Yazarlar Evi 2 Yeni Konuk
İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi
Prıviyızlii on İdealist Ama Hüzünlü Yazarlar Evi:
Adım Arda.
Hayat benim için geçinmesi zor, kaprisli bir kadın gibiydi.
Bir sürü başarısız ilişki, kötü iş deneyimi ve kayıplardan sonra, bir gün aniden her şeyden vazgeçmeye ve tamamen yeni bir yolda ilerlemeye karar verdim.
Böylece yazı hayatına başladım.
Başlarda her şey iyi gidiyordu. Kitaplarım ve yazılarımla her geçen gün daha çok insana ulaşacaktım.
Bunların hiçbiri gerçekleşmedi.
Sonra hayat beni şaşırtmak istedi.
Kendi bahçesinin içinde, denize yürüme mesafesinde, tripleks, pek bir lüksü olmayan, 8-9 odalı bir dev.
Paramı saçıp savurmak için nadide bir ölü yatırım.
Soğuktan titreyerek geçirdiğim bir kaç haftadan sonra, internete ilan vermeyi akıl ettim.
Bir ev dolusu yazar, sakin sessiz bir ortam, yaratıcılığı körükleyecek bir mekan.
Şimdi sürekli gelip gidenler olsa da, evin içinde yaşayan altı kişilik kemik kadromuz oluştu.
İşte bu, bu evin ve içinde yaşayan başarısız yazarların hikayesidir.
İki odamız hala boş, aklınızda bulunsun.
Buyrun...
Yeni Konuk:
Rüyamda Keloğlan internetten korsan film indiriyor, Miki Fare ise bant genişliğini meşgul ettiği için ona kızıyordu. Ben bir köşede huzursuz bir şekilde onların bu kavgasını izlerken, paralel evrenden atılan bir pinpon topunun kafama isabet etmesiyle sarsıldım.
Şimdi hayatımın büyük bir kısmını geçirdiğim İstanbul'daki evimdeydim, yatak odasının kapısının önünde duruyordum. Kapı açıktı ama içerisi zifir karanlıktı. Ve karanlığın içinde bir yerlerden, birileri kafama mütemadiyen pinpon topu atıyordu.
Keloğlan'la Miki Fare'nin kavgaları giderek büyürken, ben artık onları görmüyordum. Tek derdim yatak odamdaki karanlıkta gizlenen paralel evrenden kafama kimin top attığını bulmaktı. Odaya doğru bir iki adım attım. Kafama doğru gelen topu son anda fark ettim ve kenara çekilerek savuşturdum. Bunu yapmamla boynumdaki ıslaklığı hissetmem bir oldu.
'Ne oluyor?' demeye kalmadan uyandım.
Gülhaniye'deki evimde, kendi yatağımdaydım. Aşağıdan bağırtılar geliyordu, bense henüz kendime gelememiştim. Bulanık gözlerle etrafıma bakındım, o sırada boynuma isabet eden bir su damlası ile ürpererek yataktan fırladım.
Başımı kaldırıp tavana baktığımda paralel evrenden atılan pinpon toplarının sırrını çözdüm: Uzun süredir alarm veren çatı, sonunda su sızdırmaya başlamıştı. Üstelik de tam benim yatağımın üzerine damlatıyordu. Gece yağan yağmur, kiremitlerin son savunma duvarını da yıkmış olmalıydı.
Gözlerimi ovuşturarak yatağı kenara ittim. Suyun damladığı yere akşam hazır çorba içtiğim, içindekiler kuruyup kaskatı kesilmiş olan fincanı koydum. Sonra üstümde pijamalarım olduğu halde merdivenlere yöneldim.
Bir yandan çatı için gelecek olan ustanın kaç para isteyeceğini tahmin etmeye çalışıyordum.
Ev üç katlıydı. Ben ve üç kişi daha en üst kattaki odaları paylaşmıştık. İkinci katta iki kişi kalıyordu. İki oda da boştu işte, birileri talip olana dek oraları ıvır zıvırları tıkmak için kullanıyorduk. En alt kattaki iki odayı, mutfağı ve salonu ortak kullanım alanı olarak ayırmıştık. Böylece geçinip gidiyorduk.
En alt kata indiğimde rüyamdaki film indirme tartışmasının gerçek olduğunu gördüm. Keloğlan Berke, Necla ile tartışıyordu.
Berke 21 yaşındaydı, ev için verdiğim ilana ilk cevap veren oydu. Esmer, kavruk ama enerjik bir çocuktu. Berber masrafı olmaması için saçlarını kendisi kazıyordu, bu yüzden ona aramızda Keloğlan diye takılıyorduk. 18 yaşında ilk kitabını yayınlamıştı. Fantastik konularda yazıyordu, yazı hayatına bir üçlemeyle başlamıştı, Ejderha Yüzükleri Efsanesi. Serinin efsanevi olan tek yanı, efsanevi şekilde az satmış olmasıydı. Gerçi bu çatı altında yaşayan yazarlar arasında, ben de dahil olmak üzere en yüksek satış rakamlarına ulaşan da gene oydu.
Bu da okuyucuya yazarlarımızın başarı grafikleri hakkında bir fikir verebilir sanıyorum.
Necla ise 30'lu yaşlarının ortalarında, biraz değil, epeyce kilolu, genelde çok ve hızlı konuşan, aylardır susturmak için kapatma düğmesini aradığımız bir arkadaştı. Orta boylu, kıvırcık saçlı, havalı bir şeydi. Heyecanlı ve çabuk parlayan türde biriydi. Asıl mesleği manikür pedikürdü, hani şu kuaförlerde çalışan kızlar gibi. Çok iyi bilmediğim bir alan olduğu için doğru kelimeleri kullanamıyor olabilirim. Aylardır aynı çatı altında yaşadığımız halde, Necla'ya bunları sorup doğrularını öğrenmek için en ufak bir istek duymadım. Yalanım yok. Onu sevmediğimden değil, asla. Sadece böyle bir soruyu kısaca cevaplamak yerine, beni karşısında 2 saat esir edeceğini bildiğim için.
Necla uzun süre mesleğini yaptıktan sonra sosyal medyada açtığı bir blogla yazı hayatına başlamıştı. Kadınsal konularda yazıyordu. Sonra işin içine biraz erotizm, biraz cinsellik katınca blog'u bir anda binlerce kişi tarafından takip edilmeye başladı. Onların da pohpohlamasıyla, 'Kendimden Tahriklendim Hüzünlü Bir Sonbahar Sabahı' isimli kitabını çıkardı. Şu hani biraz erotik, biraz romantik, kadın işi ama cinsel yanıyla erkeklere de göz kırpan tarzdaki kitaplardan biriydi. Benim pek saygı duymadığım bir tarzdı, ama sonuçta onun da takipçileri vardı elbette.
Kitabın ismi Soner Günday'ın Orçun Kunek başlıklarının birinden aşırılmıştı. Her ne kadar Soner Günday bunu sorun etmese de, Necla'nın hayranları tepki gösterdiler. Oysa kızın bunu yapmaktaki amacı, kitabın içindeki mizah unsuruna dikkat çekmekti. Ama olmadı ve sansasyonel bir çıkış yapmayı planlayan Necla'nın kitabı, sansasyonel bir biçimde elinde kaldı. Kitabın kapağı için anlaştığı fotoğrafçı, dizgi, editörlük hizmetleri, grafik tasarımcı derken, Necla kendini ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya buldu. Sonunda da çözümü bizim evde aramaya karar verdi.
İşte sesleri taa üçüncü kata, uykumun arasında rüyama kadar giren bu ikili, şimdi internetin adil kullanımı konusunda sert bir tartışmaya girmişlerdi. Berke kanepede oturuyor, umursamaz bir tavırla ayaklarını uzatmış, kucağındaki laptop'la Necla'ya bakıyordu. Necla ise ayaktaydı. Ellerini beline koymuş, bağırıp çağırıyor, blog'unu yazamadığını, işlerin bu şekilde gitmeyeceğini ve bir sürü başka şeyleri ard arda sıralıyordu.
Hiç sevmediğim halde, bu eve geldim geleli Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri gibi olmuştum. Uzlaştırmacı, diplomat ve kimsenin takmadığı. İşlerin gene böyle gelişeceğini bildiğim halde, aralarına girmeden duramadım. Gözlerimi ovuşturarak, başımdaki ağrıyla söze karıştım:
'Hayırdır gençler? Nedir bu patırtı?'
'İnternete hunharca tecavüz ediyorlar, ne olacak?' diye açıkladı Necla öfkeyle. Kızın buraya geldi geleli değişmeyen tek bir özelliği vardı: Öfkesi. Kendi hayranları tarafından tepkiyle karşılanmak onu çok hırpalamıştı. Her şeye ve herkese karşı sinirli ve agresifti.
Evin sahibi ve hepsini oraya toplayan kişi olarak ortalığı yumuşatmam gerekiyordu, bu da hiç beceremediğim bir işti. Berke'ye döndüm:
'Berke'ciğim, hani bu konuyu konuşmuştuk? Herkesin kullanacağı şekilde meşgul edecektik interneti?'
'Abi bitmek üzere zaten.' diye itiraz etti çocuk. 'Millet uyurken indirip bitiririm dedim, uzadı biraz, o yani.'
Necla'ya döndüm:
'Bak, bitmek üzereymiş Necla, istersen gerginlik yaratmayalım ha?'
'Ya bırak Arda ya, bırak Allah aşkına ya! Erkek değil misiniz, birbirinizi kollayıp duruyorsunuz.'
'Ya ne alakası var, gözünü seveyim ya?' diye alttan almaya çalıştım. Ama başarılı olamadım tabii ki.
'Tamam ya, git, tamam!'
Necla elini kolunu sallayarak, öfkeli bir şekilde mutfağa doğru uzaklaşırken, Berke oturduğu yerden bana kaş göz yaptı:
'Abi çaktırma, Emmanuelle 9'u indiriyorum.'
'Hadi ya? Var mıymış dokuzuncusu onun?'
'Şşşş.'
Aldığım bu haberle daha bir mutlu olmuştum. Keyifli bir şekilde mutfağa yöneldim, bulaşıkları yıkamakta olan Feyza'yı selamladım:
'Günaydın, nasılsın?'
Feyza 30 yaşlarında, İç Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş, gerçek bir gönül insanıydı. Ama bu devir için bu kadar yüce gönüllülük bence biraz fazlaydı. Dünyanın en ücra köşesinde bir kelebek ölse, Feyza burada mutsuz olur, üzülürdü. Birilerinin sevgi insanı olmasına itirazım yoktu, ama bu kadar saf olmasına açıkçası biraz kızıyordum.
Feyza'nın hepimizden farklı bir yanı vardı. Bu çatının altındaki herkesten daha dindardı. Namaz vakitlerini kaçırmaz, dini vecibelerini en iyi şekilde yerine getirmeye çalışırdı. Üstelik onun durumundaki birinin genelde yaptığı gibi bizleri kendi yoluna çekmeye de uğraşmazdı. Kendisine gidip özellikle sormadığımız zamanlar dışında, bizimle dinle alakalı konularda hiç konuşmazdı.
Başlangıçta başı örtülü birinin bize uyum sağlayamayacağını, bizim de onunla geçinemeyeceğimizi düşünüp biraz huzursuz olmuştuk. Fakat zaman içinde geçinmenin yolunu pekala bulduk ve bir kaç aydır da en ufak bir sıkıntı olmadan yaşayıp gidiyoruz.
Feyza şairdi. Ayrıca sevginin, ahlakın, güzelliğin ön planda olduğu kısa yazılar yazardı. Bizden bir diğer farkı, çıkardığı şiir kitabının satmayacağını baştan bilmesiydi. Bu yüzden hayal kırıklığı yaşamamıştı. Kitabıyla sadece insanlara kendini ifade etmek istemişti, hepsi bu.
Evde en uyumlu, en söyleneni yapan kişi gene Feyza'ydı. Şimdi de bulaşık makinesinin bir kaç haftadır arızalı olmasından dolayı bulaşıkları elde yıkıyordu. Maddi durumlar yüzünden tamirci çağıramamıştık, bir süre daha böyle gidecek gibiydi. Aramızda bir çizelge yapmıştık, her birimiz dönüşümlü olarak bulaşıklara girişiyorduk. Sırasını aksatanlar olduğunda, internete bağlandığımız modemin şifresini değiştiriyor ve kendisine söylemiyorduk. Böylece modern aylak insanın internetsiz yaşayamayacağı formülünden hareketle, bulaşıkların düzenli olarak yıkanmasını sağlıyorduk.
'Arda, sabah telefon geldi. Biri gelip seninle görüşecekmiş, boş oda için.' diye haberdar etti beni kız, köpüklü elleriyle alnını kaşırken.
Bu güzel bir haberdi. Bir odayı daha doldurabilirsek, belki bulaşık makinasını tamir ettirebilirdik. Gerçi şimdi başımıza bir de tavan çıkmıştı. Acaba sadece benim odam mı akıtıyordu, yoksa hepsinde mi sorun vardı? Sadece benimki ise yatağı kenara çekip, kovalarla falan biraz daha idare edebilirdim.
Bu arada biraz da geç kalkmış olmanın sebebiyle göremediğim iki arkadaşı sormadan yapamadım:
'Serdar'la Orkun neredeler?'
'Küçük bir işleri varmış, erkenden çıktılar.'
Serdar ve Orkun evimizin diğer iki sakiniydi. Kendilerine ait birer hikayeleri vardı, fakat bunu anlatmanın zamanı gelecek.
Her ne olursa olsun, önce Berke'den, sonra Feyza'dan gelen bu iki güzel haberle keyfim yerine gelmişti. Necla'nın öfkeli bakışlarla beni süzmesine aldırmayarak, kahvaltı niyetine atıştırmalık bir şeyler alıp, salona geri döndüm.
O sırada çalan kapı, olduğum yere çakılıp kalmama sebep oldu. Acaba sabah arayan kişi gelmiş olabilir miydi? Eğer öyle ise beni bu halde, üzerimde pijamalar, elimde atıştırmalık ıvır zıvırla görmemeliydi. Berke'ye işaret edip seslendim:
'Berke, eğer oda için gelmişse biraz bekletip boş odaya yollasana.'
'Hangi oda abi? Köşedeki mi?'
'Evet evet.' diye alelacele cevapladım onu ve koşarak üst kata çıktım. Pantolonum, gömleğim, neredeydi bunlar? Evet biliyorum, nereye bıraktıysam oradaydı da nereye bırakmıştım işte? Asıl soru oydu.
Telaşlı bir şekilde giyinirken, bir kulağım da aşağıdaydı. Konuşulanları duymaya çalışıyordum. Anlayabildiğim kadarıyla oda için gelmişlerdi, çabuk olmalıydım. Koşturarak ikinci kattaki, köşedeki boş odaya girdim. Bir sandalye bulup oturdum. Nefes nefeseydim, bir kaç kez öksürerek toparlanmaya çalıştım.
O sırada kapı açıldı, Berke'nin kafası göründü. Gene kaş göz yapıyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama ben anlamıyordum. Üstelik elindeki laptop'u da bırakmamıştı, sanki japon yapıştırıcısıyla eline tutturmuşlardı. Çocuk her yere onunla gidiyordu, tuvalete bile.
Sonra onun peşinden, odaya talip olan kişi, içeri girdi. İşte o an bizimkinin abuk subuk hareketlerinin ne anlama geldiğini çözdüm.
İçeri giren adam bildiğin devdi. Daha önce çok uzun insanlar görmüştüm, ama bu hem uzun hem genişti. 2 metreye 2 metre falan ebatında bir adamdı, küçük bir oda büyüklüğündeydi. İlk anki şaşkınlığımı üzerimden atıp adama elimi uzattım, benim elim adamın avucunun içinde minicik kalmıştı.
'Hoşgeldiniz.' dedim şaşkınlığımı belli etmemeye uğraşarak. Gerçi adam bu tip tepkilere alışık olmalıydı ama ben gene de ne düşündüğümü göstermemekte kararlıydım.
Bu arada adamı hızlıca inceledim. 40 ? 45 yaşlarında, oldukça dinç, hayatı boyunca sporla uğraştığı belli, sert bakışlı biriydi.
'Furkan ben.' diye kendini tanıttı. 'Oda bu sanıyorum?'
'Evet, bu.' diye cevapladım onu. 'Dağınıklığa aldırmayın, toparl...' diyemeden sözümü kesti. Benim konuşmama fırsat vermeden konuşmamızın yönetimini hemen eline almıştı:
'İlanınızı gördüm, konseptinizi biliyorum. O yüzden bunlarla zaman kaybetmeyelim. Oda bence güzel, istediğiniz kira da makul. Dağınıklık sorun değil, toplanır. Önemli olan sizin benimle geçinip geçinemeyeceğiniz.'
Berke ile birbirimize baktık. Bana öyle geliyordu ki, adam şimdi 'Geçindiniz geçindiniz. Geçinemediniz hepinizi döverim!' diyecekti.
Adam halimizi görünce tavrını biraz yumuşattı, açıkladı:
'Ben arızalı bir adamım. Benim onlarla pek bir derdim olmaz, ama insanlar beni pek sevmez. Daha doğrusu beni seven çok sever, sevmeyen de nefret eder, ortası yoktur. Düşündüklerimi açık açık söylerim. Gerçekler hakkında konuşmayı severim. Bu da insanların pek işine gelmez. Geçinmek derken kastettiğim buydu.'
Yumuşamış hali bile bizim için epey sertti. Berke ile tekrar birbirimize baktık, sonra ben adama döndüm:
'Biz burada kendi içinde uyumlu bir grubuz. Aramızda başörtülü arkadaşımız da var, erotik blog yazarı da. 21 yaşında olanımız da var, 45 yaşında olanımız da. Birbirimize saygı duyar ve hiç karışmayız. Ortak ilgi alanımız yazmak.'
'Ben hiç kitap yazmadım.' diye sözümü kesti Furkan. 'Blog yazıyorum. Burada bir süre kalıp kafa dinlemek istiyorum. Ben kafasına göre davranmayı seven biriyim. Yeri gelir, kafama eser uçağa atlar, Sri Lanka'ya giderim. Yeri gelir bir fırına işçi olarak girer, çalışırım. Ne istersem onu yaparım yani.'
'Anlıyorum. Söylemeye çalıştığım gibi...' diye devam etmeye çalıştım, ama adam sözümü tekrar kesti:
'Başörtülü bir insanla benim sorunum olmaz mesela. Ama onun karşısında söyleyeceklerim yüzünden, onun benimle sorunu olur. Onun inancını paylaşmam mümkün değil, saygı da duymam. Ya da erotik bilmemneci. Öyle bir edebiyat türü yok.'
Karşımızda sözünü sakınmadan konuşan biri vardı. Genelde insanlar bunun iyi bir özellik olduğunu düşünseler de, kimsenin gerçekte bundan hoşlanacağını sanmıyordum. Kafam karışmıştı, odayı kiralamamız bizi maddi olarak biraz rahatlatacaktı. Ama evin içindeki düzen bozulacaksa, bunu yapmak doğru olmazdı. Zaten her şey pamuk ipliğine bağlıydı.
Adama söylediklerini anladığımı, düşünmek için biraz zamana ihtiyacım olduğunu söyledim.
'Anlıyorum. Ben merkezde, bir pansiyonda kalıyorum. İki gün daha burada olacağım, kararınızı bana bildirirsiniz.' diye cevapladı beni. 'Benimle ilgili daha çok bilgi edinmek isterseniz blog'umu okuyun, karar vermenize yardımcı olur.' diye eklemeyi de ihmal etmedi. Bana uzattığı kağıtta blog'unun adresi yazılıydı.
Sonra hiçbir şey söylemeden kalktı, çıkıp gitti. Net, sonuca direkt olarak ulaşmayı seven biriydi belli ki. Aslında bu tip adamlardan zarar gelmezdi ama evdeki herkes adına konuşmam mümkün değildi elbette.
Berke'ye bakıp sordum:
'Ne dersin?'
'Abi adam deli. Kıtır kıtır keser bu bizi gece.'
'Ya yok, sadece fazla dobra. Fazla dik. Bulaşık yıkamaktan kurtulacağız diyorum. En kötü ne olur, geçinemezsek efendi bir şekilde konuşuruz, evden git deriz.'
'He o da dinler. Çok nur yüzlü biri zaten.' diye itiraz etti çocuk. 'Abi adamı görmedin mi? Alayımızın ağzını burnunu kırar, Terminatör gibi bişey.'
Sıkıntıyla içimi çektim, Berke haklıydı. İyice düşünmemiz lazımdı.
Kalkıp kapıya doğru yürüdüm. Bu sırada Berke elindeki laptop'a bakıp, başını iki yana sallayarak, hayal kırıklığı içinde konuştu:
'Abi, bu arada çok pis aldatıldık.'
'Hayırdır?'
'Dosyadan, hani Emmanuelle 9'dan V For Vendetta çıktı!'
'Lanet olası federaller!'
'Hem de Türkçe dublajlı! Ne yapacağız abi?'
'Ne yapacağız, izleyelim bari. Ali Düşenkalkar şahane konuşmuştu onu oğlum!'
'İyi madem.'
Böylece sabah aldığım iki iyi haber de asılsız çıkmıştı. Gerçi bu beni şaşırtmıyordu, başımı sallayarak yürüyordum. Bu sırada Berke arkamda mırıldanıyordu:
'İndirdiğim bu dosyanın içinde etten kemikten daha fazlası var. Ama Emmanuelle 9 yok işte!'
'Ehe ehe. Komikmiş lan.'
Kendimize sakin bir köşe bulup, filmi izlemeye başladık. Ama önce gidip, odamda bıraktığım atıştırmalıkları almayı ihmal etmedim.
Bir sonraki gün bulaşık yıkama sırası bana geliyordu. Neye karar vereceksem, bunu bir an evvel yapmalıydım.
Çerezleri giderek büyüme eğiliminde olan göbeğimin üstüne koyup, ayaklarımı yaydım.
Hayatın neler getireceğini hep birlikte görecektik.
Bu arada filmde V, Natalie Portman'a artistik repliklerinden birini okuyordu:
'Görebildiğini görüyorum.'
Bütün bölümleriyle kendini okutan bir hikaye. Devamını şiddetle bekliyoruz sevgili Hakan! Şiirkolik bu seriyi severek okuyacak. Bundan eminim şimdiden....👧👍
Yazarlar evi birazda karmaşıklaşarak devam ediyor. İlgi ile takip ediyoruz bakalım sonu nereye varacak. Yeni konuklar ve yeni öyküler bizleri bekliyor en hararetlisinden. Usta kaleme teşekkürler canı gönülden...👍😙👍