Yazarlar Evi 13 Akşam Yemeği

İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi

Prıviyızlii on İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi:

Bir sürü başarısız ilişki, kötü iş deneyimi ve kayıplardan sonra, bir gün aniden her şeyden vazgeçmeye ve tamamen yeni bir yolda ilerlemeye karar verdim.

Bir ev dolusu yazar, sakin sessiz bir ortam, yaratıcılığı körükleyecek bir mekan.

'Son bir ayda herhangi bir şey üretmiş olanınız var mı? Öykü, deneme, şiir?'

Uzun süredir ihmal ettiğim yazmaya geri dönmeliydim.

'Siz Arda Bey olmalısınız.' diyerek elini uzattı kadın. 'Ben Sinem, ?1 Numara Telif Ajansı'ndan geliyorum.'

'Arda Bey, bir iki gün ben de evinizde kalmak istiyorum.' dedi Sinem. 'Buraya gelirken ben sadece Berke Bey'i göreceğim sanıyordum. Oysa görüyorum ki etrafım yazar dolu. Yanlış bir beklenti oluşturmak istemem.' diye ekledi sonra. 'Hiçbir şey için söz vermiyorum.'

Gelen Serra Hanım'dı. 'Sizi bir gün hep beraber akşam yemeğine davet etmek istiyorum' dedi.

'Kimsiniz lan siz? Kimsiniz oğlum? Dağdan geleceksiniz, türlü zina mı fuhuş mu ne yaptığınız belli değil, karılı kızlı toplanmışsınız bir evde?'

İşte bu, bu evin ve içinde yaşayan başarısız yazarların hikayesidir.

Bir odamız hala boş, aklınızda bulunsun.

Buyrun...


Akşam Yemeği:

1 Numara Ajans'ın 'ajan'larından biri olan Sinem, bir kaç gün kalıp hepimizle görüştükten sonra, yazdıklarımızdan örnekler alarak İstanbul'a dönmüştü. Bunları firmanın diğer yetkililerine gösterecek, bir de onların fikrini alacaktı.

Görüşmelerimiz sırasında hiçbirimize renk vermemiş, bizi umutlandırmaktan özellikle kaçınmıştı. Dolayısıyla henüz hiçbirimiz yazdıklarımızın yayınlanıp yayınlanmayacağını bilmiyorduk. Ama gene de umutluyduk, heyecanlıydık. Böyle bir fırsatla her zaman karşılaşmıyorduk. Yeni bir hayal kırıklığı yaşayıncaya kadar bu heyecanın tadını çıkarmak istiyorduk.

Bu şekilde bir kaç gün geçmişti. Bir akşamüstü alışverişten döndüğümde, evdekileri devcileyin birer 'kibarcık'a dönüşmüş olarak buldum.

Evin her köşesinde bir telaş, bir heyecan vardı. Pantolonlar ütülenirken, dolaplardan uzun zamandır giyilmemiş ceketler çıkarılıyor; haftalardır jilet görmemiş suratların sahipleri, traş olabilmek için tuvalet sırasında birbirini eziyordu.

Elbette bu telaş sadece erkekleri sarmamıştı. Kızlar da kendi usullerince hazırlık içindeydiler.

Kapının eşiğinde durup bu hareketliliğe baktım. Ev adeta bir kaç katlı bir tiyatro sahnesini andırıyordu. Dev bir müzikalin sergilendiği bir sahne.

Olup bitenleri en az benim kadar şaşkınlıkla izleyen Aşüfte ile göz göze geldim.

'Ne iş gız? Neler oluyor?' diye sordum.

Tabii ki beni pek sallamadı. Esneyip gerindi. Arkasını kıvıra kıvıra, adeta nispet yaparcasına uzaklaştı.

'Schrödinger'in Aşüftesi. N'olcak?' diye kızdım.

'Arda, nerelerdesin hacı?' diye sordu Serdar. Onu ilk kez böyle derli toplu, bakımlı görüyordum. Genelde saçı sakalı birbirine karışmış bir halde, üzerinde bir tişört, altında dizleri çıkmış bir eşofman ya da kot pantolonla dolaşırdı.

'Hayırdır, ne bu telaş?'

'Yemeğe davetliyiz ya? Serra çağırmıştı hani?'

'Bu gece miydi o ya?'

Eyvah eyvah. Nasıl unutmuştum? Günleri nasıl karıştırmıştım böyle? Bu geceydi tabii, doğru. Halime baktım, dökülüyordum. Acilen evdeki telaşa dahil olmalıydım. Odama koşup bayramlıklarımı aramaya başladım.

Bu, Gülhaniye halkı ile ilk yakınlaşmamız olacaktı. Evet, sokaklarda, markette, sağda solda karşılaşıyorduk. Selamlaşıyor, kısa sohbetler ediyorduk. Ama bunların tamamı sosyal hayatın gereği olan, nezaketen yapılan şeylerdi. Henüz halkın içine girememiştik.

İnsanların bizimle ilgili düşündüklerini pek bilmiyorduk, ama tahmin etmek zor değildi. Sonuçta burası küçük bir yerdi. Bir evde yaşayan, aralarında akrabalık ilişkisi olmayan kızlı erkekli kalabalık bir grubun, çevrede çok da iyi anılmadığını tahmin etmek zor değildi. Kısa süre önce Altın Tırnak Ercan'ın evimize gelip bize yönelttiği suçlamalar hala kulaklarımızdaydı. Her ne kadar adam bunları öfkeyle söylemiş olsa da, o an uydurmadığı açıktı. Adam belli ki insanların dillerinde olanı ifade etmişti.

Bu yüzden bu davet bizim için çok önemliydi. İyi bir intiba bırakmak, bir grup serseri, it kopuk olmadığımızı göstermek istiyorduk. Bizi bizden başka insanların anlayamayacağını biliyorduk, böyle bir niyetimiz de yoktu. Ama en azından efendi uslu insanlar olduğumuzu, korkulacak birileri olmadığımızı göstermek niyetindeydik. Bu yolda zaten bir süredir ilerliyorduk. Necla'nın kuaförlüğü, Feyza'nın Osmanlıca dersleri sayesinde, insanlar bizi biraz daha yakından tanımaya başlamıştı. Elbette bunlara Orkun ve Serdar'ın bahis arkadaşlarını da eklemek lazımdı.

Ama bu gece bir ilki yaşayacaktık. Şu ana dek kimse bizi yemeğe davet etmemişti. Bu yüzden çok heyecanlıydık. Furkan bile her zamankinden farklı giyinmiş, aynada kendini inceden süzüyordu.

Giyecek düzgün bir şeyler bulup aceleyle temizlendikten sonra, kendimi inceledim. Hazır gibiydim. Tam da zamanıydı, çünkü dışarıdan gelen korna sesi vaktimizin dolduğunu gösteriyordu. Ekip kalabalık olduğu için Serra şirketin arabasıyla gelip bir kısmımızı alacaktı. Kalanlar da benim düldülle gidecekti.

Serra kızları ve Berke'yi aldı, kalanlar ve ben benim arabaya doluştuk. 15-20 dakika kadar süren erkek muhabbeti ve yemeklerin Necla'nın brokolisine benzememesi temennileri ile dolu bir yolculuktan sonra, kızın evine vardık. Gülhaniye'nin merkezinde, buranın yerlilerinin oturduğu bir mahallede, üç katlı bir apartmanın giriş katında oturuyordu. Söylediğine göre ailesiyle birlikte yaşıyordu. Tek kardeşti, bu da anne babasının bütün ilgisinin onun üzerinde olmasını sağlıyordu.

Kapıyı annesi açtı. Her birimiz en efendi halimizle kadınla tokalaştık, bazılarımı elini öptü. Tokalaşma, el öpme, elini sıktıktan sonra yanaklardan da öpme tercihlerinde her zaman yanılan ben bile bu defa doğru hamleleri yapmayı başarmıştım.

Yeri gelmişken buna da değinmek isterim. Selamlaşmalar benim için her zaman kabus gibiydi. Bu özellikle bayramlarda çok sık yaşadığım bir sorundu. Bayramlaştığım insanın yaşına bakarak elini sıkmanın doğru olduğunu düşünürdüm, ama elini öpmemi isterdi. Yanaklarından öpecek kadar samimi görürdüm, ama geri çekilirdi. Yaşım ilerledikçe ben de kabusu benden küçüklere yaşatmaya karar verdim gerçi. Elimi sıkanlara 'Öpsene oğlum!' diyor, elimi öpmeye niyetlenenleri 'Ben o kadar yaşlı mıyım?' diye tersliyorum artık.

Madem ben beceremiyorum, hastalığımı herkese bulaştırırım.

Eve girdikten sonra babasıyla bir selamlaşma faslı daha yaşadık. Onun yaşı biraz daha fazla olduğu için seçim yapmamız kolay oldu. Yaşı adama yakın olan Orkun dışında, hepimiz elini öptük. Sonra oturma grubuna ve takviye olarak getirdikleri sandalyelere tesbih taneleri gibi sıralandık.

Burası tipik bir orta halli ailenin eviydi. Eşyalar, evin kendisi, hakim olan hava, her şey orta halliydi. Ne çok eski ne çok yeni, ne çok dar ne çok geniş, ne çok pahalı ne çok adi.

Kızlar Serra ile birlikte mutfağa yardıma giderken biz de anne babasıyla sohbete başladık. Tahmin ettiğim gibi bize hafif kuşkulu, temkinli yaklaşıyorlardı. Bu tip yerlerde Serdar'ın sosyal becerilerine güveniyorduk. Adamın girdiği her ortama hemen uyum sağlamak gibi kıskandığım bir özelliği vardı.

'Efendim, nasılsınız?' diye beni yanıltmayarak hemen söze girdi. 'Bizlerin pek ev yemeği yeme fırsatımız olmuyor, çok teşekkürler davetiniz için.'

'Hanımlar pek yemek yapmıyor galiba?' diye sordu Serra'nın babası. Evdeki kızların fonksiyonunu çözemediği belliydi. Ben araya girme mecburiyeti hissettim:

'Bazen deniyorlar.' dedim. 'Ama canları istediği zaman. Sonuçta onlar konuk.'

'Pansiyon gibi bir yer sizinki değil mi?'

'Tam öyle de değil aslında. Bir çeşit fikir üretim merkezi gibi.' dedim, her nereden aklıma geldiyse.

Hah, iyice şüphelendir adamı, aferin. Fikir üretim merkezi ne?

Adam anlamamıştı, kuşkulu bakışlarını üzerime dikti:

'Nasıl yani?'

'Bizler yazarız.' dedi Serdar. 'Her birimizin kitapları var.'

'Öyle mi? Hangi kitaplar mesela?'

Hah, şimdi s*çmıştık. 'Biz başarısız yazarlarız' mı diyecektik adama? Gözlerim Orkun'a döndü, aramızda tek ünlümüz oydu. Adam niyetimi anlamıştı. Kaş göz yaparak bunun kötü bir fikir olduğunu işaret etti. Doğru da söylüyordu. 'Yazarız' deyip, intihal yapmış bir yazarın adını vermek, hakkımızdaki şüpheleri artıracaktı.

'Henüz ünlü olmuş bir kitap yazanımız yok. Ama uğraşıyoruz. Burası da yazmak için çok uygun, sakin, sessiz bir yer. Bu yüzden burayı seçtik.' diyerek durumu kurtarmaya çalıştım.

'Bir şeyler üretmek güzel.' dedi adam. Bakışlarındaki kuşku hiç azalmamıştı.

Bu sırada Serra mutfaktan çıkarak bizi kurtardı. Yemeklerin hazır olduğunu, masaya geçmemizi söylüyordu. Derin bir nefes alarak dediğini yapmaya koyulduk.

Ne kadar Serra'ya yakın, Furkan'a uzak bir sandalye kapma planı yaparsam yapayım, Serra'dan olabilecek en uzak yere oturmayı başarmıştım. Üstelik Furkan hemen yanımdaydı. İri adam ne kadar derli toplu oturursa otursun, beni eziyordu. Bir dirseği hep tabağımın içindeydi.

Hayal kırıklığı içinde içimi çektim. Hiç mutlu değildim.

Çorba servis edilirken, masada konuşulan konunun din olduğunu dehşetle fark ettim. Nereden gelmiştik, nasıl açılmıştı? Serra'nın babası din ile ilgili görüşlerini, oldukça klişeleşmiş bir tavırla ve inançsızları aşağılayan bir üslupla anlatmaya koyulunca, gözlerimi fal taşı gibi açarak Furkan'a baktım. Başımı hafifçe iki yana sallıyor, 'Hayır, Hayır!' demeye çalışıyordum. Adamın hassasiyetini biliyordum, üstelik lafını esirgemeyeceğinin de farkındaydım.

Göz göze geldiğimizde, her şeyin bittiğini anladım. Son bir umutla masanın altından ayağını tekmelemeye çalıştım, ama belli ki bu ona sinek ısırığı gibi gelmişti.

Bir kaç saniye içinde Furkan'la Serra'nın babası, ölümüne bir tartışmaya girişmişlerdi. Furkan tarihteki savaşların tamamının din yüzünden çıktığını, hurafelerle yoğrulmuş inançların insanları geriye götürdüğünü ve bunun gibi pek çok düşüncesini hiç çekinmeden sıralıyordu. Serra'nın babası ise inançsızların ahlaksızlığından, dinden çıkanların yol açtığı yozlaşmalardan dem vuruyor, ikisi de bir adım bile geri çekilmeye yanaşmıyorlardı.

Korktuğum başıma gelmişti. Masada Furkan ve Serra'nın babası dışındaki herkesle tek tek göz göze geldim, hepsi aynı şekilde düşünüyorlardı. Bu gecenin diplomatik tavırlarla, havadan sudan meseleler konuşularak geçirilmesi hayalimiz suya düşmüştü.

Tartışma şiddetinden bir şey kaybetmese de, biz yemekleri ziyan edecek değildik. Onlar birbirlerine bağrışırken, biz aceleyle yemeklere saldırdık ve evden kovulmadan önce yiyebildiğimiz kadarını mideye indirdik.

Ama kibar insanlardı, bizi kovmadılar. Tartışma gecenin sonuna kadar devam etti. Hatta vedalaşırken bile kapının eşiğinde kavga etmeyi sürdürüyorlardı. Evden en son ben çıktım. Yaşlı adam usulen elimi sıkıp, içeri gitmişti. Serra, annesi ve ben öylece bekliyorduk. Bu tip durumlarda pek başarılı olmasam da bir şeyler söylemem gerektiğini hissediyordum.

'Şey, kusura bakmayın, pek hayal ettiğim gibi olmadı.' dedim.

'Amaan,' dedi kadın. 'Bizim deli herifin işleri işte. İyi oldu, ağzının payını aldı. Misafirsiniz siz, biraz alttan alır insan. Ben soracağım ona şimdi.'

Kadının kocasını böyle bir anda satmasını beklemiyordum. Gülümsemeden edemedim. Uzun evliliklerin yararları, böyle böyle görülüyordu işte.

Ekibin yarısını evimize bırakacak olan Serra ile merdivenlerden inerken, gene de utanç içindeydim.

'Çok özür dilerim Serra ya.' dedim tekrar. 'Seni de zor duruma düşürdük ailene karşı.'

Cümlemi bitirmemle kıza ilk kez ismiyle hitap ettiğimi fark etmem bir oldu. Daha önce hep 'Serra Hanım' diyordum. Kendime endişe edecek bir sebep daha vermiştim. Ya kız ismiyle hitap etmemden rahatsız olursa? Ya ona karşı niyetlerimi anlayıp, benden uzaklaşırsa? Neden böyle yapmıştım ki? Merdivenlerde kızla yalnız kalmak, kabarık saçlarının rüzgarı, kokusu beni yoldan çıkarmıştı galiba.

Ya terslerse?

'Yok, önemli değil Arda.' diye karşılık verdi. 'Babam biraz inatçıdır, aksiliği tuttu işte.'

O da bana adımla hitap etmişti, demek ki rahatsız olmamıştı. Bu iyi haberdi. Yüz bulunca alttan alttan işlemeye başladım:

'Aslında bu kadar kalabalığı bir araya toplayınca bunlar normal.'

'Biraz öyle galiba.'

'Daha böyle az kişi halinde bir araya gelmek lazım.'

'Evet, doğru.'

'Mesela yarın akşam müsait misin? Kaçta çıkıyorsun işten?'

'6, 6 buçuk falan.'

'İşin var mı?'

'Yoo.'

Cevapları son derece net ve tereddütsüzdü. Ben de aynı telden devam etmeye karar verdim:

'O zaman yarın, bu akşamı telafi edelim. Olur mu?'

'Tamam, neden olmasın?'

Arabasına binerken son bir defa aralara maviler atılmış saçlarını savurarak bana bakıp gülümsedi. Sonra gaza basıp yürüdü.

Acaba 'daha az kişi' derken sadece ikimizi kastettiğimi anlamış mıydı?

Bu gülümseme o anlama mı geliyordu?

Yoksa çok fena bir duruma düşmek üzere yelken mi açmıştım?

Bunu zaman gösterecekti.

Fakat bu gece bir şeyi kesinlikle anlamıştım:

Rahat bana batıyordu.

14 Ocak 2013 12-13 dakika 14 öyküsü var.
Beğenenler (1)
Yorumlar