Yazarlar Evi 11 Aç Tavuk
İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi
Prıviyızlii on İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi:
Bir sürü başarısız ilişki, kötü iş deneyimi ve kayıplardan sonra, bir gün aniden her şeyden vazgeçmeye ve tamamen yeni bir yolda ilerlemeye karar verdim.
Bir ev dolusu yazar, sakin sessiz bir ortam, yaratıcılığı körükleyecek bir mekan.
'Son bir ayda herhangi bir şey üretmiş olanınız var mı? Öykü, deneme, şiir?'
Uzun süredir ihmal ettiğim yazmaya geri dönmeliydim.
Yazmanın en zor yanı, başlamadan hemen önceki andır.
'Ama başladıktan sonra her şey kolaylaşır.' dedi Azazel.
'Nasılsın patron?'
'Senin ne işin var burada?' diye sordum.
'Yaratıcımı ziyarete geldim.' dedi.
İşte bu, bu evin ve içinde yaşayan başarısız yazarların hikayesidir.
Bir odamız hala boş, aklınızda bulunsun.
Buyrun...
Aç Tavuk:
'Evet Arda Bey, oyuncu seçimlerimiz için ne düşünüyorsunuz?' diye sordu ünlü yönetmen.
Bacak bacak üstüne atmış, kahvemi yudumluyordum. Ünlü yönetmen ve yapımcı karşımda oturuyordu.
Bir süre önce hikayelerimden birine dizi teklifi gelmişti. Şartlarım ağırdı, piyasa işi bir şey olacaksa asla izin vermeyeceğimi, oyuncu seçimlerinin benim onayımdan geçeceğini ve bir sürü başka şeyi sözleşmeye koydurmuştum. Ya düzgün bir şey olmalıydı ya hiç olmamalıydı.
Adamın uzattığı listeye şöyle bir baktım. Yüzümü buruşturup mırıldandım:
'Bilmem ki... Yani o rol için Nurgül Yeşilçay tarzı birini pek hayal etmemiştim. Daha çok böyle Sedef Avcı modeli. Genç biraz da.'
'Nurgül Hanım dizisi yayından kaldırıldığı için şu an boşta, çok da uygun geldi bize kaşesi.'
Pek ikna olmamıştım:
'Yani pek bilemedim. Nejat İşler de mesela o rol için olmamış. Behzat Ç'den beridir gıcık oluyorum ona zaten.'
'Senaryoyu okudu, çok beğendi. Çok istiyor. Kırmayalım derim, kaçırmayalım derim.' diye itiraz etti yapımcı.
Burun kıvırdım.
'Bence biraz daha çalışın. Bunlar olmamış.'
O sırada kan ter içinde uyandım. Etrafıma bakınıp yönetmen, yapımcı, oyuncu listesi aradım. Yatağın ucunda kıvrılmış, beni izleyen Aşüfte'den başka birini göremedim.
'Hayırdır inşallah.' diyerek kalktım.
'Hayır, hayır.' dedi odanın öteki köşesinden bir ses. Baktım, Azazel'le göz göze geldim. Esnerken sordum:
'Sen hala gitmedin mi?'
Kaşlarını kaldırarak gitmediğini belirtti. Gözlerimi ovuşturuyordum. Tam o sırada Azazel'in biraz ötesinde siyahlar içinde, vahşi batıdan kopup gelmiş birini gördüm: Endülüs.
'Yok artık.' dedim kendi kendime. Olduğum yere çakılmıştım.
'Bunun seni rahatsız ettiğini duydum.' dedi adam, sigarasını vahşi batı usulü eliyle sararken. Azazel'i gösteriyordu.
'Göndermemi ister misin?'
Adam oturduğu sandalyenin yanına dayadığı kocaman tüfeği, belinden sarkan altıpatları, siyah deri pardesüsü ve çizmeleri ile kanlı canlı karşımdaydı.
Endülüs benim en sevdiğim, aynı zamanda da en yayınlanamaz gördüğüm hikayelerimden birinin baş karakteriydi. Usta bir kara büyücüydü. Hikayesi vahşi batıda geçiyor, kovboy ve kızılderililerle heyecan verici maceralar yaşıyordu. Çok özgün, çok orjinal bir karakterdi. Ne yazık ki bizde ilgi görmesi mümkün değildi. Ne yazık. Oysa okurken en keyif aldığım hikayelerim onunkilerdi.
Şimdi de belli ki Azazel'i kovmaya gelmişti. Yani aslında ben getirmiştim onu, zihnimde. Onun işi buydu, yaratıkları geldikleri yere yollamak.
'Göndermemi ister misin?' diye sordu tekrar. Cevap alamamıştı, sorularına cevap gelmezse sinirlenirdi, biliyordum.
'Bir dene bakalım.' diye güldü Azazel. 'Kim kimi gönderecek, görürüz.'
Endülüs umursamaz ve soğuk bir bakış attı ona. Bir yandan da sigarasını yakıyordu. Bu tip tehditlere karnı toktu. Açıkçası ikisi arasında yaşanacak bir tartışmada kimin tarafını tutacağımı bilemiyordum.
Azazel yerinden kalkıp Aşüfte'ye doğru ilerleyince şaşırdım. Ama beni daha çok şaşırtan Aşüfte'nin onun gelişini fark etmesi ve tıslayarak uzaklaşması oldu.
Bunların hepsi kafamın içinde olan şeyler değil miydi yani?
'Sana moda konusunda bir kaç fikir vermeme izin ver.' dedi Azazel Endülüs'e. Hafiften efemine bir tavır takınmıştı. Elbette bu da pek çok defa yaptığı gibi yapay bir haldi.
'Şimdi bir bakalım. Bahar geliyor. Böyle karalar bağlamak seni karizmatik gösteriyor sanabilirsin. Fakat göstermiyor. Sert bakışlı, siyah giyen adamın modası çoktan geçti. Okuyucu da böyle şeyler okumak istemez zaten. Değil mi patron?'
Sorunu anlamıştım. Azazel, Endülüs'ün gelişiyle hikayesini tamamlamamın tehlikeye girdiğini hissediyordu. Saldırganlığı bu yüzdendi. Biraz da adamın tehlikeli bir büyücü olmasından kaynaklanabilirdi, bilemiyordum.
'Biraz pembe, biraz mor. Bu yılın moda renkleri bunlar, erkekler de renklendi artık.' diye devam etti. Endülüs sesini çıkarmadan sert bakışlarla onu süzerken, ben ister istemez Azazel'in kıyafetine takıldım. Yer yer yırtılmış eski bir kot pantolon, haki bir tişört. Moda tavsiyeleri vermek için biraz fazla özensiz giyinmişti. 10 üzerinden 6 verebilirdim ancak.
İçimi çekip kapıya doğru yürüdüm:
'Birbirinizle dalaşmayın. Benim işlerim var, uslu uslu oturun burada.'
Pek memnun olmasalar da itiraz etmediler. Kapıyı kapatıp çıktım. Önce rüyamdaki şımarık hallerim, sonra yaşadığım bu şizofrenik deneyim, bana biraz ağır gelmişti. Koyu bir kahve içmek iyi gelecekti.
Aşağıdan gelen gürültüleri duyunca, evde bir süredir yaşanan sakinliğin bittiğini anladım. Zaten iyi bile dayanmıştık. Bu kadar zamandır hadisesiz yaşamak bizim için mucizeydi. Gözlerimi ovuştururken seslerin yükselmesi üzerine sinirlendim:
'Gene mi internet ya?'
Gözlerimi açtığımda merdivenin son basamağındaydım ve karşımda dünya güzeli bir kadın vardı. İş kadını ciddiyetinde giyinmişti, siyahlar içindeydi. Ama dizlerinin bir kaç parmak yukarısındaki eteği ile 'Ben bir kadınım' mesajını veriyordu.
Bizimkiler çoktan kadının etrafında toplanmışlardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu.
'Siz Arda Bey olmalısınız.' diyerek elini uzattı kadın. 'Ben Sinem, ?1 Numara Telif Ajansı'ndan geliyorum.'
Tokalaştık, kartvizitini verdi. Hem güzel, hem de ajanstan geliyor, böyle bir kadının karşısında olabilecek en kötü halimleydim. Saç baş dağınık, üstüm dökülüyor.
'Hoşgeldiniz Sinem Hanım.' diyebildim. Telaşlıydım. 'Sizi evimize getiren nedir?'
'Berke Bey ile görüşmeye geldim.'
Bakışlarımı Berke'ye çevirdim, çocuk ezilip büzülüyordu. Bize bundan hiç bahsetmemişti, utanması bu yüzden miydi? Yoksa başka bir şey mi vardı?
Ajanslar bizde pek yaygın olmasa da, gelişmiş ülkelerde edebiyat dünyasının önemli kurumlarıydı. Yazarlar bir ajansla anlaşır, ajans onun adına editörlük, tanıtım, uygun yayınevi bulma, telif hakları, anlaşma, halkla ilişkiler gibi hizmetler verirdi. Bu sayede yazar, bu tip konulara kafa yormak zorunda kalmaz, kendini işine verebilirdi. Ajans da verdiği hizmete karşılık, kitabın gelirlerinden belli oranda pay alırdı. Bizde bu işler genelde yazar tarafından yürütülür, çoğunlukla da kötü yönetilirdi. Ajanslar yeni yeni yaygınlaşıyor, ama piyasa küçük olduğu için pek gelişemiyorlardı.
Tekrar kadına döndüm:
'İçecek bir şeyler...'
Ama sözümü tamamlayamadım. Serdar'ın mutfak tarafından gelen gür sesi, lafımı yarıda kesmişti:
'Kahveler de hazııırr...'
Allah Allah. Hangi dağda kurt ölmüştü acaba? Adama bulaşık bile yıkatamıyorduk. Serdar'ın mutfağa girmesi için dünyada hayatın sona ermesi falan gerekiyordu.
Ya da Sinem gibi biri...
Serdar kadına kahvesini olanca nezaketi ile ikram ederken, ben söze 'kahveler' diye girdiği için bir umutla tepsiye baktım. Elbette bomboştu.
Gerçi diğerlerinin de Serdar'dan farkı yoktu. Furkan dışında herkes, kadının etrafında dört dönüyordu. Orkun bile yaşına başına bakmadan çemberin içindeydi. Belli ki erkekler kadının güzelliğine, kızlarsa ajanstan geliyor oluşuna kapılmışlardı. Herkes 'Acaba bana da bir ekmek çıkar mı?' derdindeydi. Bu benim de aklımdan geçmişti elbette. Fakat bu kalabalığın içinde hiç şansım yoktu, oldum olası kalabalıklarda varlık gösterememiştim zaten.
Sıkıntı içinde mutfağa gittim. Kahve içmem gerekiyordu. O sırada Berke bir bahane ile Sinem'i bırakıp, yanıma yaklaştı.
'Hayırdır? Kim bu hatun?' diye sordum.
'Abi sorma. Annemin işleri hep. Benden habersiz ajansla görüşmüş, tanıdığı mıymış neymiş. Kitabımı, yeni yazdıklarımı falan göndermiş. Adamlar da artık beğendikleri için mi, ayıp olmasın diye mi ne, ilgilenmişler. O yani.'
'Ee ne güzel işte oğlum. Niye asık suratın?'
'Abi ben bileğimin hakkıyla bir yerlere gelmek istiyorum. Annemle, eşle dostla değil.'
'Oğlum saçmalama. Çevre her zaman iyidir, bırak bu boş işleri. Fırsatı değerlendir.'
Mutsuz bir ifadeyle başını salladı. Gençlik işte. Benim böyle bir annem olsa, sevinçten oynardım oysa ki.
O sırada Serdar'ın normalden kat kat kibar sesini duydum:
'Arda'cığım, bir bakabilir misin? Sinem Hanım'ın bir ricası var da.'
'Buyrun Sinem Hanım?'
Sesimdeki inceliğe ben de şaşırmıştım. Oysa böyle bir niyetim yoktu, neden durduk yere kibarlaşmıştım ki?
'Arda Bey, bir iki gün ben de evinizde kalmak istiyorum.' dedi kız. Sesi pınardan dökülen su damlacıkları gibiydi. 'Uygun mudur?'
Ne demek? Hangi odayı istediğini söyle, gerekirse evin tapusunu üzerine geçireyim.
Tabii ki böyle söylemedim, biraz ağır bir hava takındım:
'Elbette, bir odamız boş zaten.'
'Kira için de...'
'Lütfen, duymamış olayım. İki gün misafirimiz olacaksınız. Sizden kira almak yakışır mı?'
Yakışmazdı elbet. Hele hele. Az değildim gerçekten de.
'Buraya gelirken ben sadece Berke Bey'i göreceğim sanıyordum. Oysa görüyorum ki etrafım yazar dolu. Orkun Bey'i zaten burada bulmayı hiç beklemiyordum. Belki de bu evde bir sürü hazine, keşfedilmeyi bekliyor.' diye kalma gerekçesini açıkladı kız. Belli ki yanlış anlaşılmak istemiyordu.
Hepimiz birbirimize baktık. Yıllardır beklediğimiz fırsat yoksa ayağımıza mı gelmişti?
'Yanlış bir beklenti oluşturmak istemem.' diye ekledi sonra. 'Hiçbir şey için söz vermiyorum. Ama yazdıklarınızı incelemek isterim.'
'Elbette, biz de umutlanmadık zaten.' dedi Serdar. 'Sadece bu fırsatı vermeniz güzel.'
'O zaman bunu güzel bir ziyafetle kutlayalım.' diye atıldı Necla. 'Kendi özel tarifimi yapacağım size akşam.'
Ooo. Acaba ne yapacaktı? Necla'nın anne tarafı Makedonya'dan göç etmişti. Acaba bize Makedon yemekleri mi yapacaktı? Yoksa baba tarafının geldiği güneydoğuya özgü kebaplar, tatlılar mı yiyecektik?
Berke ile Sinem çalışmak üzere kapandılar. Biz ise Necla'nın kuaföre çevirdiği boş odayı temizlemeye, Sinem için hazırlamaya koyulduk. Gün boyunca türlü hayaller kurduk. Geleneksel Balkan yemekleri, Boşnak börekleri, pırasa dolmaları, falan filan. Düşündükçe ağzımız sulanıyordu. Çalıştıkça yoruluyorduk, yoruldukça akşamki ziyafeti hayal ederek mutlu oluyorduk.
Akşam yemeğinde masanın etrafında toplandığımızda kurt gibi acıkmıştık. Hepimiz birbirimize bakıyor, ne yemekler olabileceğini tahmin etmeye çalışıyorduk. Kızların aralarında fısıldaşmaları ve gülüşmeleri bile dikkatimizi çekmiyordu. Açtık, ne gelirse yemeye hazırdık. Necla çok da güzel kokuların gelmediği mutfaktan elinde bir tencere ile çıktığında, heyecan doruğa ulaştı. Birbirimizi dirseklerimizle dürtüp sabırsızca bekleşiyorduk.
'Eveeet, hazır mısınız?' diye sordu kız. 'Size çok özel bir yemek yaptım.'
Hazır olmaz mıydık hiç?
Tencereyi masaya koyup kapağını açtı. Dumanlar yükseliyordu, çok çekici olmayan bir koku her yanı kaplamıştı.
Dumanlar dağılırken tencerenin içindekileri görmemizle, hayallerimizin yıkılması bir oldu.
Hayır, bu olamazdı. Bütün o beklentilerin karşılığı bu olmamalıydı.
Necla keyifle, biraz da muzipçe tüm masaya seslendi:
'Brokoli haşladım size! Tamamen benim tarifim.'
Böğğğ...
Yemeği beğenerek yer gibi yapma, ardından da pizza siparişi verme zamanı gelmişti.