Yazarlar Evi 14 Küçük Başın Büyük Derdi
İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi
Prıviyızlii on İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi:
Bir sürü başarısız ilişki, kötü iş deneyimi ve kayıplardan sonra, bir gün aniden her şeyden vazgeçmeye ve tamamen yeni bir yolda ilerlemeye karar verdim.
Bir ev dolusu yazar, sakin sessiz bir ortam, yaratıcılığı körükleyecek bir mekan.
'Siz Arda Bey olmalısınız.' diyerek elini uzattı kadın. 'Ben Sinem, ?1 Numara Telif Ajansı'ndan geliyorum.'
'Ercan. ?Altın Makas' kuaför salonunun sahibiyim. Benimle haksız rekabete giren kişiyle tanışmaya geldim. Necla mıymış, neymiş?'
'Kimsiniz lan siz? Kimsiniz oğlum? Dağdan geleceksiniz, türlü zina mı fuhuş mu ne yaptığınız belli değil, karılı kızlı toplanmışsınız bir evde?'
Gelen Serra Hanım'dı. 'Sizi bir gün hep beraber akşam yemeğine davet etmek istiyorum' dedi.
Bir kaç saniye içinde Furkan'la Serra'nın babası, ölümüne bir tartışmaya girişmişlerdi.
'Şey, kusura bakmayın, pek hayal ettiğim gibi olmadı.' dedim.
'O zaman yarın, bu akşamı telafi edelim. Olur mu?'
'Tamam, neden olmasın?'
İşte bu, bu evin ve içinde yaşayan başarısız yazarların hikayesidir.
Bir odamız hala boş, aklınızda bulunsun.
Buyrun...
Küçük Başın Büyük Derdi:
Serralar'da yediğimiz 'Son akşam yemeği'nin ardından, süklüm püklüm eve dönmüştük. Gülhaniye halkı üzerinde iyi bir izlenim yaratma şansımızı yitirdiğimiz gibi, bir de üstüne 'Allahsız kitapsızlar' olarak mimlenmiştik. Artık kimseye öyle olmadığımızı anlatmamız mümkün değildi. Şimdi istediğimiz kadar kendimizi yırtıp, 'Doğru, aramızda öyleleri de var, ama Feyza gibi namazında niyazında olanlarımız da var.' diyelim, boştu.
Bu yetmezmiş gibi bir de başımı başka bir derde sokmuştum. Serra ile yemek yiyecektim, evet. Ama kızın benim sözlerimi ne şekilde anladığından emin değildim. Sonradan düşündükçe onu bir çeşit oldu bittiye getirdiğimi, sanki daha az kişiyle ama 'diğerleriyle birlikte' bir yemeğe davet ettiğimi fark etmiştim. Oysa kastettiğim şey, baş başa bir yemekti. Eğer bu şekilde anlamadıysa, utanç verici bir duruma düşecektim.
Peki neden bu şekilde yaklaşmıştım? Neden açık açık 'benimle baş başa bir yemek yer misin?' diye sormak yerine bu çetrefilli yollara girmiştim? Neden beceriksiz bir ergen gibi davranmıştım?
Oldu bittiye getirme taktiğini yıllar önce, kızlarla ilgilenmeye ve reddedilmeye başladığım günlerde bir kere denemiştim. Hoşlandığım kıza 'falanca gün sinemaya gidiyorum, sen ister gel, ister gelme' tarzında saçma sapan bir teklifte bulunmuştum. Kız da gelmemişti tabii. Gücümü göstereceğimi, kararlılığımla onu etkileyeceğimi hayal ederken, sinema salonunda tek başıma kalakalmıştım.
Bu olay, oldu bittiye getirme taktiğini bilinçli olarak kullandığım ilk ve son girişimimdi.
Düşündükçe içim sıkılıyordu, derin bir nefes alıp pencereden dışarı baktım. Ortalık yavaş yavaş yeşillenmeye başlamıştı. Bahar artık kendini iyiden iyiye hissetttiriyordu.
Bir anda kafamda bir şimşek çaktı. Yoksa mevsimin getirdiği heyecan mı benim saçmalamama sebep olmuştu? Doğru ya, her şey canlanıyor, tabiat uyanıyordu. Bu benim için de geçerliydi, muhtemelen vücudumdaki hormonlar harekete geçmişti, farkında olmadan coşmuştum.
Allah'ım. Düşündükçe daha çok utanıyordum.
Bu gece hayatımın en büyük rezilliklerinden birini yaşayacaktım.
Acaba arayıp iptal mi etseydim?
Kafam düşüncelerle dolu halde odamdan çıktım. Düşünceliydim, her zamanki gibi yolumu kesip, tıslayarak beni tehdit eden Aşüfte'ye hiç yüz vermeden aşağı indim. Sert bir kahve, iyi gelecekti.
Dalgın bir halde mutfağa yürürken, arkamdan gelen seslerle irkildim:
'Bütün savaşların asıl sebebi dinlerdir!'
'Dinle öğren o zaman!'
'Bana kelime oyunu yapma! Öncelikle o el inecek!'
'İnmezse ne olur?'
'Ben Laos'tan Afganistan'a turist taşımış adamım! Akıllı olacaksın ulen!'
Berke ile Serdar, ellerini bellerine koymuşlar, abartılı hareketlerle akşamki tartışmanın taklidini yapıyorlardı.
'Bu mükemmel orman kebabı kendi kendine var olmuş olabilir mi?'
'Şimdi kafanıza mükemmellikten uzak kepçeyi yiyeceksiniz, sayın ev sahibi!'
'Ya oğlum yapmayın şunu.' dedim. Şaka kaldıracak halim yoktu.
'Niye ya? Bence çok komikti.'
'Komik miydi?'
'Bu şimdiki değil. Dün akşam.' diye güldü Berke. Kanepeye, bilgisayarına doğru hereketlenmişti. Zaten başından nasıl olmuştu da kalkmıştı ki?
'Bu kadar ciddiye alma Arda ya.' dedi Serdar. O da her zamanki gibi genişti. Etrafımda bir tane bile normal insan bulamayacak mıydım ben?
'Nasıl almayayım? Küçük yer burası, dedikodu olacak?'
'Olursa olur, boş ver.' dedi. 'İnsanların ağzı torba değil ki büzesin? Zaten sanıyor musun ki dedikodu olmuyor? Kim bilir arkamızdan neler konuşuyorlar? Salla, boş ver.'
Aslında Serdar haklıydı. İnsanlara konuşmaları için malzeme vermemize gerek yoktu, nasıl olsa kendileri bir şeyler uyduruyorlardı. Bu hep böyle olmuştu, her zaman da böyle olacaktı.
Fakat gene de böyle birinci sınıf bir dedikodu konusunu kendi ellerimizle onlara altın tepside sunmamız işime gelmiyordu. Sonuçta evin sahibiydim, artık buralı sayılırdım.
'Din insanlığın yüz karası icadıdır!' dedi Berke. Oyunu sürdürmekte ısrarlıydı.
'Öyledir elbet.' diye bir ses geldi. Baktık, bu Furkan'dı. Berke'yle Serdar, hemen toparlandılar. Adamın önünde onun taklidini yapmak pek şık bir hareket değildi sonuçta. Aramızda henüz o samimiyet yoktu.
Ama Furkan pek rahatsız olmuşa benzemiyordu. Elini sallayarak sıkıntı olmadığını belirtti, sonra bana döndü:
'Konuşmasam içimde kalırdı.'
'Biliyorum. Ama keşke diplomatik davranabilseydin.'
'Onu yapabilsem, ben şimdi çok farklı yerlerde olurdum.' diyerek güldü adam. 'Gerçekleri olduğu gibi söylemekten hiç vazgeçmedim. Sonucunun kötü olacağını bile bile.'
Kendim için hazırladığım kahveyi ona uzattım:
'Yapacak bir şey yok. Sen neysen o'sun, en baştan söylemiştin bize.'
'Öyle.'
O sırada Berke kucağından hiç indirmediği bilgisayarından başını kaldırmadan seslendi:
'Akşam Batman filmleri maratonu yapalım diyoruz. Var mısınız? Tee Tim Burton'ınkilerden başlayacağız.'
'Elbette Joel Schumacher'inkileri atlayarak.' diye düzeltti onu Serdar. 'Kedi Kadın'lı, Penguen'li Batman'den direkt Christopher Nolan'a atlayacağız.'
'Şahane tercih.' dedi Furkan. Schumacher'in Batman'lerini bir tek ben mi seviyordum şu koca dünyada?
'Akşam' deyince kısa bir anlığına unuttuğum Serra ile buluşmam, tekrar aklıma geldi. Gene gerilmiştim.
'Ben katılamayacağım gençler.' dedim onlara. 'Akşam işim var.'
Gözler hemen bana dönmüştü. Serdar gibi burnu iyi koku alan biri, bunu zaten kaçırmazdı:
'Sansaaaarr...' diye takıldı. 'Kiminle buluşuyorsun?'
'Ya yok, öyle değil.'
'Hadi ordan.'
Onlar beni köşeye sıkıştırmakla meşgulken, kapı açıldı ve öte beri almak için Gülhaniye'ye giden Orkun, içeri girdi. Elinde bir gazete vardı. Ağza alınmayacak bir küfür ederek koltuğun üzerine fırlattı:
'Al buyur.'
Ne olduğunu anlamamıştık. Çok sinirliydi, normalde böyle küfürlü konuşmazdı. Canını sıkan bir şey olduğu belliydi. Merakla gazeteyi açıp baktık:
'Ünlü yazarı bulduk!'
Serdar okumaya devam etti:
'Kısa süre önce intihal yaptığı ortaya çıkan Orkun Sağlar, şirin bir Ege kasabasında gününü gün ediyor. Hakkında açılmış onlarca dava sürerken, Sağlar'ın bunlara pek aldırış etmediği görülüyor. Sağlar'ın edebiyat dünyasında yarattığı deprem büyük kavgalara yol açmıştı.'
Az daha kendimi tutamayıp 'Seksi resimleri için tıklayınız' diye şaka yapacaktım. Ama bunun ne yeri ne zamanıydı, adam gerçekten de incinmişti.
Orkun'a döndük. Mutfakta bir şeylerle meşgulmüş gibi yapıyordu:
'Nereden öğrenmişler ki?'
'Nereden olacak?' dedi. 'Son zamanlarda eve gelen yabancılar kimler?'
Gözlerim bir an Furkan'a kaysa da, sonra gerçekte kimi kastettiğini anladım. Eğer bu bir çizgi film olsaydı, tepemde yanan ampül görülebilirdi. Hayal kırıklığı içinde mırıldandım:
'Sinem...'
'Ajanstan Sinem? Yok canım?'
'Başka kim olabilir ki?' diye sordu Orkun. İki eliyle mutfak tezgahına dayanmıştı. Yaşını da göz önüne alarak, adama bir şey olmasından korkuyordum.
'Ne olacak ki?' diye atıldı Serdar o arada. 'Kötü bir şey değil bu, ismin geçmiş oldu işte, ne güzel.'
'Güzel falan değil Serdar ya.' diye çıkıştı öteki. 'Hırsız gibi yazmışlar, günümü gün ediyormuşum, yok bilmem ne. Sanki ihalede yolsuzluk yapmışım.'
'Takma kafana abi ya.' diyerek onu sakinleştirmeye çalıştım. Adamın geçmişi belli ki peşini hiç bırakmayacaktı.
'Nasıl takmayayım Arda ya?' diye azarladı beni. 'Evet, bir hata yaptım. İyi de hiç mi kurtulamayacağım bundan? Biten tüm davaların borçlarını kapattım, neyim var neyim yoksa sattım. Bir tek Allah'ın kuluna tek kuruş borcum yok. Aha işte, dımdızlak kaldım. Hala üstüme geliyorlar. Daha ne yapayım? Daha ne yapayım!? Ne istiyorlar benden?'
Adam haklıydı. Daha da kötüsü, eğer bu haber gerçekten de Sinem tarafından yazdırıldı ise, kıza güvenmemiz mümkün değildi. Ajans hayalimiz başlamadan bitecekti demek ki. Belki de örnek olsun diye yanında götürdüğü yazılarımızı, şu an başka yazarlara servis ediyordu.
Sıkıntıyla içimi çektim. O sırada Orkun'un az önce gazeteyi fırlattığı kanepenin üzerinde bir zarf gördüm:
'Bu ne Orkun?'
'Ha, o sana gelmiş. Bilmiyorum ne olduğunu. Gördüm, getirdim.'
Zarfı şaşkınlıkla inceledim. Resmi bir yazıya benziyordu. Açıp okudum. Her satırında keyfim daha çok kaçıyordu.
Diğerleri sesimin kesilmesi üzerine meraklanarak yanıma geldiler. Farkında değildim, ama sonradan söylediklerine göre yüzüm kireç gibi olmuştu.
'Hayırdır hacı?'
Başımı kaldırıp onlara baktım. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Yutkunup, güçlükle mırıldandım:
'Beni mahkemeye vermişler.'
'Ne? Ciddi misin?' diye atıldı Serdar. Elimdeki kağıdı çekip aldı.
'Birine saldırmışsın. Darp etmişsin. Ercan Sütçü diye biri.'
'Ercan Sütçü kim be?' diye sordu Orkun. Kendi derdini unutmuştu.
'Ercan Sütçü... Ercan Sütçü... Tanımıyorum ki?'
'Hass*ir.' diye araya girdi Furkan. 'Ercan işte, Altın Tırnak Ercan.'
'Hadi canım?'
'O bana saldırdı ama? Haneye tecavüz de var. Yok mu?'
Aklıma gelen her şeyi sıralıyordum. Benim evime gelip bana saldıran adam, bana nasıl dava açardı?
'Ne bileyim? Benim mahkemelerle ilgili bildiklerimin tamamı, Amerikan filmlerinden öğrendiklerim.' diye cevapladı beni Berke. 'Yakın zamana kadar bizde de jüri var sanıyordum ben.'
'Furkan dövdü onu hem? Ben değil ki?' diye devam ettim, ona aldırmadan. Suçlamadan sıyrılmak için çocuk gibi bahane arıyordum.
'Valla Furkan'a dava açmak yemedi herhalde.' diye açıkladı Orkun. 'Seni dişine göre buldu herhalde.'
Aramızda en çok hukuk tecrübesi olanımız oydu. Kağıdı dikkatle inceledi:
'Ceza davası. S*çtın.'
İçimi çekerek koltuğa çöktüm. Neden benim başım dertten kurtulmuyordu?
Serdar yanıma oturup her zamanki umursamazlığıyla sordu. Mahkeme konusu onun gündeminden düşmüştü bile:
'Akşam ne giyeceksin hacı? Kıza düzgün görünmen lazım.'
Evet, bir de Serra konusu vardı. O benim aklımdan tamamen çıkmıştı.
'Vaay kız mevzuları ha?' diyerek öteki yanıma oturdu Orkun. 'Fazla şık olma, gereğinden çok değer vermiş gibi olursun.'
'Çok spor da olmaz, hiç ciddiye almıyor gibi görünürsün.'
Tabii, zaten gardırobum envai çeşit kıyafetle doluydu. Seçim yapmam dört saat falan sürecekti.
İnsan içine çıkmalık 2-3 şeyim vardı işte, birini seçecektim.
İyi ama hangisini?
Seçim yapmam galiba gerçekten de dört saat sürecekti.
Akşam saatleri yaklaştıkça daha çok geriliyordum.
Bakalım nasıl rezil olacaktım?