğuna inanıyordu. Kimi zaman loş ışıkta duvara bakarken kadının gülümseyen yüzünü görürdü. Kimi zaman, gözlerinde bir sitem. Ve nadiren, onu hiç görmediği hâlde özlediği bir yüz: "gerçek" kadın.
İlkbaharın taze yeşili yerini yazın kavurucu sıcaklarına, ardından sararan yaprakların hüzünlü tonlarına bıraktı. Kışın soğuk ve gri günleri de o pencerenin önünde, kadının her sabahki geçişini bekleyerek eridi. Mevsimler, o taş döşeli sokakta bir ressamın fırçasından çıkmış gibi değişirken, adamın rutini hiç bozulmadı. Kadın her gün aynı dakikada geçti. Hiç aksatmadı. Hiç durmadı. Adam da her sabah aynı yere oturdu. Birbirlerinin hayatında hiç olmamış gibi, ama her şeymiş gibi. Adam, bu sessiz temasın büyüsünü bozmamak için dışarı çıkmadı. Konuşmadı. Aramadı. Öğrenmedi. Sadece varlığıyla sevdi.
Zamanla evin içindeki aynalar çoğaldı. Duvarlara astı, kitaplık aralarına sıkıştırdı, hatta küçük, yuvarlak bir el aynasını bile mutfağa yerleştirdi. Kadını görebilmek için değil, kadını düşündüğü anda kendi yüzündeki değişimi izlemek için. Onu düşündüğünde yüzünde beliren gölge, işte aşkın en yalın kanıtıydı ona göre.
Bir sabah, kadın geçmedi.
Ertesi gün de.
Bir hafta boyunca pencerenin karşısında bekledi. Boğazına düğümlenen sabah sessizlikleri, eski ahşap evin sessiz çığlıkları gibi büyüdü içinde. Sonra karar verdi. Hayatında ilk kez, o yokuştan aşağı inmeye karar verdi. Sokakta yürüyen insanlara dikkatle baktı. Her biri ona yabancıydı. Sokakların bile rengi solmuş gibiydi. O kadının geçtiği yoldaki taşlara baktı. Kırık, çatlak, yorgun taşlardı. Oysa zihninde orası bir tören yoluydu. En sonunda, köşe başındaki küçük, dumanlı kahvehaneye girdi. İçerisi, yanık kahve telvesi ve eski tütün kokusuyla doluydu. Tezgahın arkasında, yüzünde derin çizgiler ve yorgun bir ifade olan yaşlı bir adam duruyordu. Adam, hafifçe çatallı sesiyle, “Buradan geçen... siyah pardösülü, kırmızı atkılı bir kadın vardı,” dedi. “Her sabah sekizde geçerdi.” Yaşlı kahveci, elindeki fincanı silmeyi bırakmadan, ağır ağır başını kaldırdı. Gözlerinde sanki yılların birikmiş yorgunluğu okunuyordu. Cevap verdi:
“Evlat, sen iyi misin? Oradan geçen kimse yok. Senin dışında kimseyi görmedim aylardır. Bu sokağa bakan tek pencere seninki...”
Adam bir an sustu. Kalbinin içinde bir boşluk açıldı. Dışarı çıkıp penceresine baktı. Gerçekten de sokakta başka pencere yoktu.
Ve sanki… cam, dışarıyı değil, içeriği yansıtıyordu.
Yansıyan da, sokak da cevher de kendimiziz gerçekte ama yine de bu cevherin bizde olduğunu görmemek için çok nedenlerimiz var. İmkansıza duyulan aşk gibi ya da nesnelere olduğundan çok değer vermemiz gibi. Güzeldi yazınız Serdar bey. Tebrik ediyorum.🌾