Yazarlar Evi 10 Yazma Çabaları

İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi

Prıviyızlii on İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi:

Bir sürü başarısız ilişki, kötü iş deneyimi ve kayıplardan sonra, bir gün aniden her şeyden vazgeçmeye ve tamamen yeni bir yolda ilerlemeye karar verdim.

Bir ev dolusu yazar, sakin sessiz bir ortam, yaratıcılığı körükleyecek bir mekan.

'Son bir ayda herhangi bir şey üretmiş olanınız var mı? Öykü, deneme, şiir?'

İki gece önce, internetteki sosyal paylaşım sitesinde bir konuşmaya şahit olmuştum. Buna göre Melek bir kaç hafta içinde nişanlanıyordu.

'Ercan. ?Altın Makas' kuaför salonunun sahibiyim. Benimle haksız rekabete giren kişiyle tanışmaya geldim. Necla mıymış, neymiş?'

Güneş tepede parlıyor, 'bahçeyle ilgilenmek için güzel bir gün' diyordu. Bahar geliyordu. Ne ekebilirdik? Çiçek falan mı? Yoksa sebze ağırlıklı mı olmalıydı?

İşte bu, bu evin ve içinde yaşayan başarısız yazarların hikayesidir.

Bir odamız hala boş, aklınızda bulunsun.

Buyrun...


Yazma Çabaları:

Bahçeyle bir kaç gün boğuşmamın ceremesini fazlasıyla çekiyordum. Her yanım ağrıyordu, parmağımı kıpırdatacak halim yoktu.

Bizimkilerin bahçecilik hevesi çabucak geçmişti. İkinci gün yanımda kimseyi bulamayınca iş başa düşmüş, tüm bahçeyle tek başıma uğraşmak zorunda kalmıştım. Gerçi dönüp baktığımda, yaptığımla gurur duyuyordum. Bahçenin epey bir kısmını bellemiş, Gülhaniye'den aldığım tohumları, bitkileri dikmiştim. Daha yapılacak epey iş vardı, ama bir iki gün mola vermenin yerinde olacağını düşünmüştüm. Çok hamdım, kendimi biraz daha zorlarsam yatağa düşecektim.

Buna rağmen camdan dışarı baktığımda gördüklerim, vücudumun sızlamasını unutturuyordu. Bir iki ağaç dikmiş, bahçenin bir bölümünü çevirerek soğan, sarımsak, roka gibi kolay büyüyen gıdalarla donatmıştım. Her ne kadar ekonomik bir beklentim olmasa da, bunların tamamının ürün vermesi halinde, mutfak masrafımız bir parça azalacaktı. Üstelik doğal ve sağlıklı beslenecektik.

Bahçe işlerine ara verince, oluşan bu bir iki günlük boşluğu nasıl değerlendireceğimi bilemedim. Derin düşüncelere dalmak istemiyordum, kendimi meşgul edecek bir şeyler bulmalıydım. Sonra evdekilere bir süre önce söylediklerim aklıma geldi. Sanki kendim ciltler dolusu yazmışım gibi, milleti tembellik etmekle, bir şey üretmemekle suçlamıştım.

Evet, istersem bir sürü bahane bulabilirdim. Ev işleri, fare, Melek, Altın Makas Ercan, maddi sorunlar. Bahaneler saymakla bitmezdi. Peki bu doğru olur muydu? Böyle yaparsam, okumak için zamanı olmayan kitap sevdalılarından (!) ne farkım kalacaktı?

Onlar da bir ilginçti. Kitap okumayan insanların iki efsanevi bahanesi vardır: Birincisi zamanlarının olmaması. İkincisi kitapların pahalı olması. İlkini televizyon başında saçma sapan programlara harcadıkları saatlerle, ikincisini de kütüphane ve ikinci el kitap satan yerlerle çürütmek mümkün, ama kendi sorunumla yüzleşmek yerine mesaj vermeye yönelmeyi istemiyorum.

Okumayan insanın iki bahanesine karşı, yazmaya çalışan ama buna üşenen insan, sayısız bahane üretebilir. 'Havamda değilim', 'Ruhum sıkılıyor', 'Bu aralar malzeme bulamıyorum', 'Arkamda kıl döndü', 'Elektrik alamadım', 'Sular kesildi', falan filan. Sonuçta biraz da yaratıcı biriysen, bunların sonu asla gelmez. Sen de yazar kılığında bütün bir ömrünü geçirebilirsin.

Zaman zaman ben de bu yollara başvursam da, genellikle bahane üretmek yerine iş yapan bir yapıya sahiptim. Belki de benim tek olumlu yanım buydu. Çünkü evet, belki üşenmeden yazıyordum. Lakin insanların ilgisini çekmeyi asla başaramamıştım. Yazıyordum, ama kime?

Bilmiyordum. Hedef kitle seçiminde mi, temel yazma kurallarında mı, konu bulmakta mı, bir yerlerde bir eksiklik vardı. Bunu biliyordum, fakat ne olduğunu bulamıyordum. Dolayısıyla sorunu da çözemiyordum.

Belki de bunların hiçbiri değildi. Belki de hepten kötü yazıyor, kendimi 'İnsanlar beni anlamıyor' diye avutuyordum. Başarısızlıkta suçlu uydurmak kolaydı. Fakat suçu kendinde aramak hüner istiyordu. Sonuçta insanın kendine de, ürettiklerine de tarafsız yaklaşması kolay olmuyor.

Özetle uzun süredir ihmal ettiğim masama geri dönmeliydim. Şu bir kaç günlük boşluk, bunun için biçilmiş kaftandı. Üstelik ev sakindi, olaysız bir dönemden geçiyorduk. Maddi durumumuz da nispeten düzelmişti. Geleneksel olarak eksilerde gezen aylık gelir gider dengemiz, arada bir sıfırın üstüne çıkmaya başlamıştı.

Yazmak için her şey müsaitti.

Masaya oturup bilgisayarı açtığımda, aklımda ne yazacağıma dair pek bir şey yoktu. Yazdıklarımı sakladığım klasörü açtım, eskiden aldığım notlarımı kurcalamaya başladım. Bunların arasında işe yarar bir şeyler olmalıydı.

Yazmaya ilk başladığım zamanlarda, kimsenin ne düşüneceğine aldırmadan, kafama göre yazıyordum. Yazdıklarım birileri tarafından okunmamaya başladıkça, okuyucuyu tavlayacak şeyler üretmeye uğraştım. Bu şekilde daha da battım. Her insanın hoşuna gidecek bir şey üretmek mümkün değildi. 'Aman o da mutlu olsun', 'Aman buna dokunmayayım da, falancalar alınmasın' dedikçe, suyuna tirit, Nasreddin Hoca'nın 'Tavşanın suyunun suyunun suyu' tadında şeyler üretmeye başladım.

Bir kurgu yazarı şöyle diyordu: 'İyi yazdığınız zaman iyidir, sebebini bilmezsiniz. Sebebini bilmediğiniz için de kötü yazdığınız zaman, onu düzeltmeyi başaramazsınız.' (*) Buna benzer bir şeydi. Yazmanın belli bir kuralı yoktu. İyi ya da kötü, fizik, kimya, matematikte olduğu gibi değişmez kurallarla belirlenmemişti. Böyle olunca da doğru formülü bir türlü bulamıyordum.

Notlarımı kurcalarken, kendi geçmişimde bir nevi yolculuğa çıkmıştım. Çoğunu ne zaman yazdığımı hatırlayabiliyordum. Onu şurada, şunu yaparken, bunu burada. O, Denizli'de oteldeyken alınmış bir nottu mesela. Öteki, yorucu bir projede nefes almadan çalıştığım dönemde yazılmıştı.

Bütün bu gereksiz düşüncelerim, hep yazmayı geciktirmek içindi. Yazmanın en zor yanı, başlamadan hemen önceki andır. O bomboş, kocaman beyaz sayfa ile başbaşa kalmak insanı ürkütür. Bir insan o beyazlığı nasıl doldurabilir ki? Sayfa giderek büyür, her yanınızı kaplar hale gelir. Yazacak tek bir harf bile bulamazsınız.

'Ama başladıktan sonra her şey kolaylaşır.' dedi masamın yanından bir ses. Baktım, az önce boş olan sandalyede şimdi Azazel oturuyordu. Avucundaki çerezleri iştahla ağzına atarken, bana göz kırptı.

'Nasılsın patron?'

Bunun burada ne işi vardı?

'Yazmakta zorlanıyormuşsun diye duydum? Oysa bir başlasan ne kadar kolay olduğunu hatırlayacaksın.'

'Sana göre öyle.' dedim ona. Küçümser bir bakış atarak, omzunu silkti:

'Bu kadar felsefe yapacağına yazmaya başlasan, şimdiye yarılamıştın. Hem ne yazıyorsun ki? Gören duyan da Şekspir'sin de yaratım sancısı çekiyorsun sanacak.'

'Sağol be.'

Her zamanki gibi acımasızdı. Sözünü sakınmıyordu. Güldü:

'Hiç kızma. Burada gerçekleri konuşuyoruz.'

'Senin ne işin var burada?' diye sordum. En başta sormam gerekeni şimdi soruyordum, işimde bu kadar iyiydim işte.

'Yaratıcımı ziyarete geldim.' dedi. 'İster misin?'

Bana çerez ikram ediyordu. Göbeğimi gösterip başımı iki yana salladım.

Azazel benim bir kaç sene önce, içkili bir akşamda klarnet dinlerken yarattığım bir öykünün baş karakteriydi. Hikayesi bir anda kafamda belirmiş ve bana o kadar heyecan vermişti ki, iki üç gece içinde onlarca sayfa yazmıştım. O zamanlar 'Bir gün kitabım yayınlanırsa, bu kesin Azazel olacak' diye düşünüyordum. Doğa üstü bir yaratıktı. İnsanların arasında geziyor, türlü numaralar çeviriyordu. Ukala, kendini beğenmiş ve kurnazdı. Gerek hikayenin gerek karakterin gücü, çok şey vaat ediyordu.

Ama olmamıştı. Araya iş güç girince, hikaye yarım kalmıştı. Bu tip durumlarda, yani hikayeye duyduğum heyecanın kaybolduğu zamanlarda, tekrar dönüp tamamlamak için en ufak bir istek duymazdım. Azazel'e de öyle olmuştu, tekrar ilgilenmemiştim. Belki de biraz da bu yüzden düşüncelerime girip, vicdanımın sesi olmuştu. Gözlerindeki sitemkar bakışlar, umursamaz tavrı ile gölgelense de, ben onun neden burada olduğunu biliyordum.

Ben bunları düşünürken o 'Hadi, hadi!' diye baskı yapmaya devam ediyordu. 'Parmaklar klavyenin üzerinde gezmeye başlasın bakalım. Sallanma artık!'

'İyi de ne yazayım? Aklımda bir şey yok ki?' diye sızlandım. Bu numaralara karnı toktu. Kalktı, klavyeyi kendi önüne çekti:

'Yazmalıyım ama neyi? En güzel bir şeyi. Nasıl anlatsam sana? İlk harflere baksana.'

Söylediği gibi ilk harflere baktım:

'YENİ... Bu yani? Mizah mı bu?'

'Sana çok bile.' dedi yerine otururken. Bir yandan da tuzlu fıstığın birini havaya atıp ağzına isabet ettirmeye çalıştı, ama başaramadı.

'Hah,' diye kızdım. 'Daha yeni yakaladık fareyi. Fıstıkları yerlere at ki bir tane daha gelsin.'

Düşen fıstığı söylene söylene aldı. Üzerindeki tozları üfleyip temizledikten sonra ağzına attı. Çiğnerken, bana acıyormuş gibi bir ifade takındı:

'Neden bu kadar zorlanıyorsun ki? Beni yaz.'

'O kadar kolay değil.' dedim.

'Sana göre hiçbir şey o kadar kolay değil. Oysa koy beni bir durumun içine. Olacakları izle, sonra da yaz. Konu kendiliğinden gelişecek zaten.'

Cevap vermedim.

'Bana bir borcun var, biliyorsun. Senin yüzünden okuyucuyla hiç buluşamadım.'

'İyi oldu işte, deliliklerini kimse görmedi.'

'Belki de görmeleri lazımdı.' dedi. Sinir bozucu bir şekilde gülümsüyordu. Kulağındaki küpesi, tişörtünden boynuna taşan dövmesi, geniş tavırları canımı sıkıyordu. Nedense hikaye karakterlerimden birinin kanlı canlı bir şekilde karşımda durmasından, onunla konuşmamdan rahatsız olmuyordum da hareketleri sinirime dokunuyordu.

Galiba yavaş yavaş deliriyordum.

'Beni yarattın, sonra öylece bıraktın.' diye üstüme gelmeye devam etti. 'Tamam, sen başarısız olabilirsin. Ama beni neden başarısızlığa mahkum ediyorsun?'

'Ben başarısız değilim!' diye itiraz ettim. Pek sallamadı:

'Doğru, çok satanlar listesi senin kitaplarınla dolu.'

'Çok satmak bir şey...'

'Bir şey ifade etmez, biliyorum.' diyerek sözümü yarıda kesti. 'Bunu en çok kimler söyler, biliyor musun?'

'Kimler?'

Antep fıstıklarından birinin kabuğunu dişiyle kırmaya uğraşırken cevapladı beni:

'Boşorosozlor.'

Tartışmanın bir anlamı yoktu. Onu bu şekilde yenmem mümkün değildi. Biliyordum, çünkü onu ben yaratmıştım.

Onunla laf yarıştıracağıma, yarım bıraktığım hikayesini bulup açtım. İlk satırı sesli okudum:

'Genç kadın, otoyolda son hızla ilerliyordu. Saat gece yarısını çoktan geçmişti, üç ya da dört civarıydı.'

'O genç kadını çok sevmiştim.' dedi. 'Keşke öldürmeseydin. Güzel karakterdi. Okuyucu detaylarını merak edecektir.'

Durdu bana baktı:

'Oh! Şıpoyler olmadı değil mi? Sen unutmuşsundur çünkü devamını?'

'Öldürdüğüm gibi tekrar canlandırmayı da bilirim.' dedim biraz böbürlenerek. Alayını duymazdan gelmiştim. Hayalimde de olsa birilerinin yazdıklarımı övmesi güzeldi.

'Anca lafta oluyor onlar.' diyerek hevesimi kursağımda bıraktı. 'Canlandırmayı bilirmiş. Anca çene patron, hiç kusura bakma.'

Cevap vermedim. Bütün hikayeyi tekrar okuyacaktım. Belki tekrar ısınır, devamını yazardım.

Bu en azından Azazel'le boş tartışmalara girmekten daha iyiydi.

Adam yanımda benimle birlikte hikayeyi okurken, artık rahatsızlık duymuyordum. Arada beğendiği ya da sevmediği yerlerde ufak tepkiler gösterse bile.

Sayfalar ilerledikçe, aklımda tekrar düşünceler oluşmaya başladı.

Belki de bunu devam ettirmek o kadar da kötü bir fikir değildi.

Azazel'le göz göze geldik, 'Ben söylemiştim.' dedi.

Her şeyi bilmek zorundaydı.

Hikaye bana kendini tekrar sevdirmişti.

Bunu yazacaktım.


(*) Stephen King ? Yazma Sanatı. Arda'nın bozmadığı aslı şöyle: 'Kurgu yazarları, -ki buna bu yazar da dahildir- ne yaptıklarını pek bilmezler. İyi olanı yaptıklarında nedense işler iyi gider de, kötü olanı yaptıklarında gitmez.'

26 Aralık 2012 11-12 dakika 14 öyküsü var.
Yorumlar